Cem Karcı: “Hayat Şarkısı Bende Saf Bir Tutkuya Dönüştü”

 Cem Karcı: “Hayat Şarkısı Bende Saf Bir Tutkuya Dönüştü”

[blockquote size=”fourth” align=”left” byline=””]Röportaj: Özlem Özdemir
Fotoğraf: Dilan Bozyel[/blockquote]“Uçurum, Karadayı, Tatlı Küçük Yalancılar, Hayat Şarkısı” dizilerinin yönetmeni, Menekşe ile Halil, Yol Arkadaşım, Kavak Yelleri, Ezel gibi yapımların ikinci yönetmeni olarak tanıdığımız Cem Karcı , Episode Dergi Genel Yayın Yönetmeni Özlem Özdemir’in sorularını yanıtladı.  Bu röportaj ilk olarak Episode Dergi’nin Şubat-Mart 2017 tarihli 2.sayısında yayımlandı..

“12 Yaşında İlk Kez Sinemaya Gittim ve Perdeye Âşık Oldum”

Yönetmen olmaya ne zaman karar verdiniz?

12 yaşında hayatımda ilk kez sinemaya gittim ve o perdeye âşık oldum. Sonra dedim ki ben bunu yapan insan olmak istiyorum. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni kazandım 2001’de. Okula girdiğim sene, 99 depreminden dolayı okul tadilattaydı ve yarım dönem boyunca açılmadı. Bunu övünerek söylemiyorum ama okula gidebildiğim tek dönem açıldıktan sonraki üç ay oldu aslında. O senenin yazında, Bodrum’daydım, arkadaşım, dönemin en popüler dizisi Çocuklar Duymasın’ın dominant teyzesi Zeyno Günenç’i tanıyormuş. “Ah”, dedim, “beni tanıştırsana, ben de setlerde çalışmak istiyorum…” Sağ olsun tanıştırdı ve Zeyno abla da beni kırmadı. Zaten iki günde çekiliyordu dizi, cuma-cumartesileri. Hafta sonları gel, dediler. Ben para mara hiçbir şey istemiyorum, dedim. Sadece bir yerden başlamak istiyordum. Dokuz ay boyunca para almadan cuma, cumartesileri o diziye gittim. Hiçbir titrim de yoktu. Yani “prodüksiyon asistanı stajyeri” gibi bir şey. O sette çalıştığım insanların vesilesiyle Asmalı Konak sinema filminin Kapadokya setinde çalıştım, sonra Esrağfurullah Yokuşu dizisinde ilk reji stajyerliğime başladım. Ardından Zeynep Günay Tan’ın yardımcı yönetmen olduğu Serseri Aşıklar’da yer aldım. Ve Zeynep vasıtasıyla Çağan Irmak’ın Çemberimde Gül Oya dizisinde sufle asistanı oldum. Mesleği esas olarak burada öğrenmeye başladım. Hep söylerim, Çağan Irmak, hocam dediğim tek insandır.

Çemberimde Gül Oya da ne kadar özgün ve iyi bir diziydi…

Dönemin nadide bir işiydi. Gerçekten hayat okulu gibi oldu bana her anlamda. Çağan Hoca dizinin ilk 13 bölümünün senaryosunu da yazıyordu. Ben de 5. bölümde girdim diziye. Nasıl bir beyin hâlâ çözemiyorum onu, sette tıkır tıkır sahneleri yazıyordu, ben de mümkün olduğunca yanında olup bir şeyler kapmaya çalışıyordum ondan. Çağan Hocanın yanında asistanlık yapmak ve ruhundan faydalanabilmek, benim hayatımda büyük bir öneme sahiptir.

Epey öğretici olmalı…

Çemberimde Gül Oya büyük bir okul oldu bana. Bitiminde Zeynep Günay Tan’ın ilk yönetmenliğini yaptığı Güz Yangını dizisinde bir üst kademede asistan olarak başladım. Dizinin son üç bölümünü de Çağan Hoca yazıyordu. Son bölümüne girdiğimizdeyse Babam ve Oğlum’u yeni çekmişti. Onun yoğunluğu, koşturmacası vardı. Bir gün geldi, “Son bölümün ikinci yarısını sen yazacaksın,” dedi. “Nasıl yazayım hocam, ben senarist değilim, öyle bir bilgim de yok,” dedim. “Yazacaksın, ben tretman olarak yazacağım, sen de senaryo haline getireceksin onu,” dedi. Bana güvendi. Çekti beni kenara ve tretmanı yazdırmaya başladı. Sonra kapandım, iki günde gerçekten ikinci yarıyı yazdım ve çekildi.

Sonra Kâbuslar Evi serisi başlıyor, yine çekildiği dönemde yenilikçi bir seri.

Evet, Kâbuslar Evi’nde Uluç Bayraktar’la tanıştım. Asistanlığını yaptığım dönemden başlayarak benim için çok değerli bir mentör, arkadaş ve en önemlisi de yoldaş oldu. Menekşe ile Halil dizisinde çalışmaya devam ettik. Menekşe ile Halil’i çekerken dizi süreleri uzamaya başladı ve bir ekip 90 dakikayı yetiştiremez duruma geldi. O zamanlar, ikinci yönetmen diye bir kavram da yok dizi piyasasında. Çözüm olarak, iki ekip kurulmaya başlandı, yönetmen ve yardımcı yönetmen. Yani iki kamera var ekipte, bir kamerayı ben alıyorum, makyözün asistanını alıyorum, görüntü yönetmeni yerine kameramanı alıyorum ve küçük sahneler çekiyorum. Biz gerçekten Menekşe ile Halil’de bunu çok güzel oturttuk. Ben yardımcı yönetmendim, programı yapıyordum, koordinasyonu sağlıyordum ve sahne çekiyordum. Aslında bugün bunları yapmak için üç asistan var. Yardımcı yönetmenimiz ayrı, ikinci yönetmenimiz ayrı, reji koordinasyonumuz ayrı. O zamanlar, henüz bunlar oturmadığı için hepsini yapan bir kişi oluyordu. Onu da zor yoldan öğrenmiş oldum, çok büyük katkısı oldu bana. Dört günde bölüm çekiyorduk. Üç gün tatil yapıyorduk o zamanlar.
Sonra Irmak Çığ’ın yanında Yol Arkadaşım’da, ardından Kavak Yelleri’nde ikinci yönetmen oldum. Onlar bittikten sonra Ezel dizisine çağırdı Uluç, ikinci yönetmen olarak.

“Yırtınayım, öne geçeyim gibi bir çaba hiç olmadı hayatımda”

Yıllar geçtikçe, artık kendi dünyamı kurmalıyım, yönetmen koltuğunda olmalıyım diye düşünmüyor mu insan?

Acele etmedim hiçbir şeyde. “Eğer iyiysem, ekstra bir şey yapmama gerek kalmadan zamanı gelince çevrem beni ittirecek ve o uçurumdan atacak,” diyordum. Yırtınayım, öne geçeyim gibi bir çaba hiç olmadı hayatımda. Mesela şu an sinema filmi çekmememin nedeni biraz da bu. Ezel biterken etraftan gelen titreşimler, “Sen kendi dünyanı kurmaya hazır bir haldesin,” diyordu ama çok kurcalamıyordum. Yani olursa olur, olmazsa bir proje daha çalışırım, ondan sonrasına bakarız düşüncesindeydim. Ezel’de Ay Yapım’da çalışıyordum.

Ay Yapım da çok sevdiğim bir şirket, güvendiğim sular yani her anlamda. Yönetmenliğe giden adımlarda bana sonsuz destek olan çok değerli insanların olduğu bir yapım şirketidir. İlk yönetmenliğimi orada yapmayı çok isterdim ama birden karşıma bir proje geldi, Ezel’in son aylarında. Bu arada bu projeyi de senaristi arkadaşım olduğu için gelmeden beş ay önce okumuştum ve içimden, “Ben acele etmiyorum ama keşke bu proje biraz daha beklese de Ezel’in bitimine denk gelse. Beni isteseler. Ama neyse ya… Umarım başka güzel bir şey gelir. Sıradan bir dizi çekmem Ezel gibi bir işten sonra,” diyordum. Çünkü Ezel her anlamda bir yönetmeni iştahlandıran bir işti, temposundan kullandığın kamera hareketine, yarattığın atmosfer ve ışığa ve özellikle senaryosuna kadar ezber bozan bir projeydi. En büyük korkum da Ezel’den sonra klasik bir iş yapmaktı.

Klasik bir işle kastettiğim birbirine uzun uzun, üç dakika boyunca bakan jön ve jönfilerin olduğu, aslında konunun hiç ilerlemediği, -mış gibi olan işler. Neyse birden o proje geldi, tekrar okudum, “Ben bunu yapmak istiyorum,” dedim. Tanımadığım bir şirket, tanımadığım insanlar… Ama bu proje, heyecanlandırdı. Çünkü yaratıcıları Ezel dizisini yaratan ekipti!.

“Karavanımızın Tekerine Bıçaklar da Sokuldu, Silahlar da Patladı”

Ve Uçurum dizisi geliyor…

Evet, Uçurum. Pınar Bulut ve Kerem Deren hiç kolay yazarlar değillerdir. Hem senaryo dilleri serttir, hem mizansenleri zordur. Ufkunu açar ama çok da zor bir kaosa sürükler yazdıkları şeyler. Çok korkarak, çok büyük bir kalp çarpıntısı ve heyecanla evet dedim bu işe. Sonra zorlu bir dönem geçirdim, beş altı aylık bir hazırlık dönemi. Uçurum’da sadece inandığım insanlar olsun istedim. Çok uğraştım, kimsenin inanmadığı çok oyuncu için savaştım. “Bunlar olmalı, şahane olacak,” diye Berlin’e gittim oradan bir oyuncu buldum: Erdal Yıldız. İtalya’ya gittik Pınar ve Kerem’le; iki İtalyan aktrist bulduk: Lavinia Longhi ve Denise Capezza… Ve tabii ki Uçurum dizisindeki en büyük destekçim, oyuncum Esra Ronabar.

Uçurum, sert ve net bir öyküydü ve çok etkileyiciydi.

O kadar zorlu şartlarda, o kadar aykırı bir konuyu, o zamanın Türkiye’sinde anlatmak zordu. İnsan ticareti, herkesin sırtını döndüğü ya da gözünü kapatarak geçtiği bir yaramız hâlâ. Diziyi izleyen bir kişiye bile dokunabilmek benim için dünyanın en güzel şeyiydi.

Çekerken sorun yaşadınız mı?

Aksaray’da çekiyorduk çoğu sahneyi, karavanımızın tekerine bıçaklar da sokuldu, silahlar da patladı, o kaosun içinde bir şey yapmaya çalıştık. Gerçekten zorlu bir süreç geçirdik. Her şeye rağmen bugün gelse yine gözüm kapalı evet diyeceğim projelerden biridir benim için, çok değerli ve önemlidir.

Sonra Karadayı dönemi başlıyor, iki yönetmen olarak bölümleri paylaşıyorsunuz…

Evet, bu ilkti sektörde. Muhteşem Yüzyıl’da Taylan Biraderler de iki yönetmen çalışıyordu ama onlar birinci ve ikinci ekip olarak çalışmışlardı; yani bölümü paylaşmışlardı bildiğim kadarıyla. Biz, oyuncuların tavrından atmosfere kadar ilk beş bölümü beraber oturttuktan sonra beşinci bölümden itibaren iki bölüm Uluç, iki bölüm ben çekmek üzere ayrıldık ve üç sene boyunca kıskanılan bir tempoyla çalıştık. Şöyleydi; ben her ayın -bölümler arası repo dahil- sadece on iki günü çalıştım. Beş günde bir bölüm çekiyoruz, iki gün repo ve sonrasında ay boyunca boşum. Ondan sonra Uluç başlıyor çalışmaya. Uluç da aynı şekilde iki gün repo, beş gün çalışıyor ondan sonra o da tatil.

Güzel sistemmiş aslında…

İnanılmaz keyifli zaman geçirdik. Dünyayı gezdik bu süre boyunca. Karadayı’nın bitmesine on bölüm kala bana başka bir teklif geldi. Okudum. Çok beğendim, çok heyecanlandım: Tatlı Küçük Yalancılar. Gerçekten Elif Usman Ergüden’in kaleminden çok başarılı bir uyarlamaydı. Uluç’tan icazet alarak kalan son on bölümde Karadayı bayrağını ona devrettim.

Tatlı Küçük Yalancılar’da beni cezbeden diğer bir şey de yapımcılarımızın, oyuncu seçimlerinde özgür olduğumu söylemesi oldu. Beş genç kız ve erkeğin hikâyesi, on kişi. Yapımcıları, sadece bir erkeğin isim bir oyuncu olabileceği, geri kalanın no name cast olması konusunda ikna ettim. Şükrü Özyıldız dışındaki bütün genç castımız daha önce hiçbir projede yer almamış ya da bir iki kısa dönemli deneyimleri olmuş, yeni oyunculardan oluşuyordu.

Riskli bir karar değil mi?

Evet; ama yeni şeyler üretmek için bu tür kararları almak gerekiyor. Oyuncu seçmeleri yaptık… Seçtiğimiz oyuncularla bir kampa girdik. Bahar Kerimoğlu’yla çalıştık üç ay boyunca. Başta hepsi teker teker Bahar’la psikolojik bir çalışma yaptı. Ardından yavaş yavaş gruplara ayrıldık ve beş kız bir arada çalışmaya başladılar, dört erkek bir arada. Sonra kızlarla erkekler kendi arasında çift olup çalışmaya başladı, haftada ikişer üçer saat. Oyunculuk, hissetmek, farkındalık üzerine bir sürü egzersiz yapıldı. Çoğu derste ben ve ikinci yönetmenim, büyük destekçim ve değerli yoldaşım Benal Tairi de yanlarındaydık. Birbirimizi daha iyi tanıdık. Set yükümüzü hafiflettik. Çünkü dizi piyasasında; ilk iki, üç bölümü çekmek için bir, bir buçuk ayımız var ama ondan sonra bizden beş-altı günde bir bölüm teslim etmemiz bekleniyor. Ve oyuncularımızla göz göze geldiğimizde bile set kaosu içinde, konuşmadan anlaşabilmeliydik.

Çok iyi oyuncular tanımış olduk bu diziyle…

Büşra Develi, Mehmet Ozan Dolunay, Burak Deniz, Olgun Toker, Bensu Soral, Dilan Çiçek, Alperen Duymaz, Melisa Şenolsun, Beste Kökdemir… Hani toplumsal ya da siyasal anlamda farkındalık yaratacak bir iş değildi ama bambaşka bir heyecanı oldu. Hayatımda daha önce, oyunculuğa gönül vermiş ama bir dizide/filmde rol almamış ya da ufak deneyimleri olmuş oyuncularla bir ekip kurdum ve bir atmosfer yaratmaya çalıştım. Görüntü yönetmenim Aras Demiray’ın geniş vizyonundan sonuna kadar yararlandım. Renginden gerilimine, müziğine bir atmosfer denemesi yaptık. Ama dizi sektöründe gerçekten en önemli şeylerden biri, arkanda durup ne olursa olsun seni destekleyebilen bir yapım şirketinin olması. Tatlı Küçük Yalancılar keyifli olduğu kadar sancılı da bir işti her anlamda. Önceden öyle planlanmadığı halde 13. bölümde işin biteceği söylenmişti yedi bölüm önce. Yedi bölüm o motivasyonla iş yapmamız istendi. İki ekipten bir ekibe düşürüldük, imkânlar kısıtlandı. Yani değişen koşullarla 13 bölüm çektik.

Bunca emekten sonra 13 bölümde bitirilmesi, moral bozukluğu yaratmıştır. Ne düşündünüz iş bittikten sonra?

Bu işten sonra, güvenilir bir şirket istiyorum diye düşündüm, yani yanımda duracak, arkamı yaslayabileceğim, yeri geldiğinde beni savunacak bir yapım şirketi… Most Production ve şu anki işim Hayat Şarkısı ile tanışmam böyle oldu. Önceden de saygıyla takip ettiğim ve hep duyduğum Gül Oğuz ve Mustafa Oğuz’la görüşmeye gittim, senaryoyu okudum, hikâyeyi dinledim. Zaten Mahinur Hanıma senelerdir hayranım. Bir de işin içinde Ezel ve Karadayı dizilerinde çalıştığım ve çok güvendiğim yürütücü yapımcım Soner Güven olunca, doğru adreste olduğumu anladım.

“Hayat Şarkısı’ndaki En Önemli Şey Yalınlık ve Samimiyet”

Hayat Şarkısı, güzel bir hikâye ama öncesindeki işleriniz düşünüldüğünde daha klasik bir iş denilebilir değil mi?

Evet, bir yönetmen olarak başta kameraları uçurabileceğin ya da ışık oyunları yapabileceğin bir iş değildi Hayat Şarkısı benim için. Ama tanıdıktan sonra ailem gibi hissettiğim Most Production yapıyor, iş güzel yazılmış ve elimden geleni yapmak istiyorum diye düşündüm. Hayat Şarkısı’ndaki en önemli şey, yalınlık ve samimiyet. Şahane renkleri olan, alt metinleri dolu, sadece siyah ya da beyaz değil, bolca grisi de olan birçok karakterimiz vardı. Ben ışıkla, kamerayla değil, oyuncularımla oynayacağım diye düşündüm. Açıkçası başlarken çok tutkulu değildim ama ilk iki bölümü çektikten sonra saf bir tutkuya dönüştü bende Hayat Şarkısı.

“Artık Seyirci de Profesyonelleşti”

Hayat Şarkısı’nda oyuncu seçiminde belirleyici oldunuz mu?

Evet, Mahinur Ergun, Gül Oğuz ve ben kolektif bir çalışmayla oluşturduk castı. Benden önce belli olan iki isim vardı: Ahmet Mümtaz Taylan ve Burcu Biricik.

Doğru ve güzel bir cast bütünüyle…

Gerçekten güzel bir cast oldu. Burcu Biricik ve Ahmet Mümtaz Taylan başta olmak üzere, Hayat Şarkısı’na emek veren tüm oyuncu kadromuza sahip olduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi. Şu çok önemli bir yönetmen için: Bölümü okuyorum, sahneyi çekiyorum, montaja gidiyorum, montajda izliyoruz bağlanmış halini Gül Hanım ile. Montajdan sonra miksaj kısmı var, yani sesleri ve müzikleri yerleştirme, sağ olsun Gül Hanım giriyor miksaja projenin başından beri, miksaj sonrası izliyorum ve aslında yayında üçüncü izleyişim oluyor. 150 dakikayı aynı şevkle 3. kez izlemek gerçekten kolay bir şey değil. Geçen günkü bölümde, “TV’de yayını izlemeyeceğim, biraz kitap okumak istiyorum, kenarda açayım dursun,” dedim ama 3 kez izledikten sonra 40. bölümümüzde hâlâ kitlenmiş izlerken buldum kendimi. İlk günkü şevk ve heyecanla… Bir dizi bana bunu yaptırabiliyorsa mutluyum demektir. Sonraki üç bölümünü bilen bir insan olarak hâlâ aynı şevkle izleyebiliyorsam bir işi, mutlu olurum. Tam bir sene oldu. Bir senede ara ara Ahmet Bey’de, bende, Burcu’da toplanıp birlikte izliyoruz. Bunu hâlâ keyifle yapabiliyor olmak, “Evet, gerçekten doğru, keyifli bir şey yapıyorum,” dedirtiyor. Bu da çok önemli.

Hayat Şarkısı’nın senaryosu siyah ve beyaz karakterlerden oluşmuyor, hayatta hepimiz nasılsak aslında dizi de bunu veriyor. Ancak yerli dizilerde, aynılaşan ve gerçekten kopuk bir iyi-kötü anlayışı, bir acı pornosu ya da aynı romantik komediler var. Bu tür sıkışıklığına dair ne düşünüyorsunuz?

Açıkçası senarist açığımızın çok fazla olduğunu düşünüyorum. Şahane bir özgün senaryo ya da dolu dolu, zekice yazılmış bir uyarlama yapımcının önüne geldiğinde, “Hayır, ben bunu çekmem, illa romantik komedi çekeceğim,” diyeceğini düşünmüyorum. Özgün ya da uyarlama; iyi senaryo bulmak çok güç. Pınar Bulut, Kerem Deren, Sema Ergenekon, Eylem Canpolat, Elif Usman Ergüden, Ece Yörenç, Mahinur Ergun… hepsi çok iyi senaristler. Bir sezonda 80-90 dizinin yapıldığı bir dönemdeyiz. Ne bu kadar oyuncu ne bu kadar senarist ne de bu kadar projeyi omuzlayacak yönetmen ve teknik ekip var. Fabrikasyona bağlanmış gibi bir şeyler yapılmaya çalışılıyor ama buna uygun kalifiye eleman yetişmiyor. Ben dokuz ay hiçbir titrim olmadan çay getirip götürdüm. Sonraki işime girdim, yine bir titrim olmadı. Sonraki işe stajyer olarak başladım, sonra asistan oldum. Ama şu anda stajyerler, taze asistanlar geliyorlar, hiç set görmemişler. İkinci haftada, “Ne zaman ben bir şey olacağım?” diyorlar. Bu sadece reji kısmı. Bunun aynısını oyunculara, senariste, yapım grubuna, sanat grubuna, bütün sete vurun.

Bir dizinin iyi olması da tüm ekibin iyi olmasına çok bağlı ve buradaki bir hata, bütünü hemen etkileyebiliyor.

Sanat yönetimi kötü olduğu için erken biten diziler bile var. Artık eskisi gibi, koy oraya sağlam ya da popüler oyuncuyu, kesin izlenir durumu da yok. Artık seyirci de profesyonelleşti. Her gün en az bir dizi izleyen, ikincisini kaydeden ya da internetten izleyen insan profesyonelleşmez mi? Seyirciyi kandırmak çok zor artık, bu nedenle de kalifiye eleman eksikliğimizi çözmemiz lazım hızla.

Ama bu çalışma koşulları devam ettikçe sanıyorum kalifiye insanlarla çalışmak da hayal olacak. 90 dakikayken “yersiz uzun” dediğimiz diziler, 150 dakikayı buldu. Böyle gidemeyecek belli ki. Tüm set işçilerinin, oyuncuların, senaristlerin setleri durdurması gibi sonuç alınabilecek eylemler mümkün mü sizce?

Aslında mümkün ama başka durumlar da belirleyici burada. Mesela bir asistan, bir yönetmen, bir oyuncu diyor ki “Hayır, ben bu şartlarda çalışamam.” Onun yerine yarı fiyatına gelip çalışacak kalifiye olmayan o kadar çalışan var ki ödün vererek gelecek. Dolayısıyla o arkadaşlar olduğu müddetçe bu bahsettiğimiz şey bir ütopya olarak kalacak, maalesef.

“Berlin’e Yerleşme Kararı Aldım”

Bu yoğun tempoya rağmen, bir iki gün boşlukta seyahat ediyorsunuz.

İki gün boşluk bulduğumda hemen gidiyorum, çünkü ne olursa olsun yurtdışında geçireceğim 40 saat, her anlamda deşarj. Repo günlerimde o hafta ne kadar yorgun da olsam, 11’e kadar uyumaya izin vermiyorum kendime. Çünkü iki günüm var. Yani o iki günü doyasıya kullanmak zorundayım; spora gideceğim, ailemi göreceğim, uzun zamandır görmediğim arkadaşımı göreceğim, kitabımı okuyacağım, seyahat edeceğim, sinemaya gideceğim… 6 gün çalışıp 1 gün repo yapan, 1 günlük reponun da yarısının uykuyla geçtiği setlerde de çalıştım, bugün maalesef hâlâ böyle setler var. Ben böyle çalışmıyorum, ustalarımdan öğrendiğim pratik de çok yararlı ve etkili oldu bunda. Mesela Uluç Bayraktar, çok pratik bir adamdır, bana kattığı çok şey oldu bu anlamda. Ahmet Mümtaz Taylan’la geçen sene tanıştığımızda söylediği bir şey vardır: “Senin bu gezme ve eğlenme aşkının hastasıyım. Çünkü bu hepimize yarıyor.” Yani o setten gece 12’de çıkmak istemiyorum. 8-9’da bitirelim işimizi, benim de setteki herkesin de kendine ayıracak birkaç saati olsun o gece. Şunu biliyorum: Bitiş saatini ne kadar erkene çekersem, oyuncum da ekibim de daha mutlu geliyor sete ertesi gün. Biz beş gün çalışıyoruz, iki gün tatil yapıyoruz. Normalde çok az dizi yapıyor bunu. Salıları, yayın günümüzde, iş akşam yedide bitmek zorunda. Ne olursa olsun.

Yayın günü erken paydos etmek güzel bir kuralmış…

Bu, bana Uluç’tan kalan bir kural, Menekşe ile Halil zamanından… İşin yayınlandığı zaman iş, akşam yedide bitmek zorunda. Tatlı Küçük Yalancılar, Uçurum, sürekli sabahladığım işlerdi. Ona rağmen bu kural geçerliydi. Hayat Şarkısı öyle değil, bu tabii işin kimyasıyla da ilgili, benimle alakalı değil. Dış gecesi, kovalamacası çok olan bir iş değil Hayat Şarkısı. Çok daha rahat bir çalışma tempomuz var.

Bunca emek ve özenle hazırlanan bir iş yapıyorsunuz, dizi eleştirisinin doğru yapıldığını düşünüyor musunuz?

Maalesef Twitter çok etkili artık. Twitter’da izleyicinin yaptığı her yorum bir şeyleri belirlemede etkili olabiliyor. Üstelik o yorumları yapanların kimler olduğu, kaç yaş aralığında olduğu, yani profilleri dikkate alınmadan. Bizim iş üzerinden söylemiyorum ama mesela biri yorum yapıyor, “Abi şu niye böyle de böyle değil? Şöyle olsun!” ve bazen, bazı senaristler ona göre de şekillendiriyor durumları. Aslında doğru bir şey değil bu çünkü doğru bir denek grubu değil.

RTÜK kurallarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Şimdi yeni kurallar geldi, dizilerde iki saniyeden uzun yakın plan öpüşme sahneleri yasak artık. Ancak geniş planda gösterilebiliyor. Eskiden küfür edildiği zaman “bip” koyarlar ya da sesi kısarlardı. Şimdi artık ağıza blur koyuluyor. Küfrün ne olduğu da gösterilmeyecek. Kınamak ve doğru olmadığını savunmak için; yani bilinçlendirmek için bile olsa kadına ve çocuğa şiddeti göstermek yasak. Peki, biz nasıl anlatacağız derdimizi, kanayan yaralarımızı?

Bu sebepler nedeniyle; yani kısıtlanmışlıklarımızdan, sansürden, uzun dizi sürelerinden, zamanla ister istemez bir kısırdöngüye dönen, tutkumuzun emildiği bu sektörden 1-2 sene uzaklaşmak adına yazdan itibaren Berlin’e yerleşme kararı aldım. Amacım, ileride dönüp baktığımda, ardımda farkındalık yaratan, özgür, özgün işler bırakmak. Hayallerimin ne kadarını gerçekleştirebileceğim bilmiyorum. Ama denemeden de sahip olduğumuz en değerli şey olan “zaman”ımızın akıp gitmesine müsaade etmeyeceğim. Bu yolda, bu süreçte özgün ve özgür olabileceğim her türlü işe açığım. Direnebileceğim kadar direneceğim.

“Mine Söğüt’ün Romanını Çekeceğim”

Belki dijital platformlar ve bu platformlara çekilen/çekilecek diziler bu anlamda başka bir yol açabilir…

Berkun Oya’nın yazdığı, Seren Yüce’nin yönettiği Türkiye’nin ilk dijital platform dizisi Masum’u da heyecan ve sabırsızlıkla bekliyorum. Umalım da hak ettiği yeri bulsun ve yeni bir sayfa açsın sektörümüzde. Fragmanında bile elinde sigara tutabilen bir Haluk Bilginer görmek, şu dönemde gözümü yaşarttı gerçekten. Yanlış anlaşılmasın, kötü alışkanlıkların özendirilmesi taraftarı değilim ama hayatın gerçeklerini ve özgürlükleri görmezden gelerek, kısıtlayarak, keserek yaşayamayız. Bardağın boş değil dolu tarafından bakmalıyız bazen. Bir şeyleri saklayarak, göz ardı ederek, örtbas ederek bir yere varamayız. Sadece geriye gideriz. Kanayan yaraları iyileştirmeden kapatmaya çalışmamalı, üzerlerine eğilip iyileştirmek için çaba göstermeliyiz. Sonsuz umutla. Son olarak; sevgi kazanır.

İlk sinema filminiz için çok sevdiğiniz bir romanı çekmek istiyormuşsunuz, hangi roman?

Evet, Mine Söğüt’ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey romanı. Çok sevdiğim, arkadaşlarıma hediye ettiğim bir romandır, mutlaka filmini çekmek istiyorum.

Siz mi senaryolaştırdınız?

Hayır, bir senaristle çalıştım. Güzel de senaryolaştı ama bütçe isteyen bir iş. Atmosfer filmi tamamen. Sağlam bir sanat yönetiminin, kostüm tasarımının, ışığının, görüntüsünün olması gereken bir iş. O yüzden bekliyorum şu an. Malum; arthouse bir film ve para gerekiyor. Doğru zaman ne zaman olursa o zaten kendini gösterecek. Senaryosu hazır.

İzlediğiniz yerli diziler var mı?

İçerde, Vatanım Sensin, Poyraz Karayel, Seviyor Sevmiyor… Zaman buldukça takip etmeye çalışıyorum…

Yabancı dizi izliyor musunuz?

The OA’yı sevdim. Get Down izledim yine bir mini dizi olarak. Stranger Things izledim. Bunun dışında bir sürü dizi var, Grey’s Anatomy’i on bir

**

Episode Dergi 2.sayısıyla bayilerde, kitapçılarda, süpermarketlerde ve online kitap mağazalarında, ayrıca episodedergi adıyla Facebook-Instagram-Twitter’da ve güncel içeriklerle EpisodeDergi.com’da.

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir