Kara Trenciler Şiir Yazmazlar Ama Şairdirler!

 Kara Trenciler Şiir Yazmazlar Ama Şairdirler!

Babam demiryollarında çalışıyordu, makinistti. O yüzden hep uzaklardaydı. Kısa kısa gördüğüm zaman dilimleri vardı. Geldiğinde iki gün kalır, sonra süresi belli olmayan bir tarihe kadar giderdi. Demiryolunun olduğu her yere giderdi. Aynı zamanda rayların olmadığı yerlere demiryolu hatlarını da döşüyorlardı.

Babam şair ruhluydu. Otoriter bir yanı olsa da, şakacı yanı daha baskındı. Elimi tuttuğu zaman küçük parmağımı yakalar, onunla oynardı. Bir de hikâyeler anlatırdı. Şiire meraklıydım, okuduğumu görünce bana Abbas Sayar’ın şiir kitabını getirdi. 8-9 yaşlarındaydım.

Zengin bir ailenin çocuğuydu. Kökü Balkanlara dayanıyor babamın ama doğum yeri Hayfa. Dedem de demiryollarında çalışıyormuş, işin işletme kısmındaymış. Çok dolaşmışlar. Zagreb’e ve daha birçok yere gitmiş ailesiyle. Babam çok güzel Arapça konuşurdu. Fransızca da konuşurdu. Babam haylaz, şımarık bir çocukmuş. Bundan dolayı dedem demiryollarında onu işe sokmuş. Önce ateşçi olmuş. Bembeyaz gömlekle, atarmış ateşe kömürleri. Prens gibi, hali tavrı öyle. Çapkınmış babam, yakışıklı adamdı. Boylu boslu, Gary Cooper’a benzerdi. Annemse minicik, hafif tombul bir kadın. Nasıl bir araya geldiler bilmiyorum.

Babamın gelişini uzaktan duyardık. Özel bir haberleşme yöntemimiz vardı. İki kısa bir uzun düdük çalardı babam, eve yaklaşırken. Hemen tren yolunun kenarına koşardık. Tren durmazdı, geçerken bize erzak atar, sonra yoluna devam ederdi. Koca kaşar tekerleri getirirdi, kavunlar, karpuzlar…

Babamla gurur duydum hep. Bize, devlet malı diye evdeki kalemlerden vermezdi. 

Önce ateşçi, sonra makinist olmuş babam. Sonra kriko çarpıyor dizine, sakatlanıyor. Ama bir yandan da terfi ediyor, masa başına geçiyor. Babamı çok tanımadım, 14-15 yaşlarındaydım öldüğünde. Ama düzgün bir adamdı. Daha doğrusu düzgün bir adam olmuş annem sayesinde. Çok kumar oynayan, içki içen bir adammış.

Evlendikleri ilk gece, düğünden sonra eve gelmemiş. Annem çeyiz sandığının üstünde onu beklemiş, öyle ele avuca sığmayan bir adam. Evliliklerinin ilk zamanları da böyle geçiyor. Sonunda annem dayanamıyor, ablamı alıp dayıma gidiyor. Dayım da anneme, “İşten eve, evden işe giden adamı idare etmek kolay, böyle bir adamı idare etmek asıl marifet, ona baba olmayı, eş olmayı öğretmelisin,” diyerek annemi gönderiyor.

Annem de düşünüyor, bu adam ne seviyor: Rakı! Başlıyor mezeler yapmaya, sofralar kurmaya. İlk başta babam umursamıyor. Üstünü değiştirip yine gidiyor. Ama annem usanmadan her gelişinde sofrayı hazırlıyor. Sonra bir gün, “Bugün ben pijamalarımı giyeyim, sofra çok güzel,” diyor. Ondan sonra da evde içmeye başlıyor. Kumar alışkanlığını da engelliyor annem. Annem çok güzel meze yapardı, resim gibi sofralar kurardı. Sessiz bir kadın değildi. Hem becerikli hem de akıllıydı. Biz eski bir konakta oturuyorduk. Ama o konağın banyosu, küveti yoktu. Annem tuğla, çimento, mala alıp bize küvet yaptı. Öyle bir kadındı annem.

Kara trenciler şiir yazmazlar ama şairdirler

Kara trenciler şiir yazmazlar ama şairdirler. Yaşam biçimleriyle, yolda olmalarıyla. Yaşam biçimleriyle, yolda olmalarıyla. Çoğu içki içer. Madenciler, demiryolcular ve oyuncular erken ölür. Sıralama böyledir. Ağırdır meslekleri.

Babamla gurur duydum hep. Bize, devlet malı diye evdeki kalemlerden vermezdi. O zamanlar devletin malı deniz değilmiş, sonra deniz olmuş. Hatta okyanus. Esprili adamdı, zekiydi. Annemi kızdırmaktan hoşlanırdı. Bir kere kavga ettiklerini duydum. O da ablam, tiyatrocu olacağım, dediğinde çaydanlığı duvara atmıştı. Gök gürültüsü vardı onlar kavga ederken. Çok etkilenmişim herhalde, şimşek değil de halen gök gürültüsünden korkarım. O kavga gelir aklıma. Hiç babamı öyle görmemiştim.

Babam çok hastalandı, ciğerleri hastaydı, çok acı çekti. Erken yaşta öldü. Ben bu tip durumlarda katılaşıyorum. Tepki veremiyorum. Öldüğü gün herkes ağlarken, biz ne yiyeceğiz diye düşündüm. Babamın kullandığı açılmamış ilaçlar, oksijen tüpü falan vardı. Bisiklete bindim, eczacıya gittim, “Babam öldü, bunları geri alır mısınız?” dedim. Adam dondu kaldı! Şaşkınlıkla elimdekileri alıp parasını verdi. Eve dönerken patates aldım.

Annemin bunları düşünecek hali yoktu. Bir gecede saçları beyazlamıştı. O zamanlar hot gaz ocakları var, pompalı. Annemin ödü kopardı patlayacak diye. Koydum patatesi üstüne, kenarda da kesekâğıdı duruyordu, onu da şişirip elimle patlattım. Bayağı ses çıktı. Yukarıdan herkes panikle aşağı indi. Gaz ocağı patladı sanmışlar. Birinin ayakta durması gerekiyordu. Ama ben ayakta durdum durdum, sonra hastaneye kaldırıldım, uzun süre orada yattım. Kılcal damar çatlaması olmuşum. Çocuğum nihayetinde, o yükü kaldıramadım herhalde.

Biz çok neşeli çocuklardık aslında. Doğanın içinde büyüdük hep. Ama sokak ışıkları yanmadan eve gelmemiz gerekirdi. Babamın kuralıydı. Çocuğuz, sokak ışıklarına bakacak halimiz mi var, bir de Yeşilköy gibi bir yerde oturuyoruz. Öyle hareketli, eğlenceli bir yer ki… Yani eve geç kalıyoruz. Havayı kokluyoruz, “Ooo cacık yapmışlar,” diyoruz. İki blok öteye geliyor kokusu.

Badem ağacı vardı, onun altına sofra kurulmuş.  Bahçe kapısını açtık, içeri gireceğiz; babam, “Çıkın dışarı!” dedi. Parmaklığın kenarına, duvara oturduk. “Orada da istemiyorum sizi,” dedi. Kardeşlerim ağlıyor, o sinirle, “Senin ne evine ne de duvarına kaldık eşşoleşşek!” dedim. Sonra ettiğim lafın farkına vardım, eyvah, hayat bitti, diye düşündüm. Gece 12’ye, babam uyuyana kadar dışarıda kaldım, annem gizlice eve aldı beni. Tabii çok utandım, söylenecek laf değildi. 2,5 gün babam benimle konuşmadı. Sonra beni karşısına aldı, bir sandık hediye etti bana. “Bunun içine not defterlerini, kalemlerini, çizimlerini koy, bu senin yazı sandığın olsun,” dedi. “Bir de öfkeni kontrol etmeyi öğrenmelisin,” dedi. “Eğer bunu kontrol edersen başarıya ulaşırsın.” Kulağıma küpedir. Bu, bana babamdan kalan büyük bir çeyizdir.

Gündeme dair…

Ağaoğlu, “Tek gecelik ilişkilerden hoşlansaydım İstanbul’da kadın kalmazdı,” demiş. İstanbul’daki tüm kadınları diyorsa onun içine herkes giriyor. Bak şunu söyleyeceğim, o kim? İstersem eğer ben onu götürürüm, o beni değil. Zaten bir şey de yapamazdı, avuçları terlerdi. Parayla çük aynı şey değil.

Mayıs, haziran en sevdiğim aylardır benim. Ama 6 Mayıs’ta Deniz’leri astılar. Deniz’ler asıldığı zaman çok ama çok büyük üzüntü yaşadı bu toplum. Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş hepimizin yarası oldu. O gece Yusuf Aslan, “Sakın ayakkabılarımı babama göstermeyin, çok üzülür,” demiş. Herhalde yırtıktı ayakkabıları. Yıllar sonra birileri de ayakkabı kutularıyla paraları götürüyor. Onlar sadece “Tam bağımsız Türkiye” istediler. Suçları bu. Çok canımız yandı. Çok, çok…

Bu yazı, Pulbiber derginin Haziran 2016 sayısında yayımlanmıştır.

Ayşen Gruda

Related post