Nairobi Kadar Delidolu, Feminist, Aynı Zamanda Merhametli: Karşınızda Alba Flores…

 Nairobi Kadar Delidolu, Feminist, Aynı Zamanda Merhametli: Karşınızda Alba Flores…

La casa de papel‘de siyah ve beyaz yok, gri var. Polislerin tarafında iyiler de var kötüler de. Hiçbirimiz tamamen iyi ya da tamamen kötü değiliz. İnsanlar, dizide kendilerini ve çevrelerindekileri görebildiler. Karakterle empati kurdular,” diyor Alba Flores. Ona göre dizinin çok sevilmesinin nedenlerinin başında bu var. Karşınızda Alba “Nairobi” Flores…

Son aylara damgasını vuran şahane soygun dizisi La casa de papel, sadece sürükleyici hikâyesi değil her biri farklı kişilikteki karakterleri ve o karakterleri büyük başarıyla canlandıran oyuncularıyla da tüm dünyada ilgiyi üzerine çekti. Soygun ekibinin deli dolu karakteri Nairobi’ye hayat veren Alba Flores, bu olağanüstü ilgiden biraz şaşkın ama mutlu ve gururlu… İspanyol oyuncu, dizinin başarısını insanların La casa de papel’de kendilerini ve çevresindekileri görebilmelerine, karakterlerle empati kurmalarına bağlıyor. Flores’in Türk hayranlarına da sıcak bir mesajı var…

Röportaj: Onur Bayrakçeken
Fotoğraf: Paco Navarro

Şöyle başlayalım; “La casa de papel”den sonra çok popüler oldunuz ama en azından Türkiye’de pek bilinmeyen bir isimsiniz. Kimdir Alba Flores, nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

Sanatçı bir aileden geliyorum. Büyükannem, büyük bir yıldızdı. 1920’lerden öldüğü güne kadar büyük bir sinema figürü ve flamenko yıldızıydı. Çok popülerdi… Halalarım ve babam, İspanya’da meşhur şarkıcılar, ayrıca filmlerde de oynamışlardı. Ben de 13 yaşında, bir sanat okulunda oyunculuğa adım attım.

Oyunculuktan önce şarkıcılık yaptığınızı okumuştum, doğru değil öyleyse bu?

Hayır, hayır, bu doğru değil… Pek çok kişi böyle söylüyor ama ben sanata, oyunculukla adım attım ama şarkı da söylüyorum tabii. Bir filmde bir şarkı yorumlamıştım mesela… Ailemden dolayı yatkınlığım var müziğe, yine de şarkı söylemek benim mesleğim değil. Mesleğimin bir parçası diyebilirim belki; çünkü tiyatroda da sinemada da hangi rolü oynasam hep şarkı söylediğim bir sahne oluyor. (Gülüyor)

Kariyerinize baktığınızda hangi yapım sizin için mihenk taşı oldu?

Bir tiyatro oyununun yeri bende ayrı ama kariyerim açısından La casa de papel‘den önce rol aldığım televizyon dizisi Vis a Vis‘i anabilirim. Beni İspanya’da büyük kitlelerle tanıştıran o olmuştu.

Fakat sanırım televizyondan çok bir tiyatro insanısınız?

Öyle. (Gülüyor) Nefes alıp veren, kanlı canlı insanlara performans sergilemek beni daha çok heyecanlandırıyor. Tiyatro seyircisinin tepkilerini, performansını bitirmeden bile görebiliyorsunuz. Bu apayrı bir duygu bence ama televizyonun da beni çok şaşırttığını söyleyebilirim; bu kadar keyif alabileceğimi hiç düşünmezdim…

“İnsanlar dizideki karakterlerle empati kurabildi”

Öyleyse “La casa de papel”den bahsedelim biraz. Tüm dünyada dizi fırtına gibi esiyor. Bekliyor muydunuz böyle bir ilgiyi?

Hayır. Hiç kimse beklemiyordu, hepimiz şoke olduk. Şöyle dedik: “Ne oluyor yahu!” (Gülüyor) Biliyorsun, dizi önce İspanya’da yayınlandı. Gelen tepkiler güzeldi, insanlar diziyi sevmişlerdi ama yer yerinden oynamadı… Fakat sonra dünyaya açılınca bir anda ortalığı kasıp kavurdu. İkinci baharını yaşadı sanki. (Gülüyor) Çok şaşırtıcıydı. Sudan çıkmış balığa döndüm. Arjantin’den, Brezilya’dan, dünyanın her yerinden insanla söyleşiler yaptım. Şimdi seninle konuşuyoruz mesela… Her yerden mesaj alıyorum. Bir anda oldu bu.

Sizce neden insanlar bu kadar sevdi “La casa de papel”i?

Bence Suicide Squad filmini neden sevdilerse o yüzden. Tıpkı oradaki gibi kaybedenlerden oluşan bir ekip gördüler. Ve bu ekip, bir arada durmak, birbirine sıkı sıkıya sarılmak zorundaydı. Çünkü evet, mükemmel insanlar değillerdi, belki pislik içindelerdi ama mükemmel ve devasa bir planı gerçekleştirmek zorundaydılar. Bunu birlikte başarabilirlerdi ve öyle de oldu. Bu da insanları çekti.

İşin enteresan yanı, genelde polisiye dizilerde ve filmlerde “iyiler” ve “kötüler” olur; “iyi” dedektifler, “kötü” hırsızların peşinde koşar ve biz de dedektiflerin tarafını tutarız. “La casa de papel”de işler sanki böyle yürümüyor…

Siyah ve beyaz yok La casa de papel‘de, gri var. Polislerin tarafında iyiler de var kötüler de. Müfettiş kadın iyi biri, fakat ya istihbaratçı? Hani kel, tombul olan… Pisliğin teki! (Gülüyor) Diğer taraftan Berlin için ne diyeceğiz? Onun durumu daha da karmaşık. Pek hoş bir kişiliği yok ama bir şekilde seviyorsun adamı işte. (Gülüyor) Bence insanların diziyi bu kadar sevmelerinin bir nedeni de bu işte. Çünkü hiçbirimiz tamamen iyi ya da tamamen kötü değiliz. İnsanlar, La casa de papel‘de kendilerini ve çevrelerindekileri görebildiler. Karakterle empati kurdular.

Projeye nasıl dahil oldunuz?

Álex Pina sayesinde… Vis a Vis‘in de yazarı oydu, beni oradan tanıyordu. Bir gün bana telefon etti ve yeni bir diziye başladığını, hatta dört bölümünü de yazdığını söyledi ve ekledi: “Ama fark ettim ki bir kadın karaktere daha ihtiyacım var. Bu dizide benimle çalışmak istersen o karakteri senin için yazacağım.”

Yani son dakika işi oldu sizin açınızdan?

Evet. İşin başında ben yoktum, daha doğrusu Nairobi yoktu… Nairobi karakterini benim için yazdı Pina.

Dizinin sizi en çok çeken tarafı ne oldu?

Álex Pina. Onun fikrine, çalışmasına, vizyonuna hep güvendim. Ayrıca senaryoyu çok sevdim. Heyecanlı bir dizi La casa de papel, o hikâyenin bir parçası olma fikri beni cezbetti.

“Nairobi bir feminist, çünkü ben feministim”

Nairobi genelde umutlu, eğlenceli ve cesur bir karakter. Fakat bir yandan da derinde, çocuğuyla ilgili büyük bir hüzün saklıyor… Nairobi karakterini nasıl tarif ederdiniz?

Nairobi, iyi bir muhitte doğmuş, iyi okullarda okumuş olsa çok başarılı bir broker olabilirdi… Wolf of the Wall Street. (Gülüyor) Çok zengin olurdu. Sayılarla arası çok iyi. Parayla arası çok iyi. Bir kapitalist gibi düşünmeyi biliyor ama o, kötü bir muhitte doğdu, zor bir hayat yaşadı. İşte bu hayatın sonunda ortaya çıkan kişi Nairobi. Büyük bir kalbi var, empati kurmayı biliyor ama parayı da seviyor. “Parayı istiyorum ama kimsenin de canını yakmayayım,” düşüncesinde.

Nairobi’nin karakterizasyonunun feminist bir yaklaşıma da sahip olduğuna söyleyebilir miyiz sizce?

Evet ama bu sanırım biraz da benimle ilgili… Nairobi bir feminist, çünkü ben feministim. (Gülüyor) Senaryoyu ilk okuduğumda dizide erkek egemen yapının varlığına şahit oldum. Ben de Nairobi’nin bu yönünü ön plana çıkarmaya karar verdim.

Bir noktada ekibin liderliğini de Nairobi üstleniyor, üstelik bunu Berlin’in elinden alıyor. Bu da ilginç gelmişti bana…

Evet, hikâyenin ilginç bir noktasıydı o. Nairobi iyi bir lider ama iş şiddet uygulamaya geldiğinde, işte onu yapamıyor. Berlin’le arasındaki en büyük fark bu sanırım. Hassas bir karakter Nairobi, duygusal bir yanı var. Berlin’in böyle bir tarafı yok.

“La casa de papel, sisteme dair gerçekleri insanların yüzüne vuruyor”

Dizinin mevcut ekonomik sisteme dönük politik eleştirileri de var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Aktivist bir tarafınız da var…

Evet, hem de epey var. (Gülüyor) Bence bir dizinin bu konulara eğilmesi çok önemli ve güzel. Nairobi, dünyayı paranın yönettiğini, parayı sevdiğini ve parayı üretenlere parayı ürettikleri sürece Tanrı gibi olduklarını söyleyebilir ama bu aynı zamanda bir zıtlık da yaratıyor, çünkü bunu işçilere, çalışanlara söylüyor. Aslında sisteme dair gerçekleri yüzlerine vurmuş oluyor. Dünyada az sayıda insan, zenginliğin büyük kısmını elinde tutuyor, La casa de papel bunu gözler önüne seriyor.

Sanatçının bu anlamda toplumsal sorumluluğu olduğunu düşünüyor musunuz?

İspanya’da bir ekonomik kriz yaşadık, biliyorsun. Hükümet, insanlardan hiçbir güvenceleri olmadan yaşamalarını bekliyor. İnsanlar haliyle buna tepki gösteriyor çünkü birileri bizim paramızı çaldı ve şimdi kriz var deyip tüm yükü bizim sırtımıza bindirmek istiyorlar. Burada sanatçıların da bir sorumluluğu var bence. Gerçek bir sanatçı sesini yükseltebilmeli… Büyük sanatçıların yaptığı hep bu olmuştur. Yaşadığımız dünyanın sorunlarına gözümü kapatamayız.

“Türkiye’ye gelip hayranlarımı tek tek öpmek isterdim”

Sona yaklaştık… Türkiye’de çok sevildiniz. Türkiye hakkında ne düşünüyorsunuz?

Daha önce Türkiye’de bulunmadım ama ziyaret etmeyi çok istediğim ülkelerden biri. Ne zaman olur bilmiyorum ama bir gün muhakkak uğrayacağım. Beğendiğim pek çok Türk sanatçı da var ayrıca. Mesela en sevdiğim yönetmenlerin başında Fatih Akın geliyor… Duvara Karşı, izlediğim en iyi filmlerden biriydi.

Türk hayranlarınıza bu vesileyle ne söylemek istersiniz?

Oraya gelip her biriyle tanışabilmek, hepsini yanaklarından öpüp verdikleri tüm destek için teşekkür etmek isterdim. Harika mesajlar alıyorum onlardan. Twitter’da yaptıkları tüm yorumları okumaya çalışıyorum ama o kadar çok yorum geliyor ki bazısı gözümden kaçıyor… Bir de Google Translate, Türkçeden İspanyolcaya çevirilerde tam bir facia. (Gülüyor) Bu yüzden de bazı yorumları anlamıyorum ama onları çok seviyorum, herkese çok teşekkür ediyorum.

Son olarak, bize sevdiğiniz beş diziyi sayar mısınız?

Tamam ama sıralama yok. En sevdiğim beş diziyi söyleyeceğim. Hepsini eşit derecede seviyorum: The Handmaid’s Tale, Game of Thrones, Top of the Lake, Big Little Lies ve Dark.

Röportaj, Episode Dergi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır…

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir