Jane Goodall: “Her Gün Yapacağımız Ufak Ahlaki Seçimler Dünyayı Değiştirmeye Yeter”

 Jane Goodall: “Her Gün Yapacağımız Ufak Ahlaki Seçimler Dünyayı Değiştirmeye Yeter”

Ünlü primatolog ve antropolog Jane Goodall, 1960’ta antropolog Louis Leakey’nin asistanı olarak Tanzanya’ya gitti. Amaçları, şempanzeler üzerinde çalışmaktı. Bilim çevreleri Jane’in orada olmasından rahatsızdı çünkü kendisi kolej eğitimi almamıştı, üstelik, bir kadındı.

Ne var ki Jane Goodall, kendini akademik olarak geliştirdi ve Cambridge Üniversitesi’nde doktorasını almayı başardı. Şempanzeleri numarayla ayırmak yerine onlara isim veren Goodall, çığır açıcı birçok çalışmaya imza atacağını ispatlamıştı. Nitekim öyle de oldu. Jane Godall, çevreciliğe, hayvanların refahına ve doğal kaynakların korunmasına yönelik yenilikçi yaklaşımıyla tüm dünyanın bakış açısını değiştirmeyi başardı.

Yaşamı ve çalışmaları birçok kitaba ve filme konu olan, çalışmalarından ötürü dünya çapında ödüllere layık görülen, 2004 yılında İngiliz Kraliyeti tarafından “Dame” ünvanıyla onurlandırılan Jane Goodall ile özel bir röportaj gerçekleştirdik.

Goodall’ın doğa ve hayvanların korunması üzerine yaptığı ilham verici çalışmaları gözler önüne seren “Jane Goodall: Umut” belgeselinin 22 Nisan Çarşamba günü saat 20.00’de National Geographic ve National Geographic WILD ekranlarında olacağını da hatırlatalım.

Röpotaj: Fulya Turhan

Tüm yaşamı boyunca dünyaya umut yaymış, doğayla, hayvanlarla ve en önemlisi de kendi iç dünyasıyla temas haline kalabilmiş nadir insanlardan biri olarak, “Umut” belgeseliyle dünyaya iletmek istediğiniz mesaj nedir?

Sanırım tahmin edebilirsiniz, bu belgeseli farklı gözlerle izleyen birçok insana denk geldim. Bu kişilerin çoğunluğu bana umut dolu olduklarını çünkü benim zorlukların üstesinden nasıl geldiğimi gördüklerini söyledi. Bu, insanları kendin hayatlarındaki zorlukları aşabilmeleri için onları yüreklendiriyor.

Ve tabii bir de annem var. Afrika’ya ilk gitmek istediğim dönemde, herkes bana gülüyordu. Annem ise eğer böyle bir işe kalkışmak istiyorsam çok çalışmam gerektiğini, her fırsatı değerlendirmenin yollarını aramak zorunda olduğumu ve asla pet etmemem gerektiğini söyledi. Benim gençlere vermek istediğim mesaj da budur. Birçok genç bana yüz yüzeyken ya da mesajlarıyla şunları söyledi, “Jane, teşekkür ederim. Sen yapabildin dolayısıyla ben de yapabilirim, sen bana bunu öğrettin.” Bana kalırsa bu çok önemli bir mesaj. Her birimiz, her gün dünya için bir farklılık yaratabiliriz.

Bunun yanında etrafımızda olup biten iyi şeyleri düşünmeliyiz. Medyanın insanların kötü haberlere daha çok ilgi duyduğuna inandığını biliyorum. O nedenle birçok cinayet haberi duyuyorsunuz ve tabii çevreye verdiğimiz onca zarar hakkına tonlarca haber, ki gerçekten de veriyoruz. Fakat umut hikayeleri, büyük şeyler başarmış insanların hikayeleri, insanlara asıl umut veren şeyler bunlar. Kendi payıma düşeni yaparsam fark yaratmış olurum, buna inanırsanız evet kendinizi ortaya atıp bir şeyler yapabilmek konusunda kendi kendinizi teşvik etmiş olursunuz. Her gün yapacağımız milyonlarca ufak ahlaki seçim dünyayı değiştirmeye yeter.

Gençlerin sizi ikon gibi gördüğünü, sizi örnek aldığını biliyoruz. Bazı insanlar Greta Thunberg’e bakıca sizi görüyorlar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İklim değişikliği konusunda büyük bir farkındalık yarattığı kesin. Ama Greta için biraz da üzülüyorum açıkçası. Etrafında çok kalabalık bir ekip var. En son Davos’ta gördüğümde epey hasta görünüyordu ama yine de önemli insanlarla sahneye çıkmaya zorlanmıştı.

Bana çok benzediğini söyleyemem, ben 16 – 17 yaşımdayken hiç onun gibi değildim. Çok utangaçtım. Onun yaptığı gibi asla bir kalabalık önünde konuşamazdım. Greta’nın Asperger’s Sendromu var, o nedenle insanların tepkilerini okuyamıyor. Başka insanlarla duygusal bağ kuramıyor, insanlar üzerinde oluşturduğu etkiyi mümkün kılan da muhtemelen bu.

Bilime insani bir yön atfetmenin öneminden bahsediyorsunuz. Bunun gerçekten bir takım değişiklikleri başarabilmek için seçilebilecek en iyi yol olduğunu nasıl farkettiniz?

Öncelikle, bu alana ilk girdiğimde, aklımda bir biliminsanı olma fikri yoktu. Kadınlar böyle şeyler yapmazdı zaten. Çocukluğumu evimizin etrafındaki hayvanları gözlemleyerek geçirmiştim. Köpeğimden çok şey öğrendim. Muhteşem bir köpekti ve bana hayvan davranışları hakkında çok şey öğretti. Dolayısıyla şempanzeleri izlerken de onları anlamlandırmaya çalıştım, onlara isim verdim. Duyguları, mutlulukları, üzüntüleri ve kederleri hakkında konuştum. Şüphe götürmez problem çözme becerilerinden bahsettim ve kişiliklerine odaklandım.

İki sene sonra Cambridge’e gittiğimde ise bana her şeyi yanlış yaptığımı, şempanzelerin kişiliklerinin, mantıklarının ya da duygularının olmadığını söylediler. Ama gençken köpeğim bana bunların zırva olduğunu zaten öğretmişti. Doğru olduğuna inandığım şeyleri savunmaya devam ettim ve doktoramı aldım. bana, bir insanı nasıl değiştirebilirsin diye soruyorlar. Sizden farklı düşünen insanlarla ya da sizin yanlış olduğunu düşündüğünüz şeyleri yapan insanlarla tartışmanın pek yararı yok.

Yapmanız gereken şey o kişinin içindeki duygu kırıntısını keşfetmek ve onların kalplerine dokunacak bir hikaye bulmak. Beyinle tartışmaktan ziyade kalbe ulaşmanın bir yolunu bulabilirseniz, şansınız artar. Böyle olunca değişim de o kişinin içinde başlar, sadece dış bir etkenden kaynaklanmaz.

Şempanzelerden öğrendikleriniz, insanoğlu hakkında hislerinizi nasıl etkiledi, nasıl değiştirdi? 

Şempanzeler ve insanlar çok benzer. Demek istediğim, biyolojik olarak ve davranışsal olarak çok benzerler ve aslına bakarsanız ben şempanzeleri hayvan olarak görmüyorum. İnsanların çoğu benim en sevdiğim hayvanın şempanze olduğunu düşünür. Ama bu doğru değil, çünkü şempanzeler hayvanlardan ziyade insanlarla büyük benzerlik gösteriyorlar. Benim favori hayvanım aslında köpek. Köpekler benim hayatımda çok özel bir yere sahip.

Peki şempanzelerden ne öğrendim… özel olduğumuzu, farklı olduğumuzu, hayvan aleminin geri kalanından ayrı olduğumuzu düşünmekle ne kadar büyük bir kibir örneği sergilediğimizi gördüm. Biliminsanları artık kişiliğe, akla ve duygulara sahip tek varlıklar olmadığımıza dair hemfikirler. Bu bilimsel kibrin yıkılması artık kapıların açıldığı anlamına geliyor. Artık primatların, fillerin, aslanların, kuşların ve ahtapotların duygularını ve zekalarını inceliyoruz. Değişim çok büyük gerçekten.

Doğayla ilişkilerini değiştiren ve kendilerini artık doğadaki en üstün tür olarak görmeyen insanların sayısının arttığını hissediyor musunuz?

Maalesef, hayvanları duygusal varlıklar, düşünen, hisseden varlıklar olarak kabul etmek istemeyen o kadar çok insan var ki. Bir türün koruma altına alınmasından bahsediyoruz ama aslında söylemek istediğimiz şey, hayvanların bireysel olarak korunmasıdır. Kendi hayatlarına, kendi kişiliklerine ve kendi ailelerine göre koruma altına alınmasıdır. İnsanlar ise şöyle düşünüyor; buraya olabildiğinde çok vahşi hayvan toplayalım. Topluyorlar, sonra hasta hayvanları seçip öldürüyorlar. Ya da hayvan popülasyonunu kontrol aldına alabilmek için öldürüyorlar. Aslında bireyleri öldürmüş oluyorlar.

Biz gerçekten hayvanlarla kurduğumuz ilişkiyi gözden geçirmeliyiz. Bu ilişki bugüne kadar zorbalık ve zulüm çerçevesinde şekillendi. Bugün hala öyle. İnsanlar hayvanları çok sevdiklerini söylüyorlar ama gözlerini kırpmadan domuz pastırması yiyebiliyorlar. Bunu yaparken ise köpekler kadar zeki olan domuzların muhteşem kişiliklere sahip olduklarını düşünmek bile istemiyorlar. Bu hayvanlar o bir parça pastırma için işkenceye uğruyor. İnsanlar bunu düşünmek istemiyor. O yüzden uyanmamız ve hayvanlarla kurduğumuz ilişkiyi yeniden şekillendirmemiz lazım.

İnsanlar konfor alanlarından çıkıp yaşam tarzlarını değiştirmek ve çevreyi korumak için önlenmer alabilmek için yeterince cesur değiller mi sizce?

Bu, cesaret olarak mı adlandırılmalı, bilmiyorum. Bilirsiniz, bazı insanlar fazlasıyla endişelidir. Gençken ben de konfor alanlarımın dışına rahatlıkla çıkamazdım. Amerika’da National Geographic için şempanzelerle ilgili çalışmalarımla alakalı bir konferans verecektim, bu çalışmalarımı da National Geographic destekliyordu. Öleceğimi düşündüm. İlk birkaç dakika nefes bile alamıyordum sanki, gerçi bunu kimse farketmedi.

Ama bu bir cesaret örneği değildi. Bu benim yapmam gereken bir şeydi. İnsanlar ormana açıldığım için cesur olduğumu söylüyorlar. Hayır öyle değildi. Bu benim her zaman yapmak istediğim bir şeydi sadece. Peki insanlar neden öne çıkıp daha fazla şey yapmıyorlar, neden aktivist olmuyorlar… Bu herkesin yapabileceği bir şey değil. Ama herkes her gün yaptığı ufak şeylerle dünyayı daha iyi bir yer haline getirebilir.

Bugün baktığımızda insanlığın korkunç bir pandeminin tam ortasında olduğunu görüyoruz. Sizin bugüne kadar onlarca dünya lideriyle münasebetiniz oldu. Bazı liderlerin bilimi tamamen göz ardı ettiklerini görünce ne düşünüyorsunuz?

Evet, neden bahsettiğiniz çok iyi anlıyorum. Liderler sadece kendi kariyerlerini, kendi başarılarını düşünüyorlar. Para kazanmanın, güçlü olmanın tek amaç olduğu bir dünya yaratmak, insanları böyle bir dünyaya inandırmak istiyorlar. Güç, yozlaşmaya neden olur ve gücü suistimal edenler her zaman olacaktır. Bunun sürekli tekrar ettiğini görüyoruz, göreceğiz de. Geleceğimiz için, dünya için oldukça yıkıcı bir durum bu.

Politikacıların iklim değişikliğinin gerçek olmadığını, eğer gerçekse de bunun insanlarla alakası olmadığını söylediğini duyunca öfkeleniyorum. Coronavirus hakkında endişelenmeyin, en nihayetinde bitecek diyorlar. İşlerimize dönmek zorundayız çünkü para kazanmamız gerekiyor. Gerçekten acımasız bir yaklaşım. Fakat öte yandan bu durumun insanoğlunun iyi yanlarını ortaya çıkardığını da söylemek mümkün. İnsanların birbirlerine nasıl yardım ettiklerini anlatan müthiş hikayeler var.

80’lerin başında primatlardan ve şempanzelerden geçen yeni bir virüs ortaya çıktı, daha sonradan bu virüs HIV olarak adlandırıldı. O zamanları hatırlıyor musunuz, o döneme dair duygularınız nelerdir? İçinde bulunduğumuz dönem ve o zamanlar arasında bir benzerlik görüyor musunuz?

Evet, o zamanları çok iyi hatırlıyorum. şempanzeler muhtemelen virüsü başka bir hayvandan kapmıştı ama virüsün şempanzelerde ortaya çıktığı anlaşıldığında Amerika’da çeşitli araştırma laboratuvarları kuruldu. Çok fazla sayıda şempanze vahşi yaşamdan koparılıp alındı, anneleri etkisiz hale getiriliyordu. Benim için çok büyük bir şok olmuştu. Beni bu araştırma laboratuvarlarına çeken de bu oldu. Bununla ilgili bir şeyler yapmalıydım çünkü laboratuvardaki hayvanların şartları berbattı.

Ulusal Sağlık Enstitüsü’nden bir grup biliminsanı, 18 ay boyunca şempanzeler üzerinde yapılan tüm testleri, tüm deneyleri inceledi. Bu biliminsanlarına iki soru yöneltildi. Bu deneyler insan sağlığına faydalı mı ya da faydalı olma potansiyeli var mı? 18 ayın sonunda bu 11 biliminsanı yapılan bu deneylerin insan sağlığına faydalı olmadığını, hatta fayda potansiyeli bile taşımadığını buldu. Bu nedenle o zamanları çok iyi hatırlıyorum. Konfor alanımın epey dışına çıktığım zamanlardı.

O zamandan bu yana olan ise şu; ormanlar o döneme göre çok daha fazla tahribata uğradı. Hayvanlar birbirleriyle ve insanlarla çok daha fazla etkileşim içine giriyorlar. Dolayısıyla bu tarz pandemilerin riski her geçen gün daha da artıyor. Bu pandemi de yıllar öncesinden öngörülmüştü, insanlar ise bunu görmezden gelmeyi seçti. SARS salgınını hatırlarsınız, o da Çin’deki hayvan marketlerinde satılan vahşi hayvanların yenmesiyle ortaya çıkmıştı. Bu marketler geçici olarak kapatılmıştı fakat sonrasında tekrar açıldı. HIV ortaya çıktı çünkü Afrika’da insanlar şempanzeleri yiyorlardı.

Coronavirüs, İklim değişikliği ve benzer durumlar söz konusu olduğunda hayvanlar aleminin bu durumlara tepkileriyle ilgili bulgularınız nelerdir.

Çin hükümeti et marketlerini yasakladı. Onların tüm bu yasaları uygulamaları gerçekten çok zor ama bu yasağın kalıcı olacağını umuyoruz. Çin hükümetinin ilaç yapımı için vahşi hayvanları kullanmaktan vazgeçmesini umuyoruz. Bu gerçekleşirse hayvanlar çok daha iyi şartlarda yaşayabilecekler, her şeyden öte, avlanmayacaklar. Berbat şartlar altında tutsak edilmeyecekler.

Tabii hayvanların bu virüse karşı verdikleri belirli bir tepki yok, doğada yaşadıkları için onları henüz etkilemedi. Virüsün hayvanlardan insanlara bulaştığını biliyoruz. Hayvanların zalim şartlarda, kalabalık alanlarda esir alındıkları durumlarda ya da insanların hayvanların yaşam alanlarını istila etmelerinden dolayı iki türün yakın temasa geçtiği durumlarda da insanlardan hayvanlara bulaşıyor. Aynısı büyük endüstriyel çiftlikler için de geçerli, hayvanlar buralarda hiç hijyenik olmayan, kalabalık koşullarda esir alınıyorlar.

Zamanda yolculuk yapmanız mümkün olsaydı, mükemmel olduğunu düşündüğünüz hangi döneme giderdiniz? Şu an umut ettiğimiz şeylere hasret olmadığımız son zaman dilimi hangisiydi?

Kesinlikle 1960’lar, Afrika. O zamanlar çok farklı bir yerdi. Bazı şehirler hala toprak yollarla birbirine bağlıydı. Bir şehirden başka bir şehre giderken vahşi hayvanları görmeniz mümkündü, zürafalar, aslanlar ve çok daha fazlası. Asfalta kaplanmış yollar çok azdı. Serengeti tam anlamıyla vahşiydi. Çok fazla turist yoktu. Ormanlar Afrika’nın batısından doğusuna her yeri kaplıyordu.

O nedenle geri gitmek istersem kesinlikle 60’lara dönmek isterdim. Ormanda araştırmalar yaptığım, her şeyin ve her canlının birbirine nasıl bağlı olduğunu keşfettiğim, her türün önemi öğrendiğim zamanlar… 60’lar ve 70’lerin başları inanılmaz, büyülü bir dönemdi. Doğayla güçlü bir manevi bağ kurduğum zamanlardı.

Websitenizde ilginç bir bilgi var, bu aynı zamanda da bir soru. “Dr. Jane şu anda ne yapıyor?” Cevabı ise şu: “Herhangi bir zamanda Jane Goodall’ı bulabileceğiniz en muhtemel yer, bir uçak.” Peki gerçekten, Dr. Jane şu sıralar neler yapıyor? Neredesiniz? Nelerle ilgileniyorsunuz?

Evet, normalde tüm dünyada binlerce insanın önünde konuşmalar yapıyor, dersler veriyordum ve evet şu anda bunu yapamıyorum. Mevcut koşullar yüzünden Amerika ve Avustralya’daki gezilerim iptal oldu. Neyse ki İngiltere’de evimdeydim. Büyüdüğüm evdeyim, kız kardeşim ailesiyle birlikte burada yaşıyor. Bu ev ikimizin. O yüzden buradayım, çocukken okuduğum bütün kitaplar karşımda, onlara bakıyorum, Dr. Dolittle ve Tarzan… Çocukken tırmandığım ağaçlara bakıyorum penceremden. Yani cezalandırılmak için muhteşem bir yerdeyim.

Başlarda çok kızgın ve tedirgin hissetmiştim. Sonra durdum ve düşündüm, bu süreyi bir alıştırma olarak kullanabilirdim, ileriki zamanlarda vücudum mutlaka tüm bu seyahatleri kaldıramayacağına karar verecek. O yüzden cevabı sosyal medyada buldum. Sanırım daha önce hiç bu kadar yoğun olmamıştım, röportajlar veriyorum, podcastler kaydediyorum, çocuklar için kitap okuyorum… İnsanlarla konuşuyorum.

Her saniye bir şeyle meşgulüm yani. Skype üzerinden röportajlar çok yoğun. Yanımda bir sürü yeni teknolojik alet var ama nasıl kullanabileceğimi gösterecek kimse yok. ABD’den gönderilen bu yeni süslü cihazlarla uğraşıyorum. Hiçbirimiz tam anlamıyla ne işe yaradıklarını çözebilmiş değiliz.

Yani nihayetinde sürekli çalışıyorum. “Sanal Jane”, kendime artık böyle diyorum, insanlar da benden bu şekilde basediyor. Yardımcı olmaya devam ediyorum, tüm dünyada 24 adet Jane Goodall Enstitüsü var. Her biri şikayetçiydi, çünkü beni yılda bir defa, iki üç günlüğüne görebiliyorlardı, hatta bu oran daha uzak yerlerde iki senede bire bile çıkıyordu. Ama şimdi sosyal medya sayesinde benimle çok daha fazla iletişim içinde kalabiliyorlar, tuhaf değil mi?

Fulya Turhan

2011’de Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. 2014 yılında, lisans tezi olan çalışması “Sherlock Holmes & Peder Brown, Rasyonalite ve İnancın Çatışması” ismiyle yayımlandı. Özellikle polisiye edebiyat alanındaki çalışmalarına ağırlık veren Fulya Turhan, Episode ve 221B editörlerindendir. Türkiye’de sayılı Sherlock Holmes uzmanlarından biridir.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir