Para Kullanan Hiç Kimse Özgür Değildir!

 Para Kullanan Hiç Kimse Özgür Değildir!

Estetik çok gerekliyse, buna söyleyecek lafım yok. Mesela kişiyi ağzı, burnu çok mutsuz ediyorsa düzeltilmesinden yanayım. Ama bir oyuncunun, hele de tiyatro oyuncusunun estetik yaptırmasına karşıyım.

Botokstu, burun düzelttirmeydi, kaş kaldırmaydı… Tüm o mimikler kayboluyor. Tek tip bir yüz oluyor. Diyelim tanınmış bir kadın; 70 yaşlarında, estetik olduğu için 45 duruyor, performans olarak da iyi ama dalağı ne yapacağız? Dalak 70 yaşında. Onu da değiştirebiliyorsak tamam. Kalbim 70 yaşında, ben 45 yaşındayım. İçimdekiyle dışımdaki uyumsuz.

O zaman estetik ne oluyor? Bedenle ruh birbirine uymuyor. Bu anlamda rahatsız oluyorum. Ben hiç heveslenmedim. Hatta, “Burnunu bedavaya estetik yapalım,” dedi doktor, “hayır,” dedim. Hayır! Ben bu burunla para kazanıyorum. Burnum hokka gibi olsaydı o parayı kazanamazdım, sıradan biri olurdum. Güzellik için kaburgasını bile aldıran varmış, yaşlanınca o kaburga lazım olacak onlara. O zaman ne yapacaklar?

Güzellik göreceli bir şey. Hokka gibi kadınlar, erkekler var. Çok güzel yüz seyretmek istesem, resim koyarım karşıma, ona bakarım. Aynı şey. Ruhu olmayan şey bana ters. Güzellik tutkusu çoğu kadında var. Oyunculukta kadın mizahçının çok çıkmaması biraz bundan; yüzlerini bozamadıklarından.

14 yaşından beri çalışıyorum. Zamanı kıt olan bir insanım. Zaman bulunca da ruhumu dinlendirmeye çalışıyorum.

Kendini sevmezsen hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevemezsin. Kendini seven herkesi sever. Bizim insanımız kendini sevmiyor. Trafikte görüyorum, makas atarak gidiyor arabayla. Kendini sevse bunu yapmaz. Ötekilerini de sevmiyor anlamına geliyor bu. Hadi bırak birini sevmeyi, malını da sevmiyor.

Çok uzun zaman önce bir TV kanalında, küçük çocukları yarıştırıyorlardı. Onları makyajla Ajda Pekkan’a, Gülben Ergen’e benzetip birer şarkılarını söyletiyorlardı. Niye o küçük kızın içine büyük bir kadın sokuyorsun? 3 yaşında, 5 yaşında çocuklara, niye? Çocukların yarışmalara girmesinden hoşlanmıyorum.

Bana çok büyük teklifler geldi böyle yarışmalarla ilgili, geri çevirdim. Bir kere mecbur kaldım; Müjdat Gezen hastaydı, rica ettiler, onun yerine gittim. Tiyatroyla ilgili bir yarışmaydı. Orada fikrimin ne kadar doğru olduğunu anladım. Bu çocuklar 10 numara, 9 numara, 8 numara değil. Senin verdiğin not değil bu çocuklar. Tiyatro yapa yapa, seyredile seyredile, okuya okuya öğrenilen bir şey.

Çocuğun o günkü heyecanıyla, senin ne hakkın var 10 vermeye, 8 vermeye, 5 vermeye? Aynı şekilde not sistemi çocukları okuldan da soğutuyor. Çünkü paralel bir eğitim var. Yüz yüze eğitim yok bizde. Yarış atı gibi.

Hep çalıştım. 14 yaşından beri çalışıyorum. Zamanı kıt olan bir insanım. Zaman bulunca da ruhumu dinlendirmeye çalışıyorum. Kızım Elvan’ın küçükken gittiği okulda beslenme saati vardı, hâlâ var. Beslenme bir bütündür. Saate bağlı değildir. Okul idaresi, okul aile birliği, öğretmenler bile bununla baş edemedi. Okula veliler tarafından tepsi tepsi börekler geliyordu. Anneler yarışıyordu. Beslenme, börekle mi olur? Süt, peynir, meyve nerede? Okul idaresi kokulu meyve getirmeyin diyor, alamayanlar var, getiriyorsanız da bütün sınıfa getirin, diyor. Bazıları, ne kadar uyarılsalar da inadına getiriyorlardı. Mandalina kokar, muz imrendirir… Dinlemiyorlar. Yarış halinde poğaçalar, pastalar…

Benim bunları yapacak vaktim yok. Ancak küçük bir tepside bir şey yapabilirim. Bunu da sürekli yapamam. Biliyorum kendimi. Ya da hazır alacağım. Börek yapmayı, tatlı yapmayı ben bir günde ya da bir haftada öğrenirim ama onlar benim yaptığım işi bu sürede öğrenemezler. Gelin yapmayalım, dedim. Karar alındı; bir gün patates, bir gün meyve, yumurta… Yine dinlemediler. Bu nasıl bir yarış? Diziler arasındaki reyting yarışı gibi.

Para kullanan hiç kimse özgür değildir. Demokrasi tabii lazım. Yasalara uygun bir şekilde istediğini yapabilirsin. Ama tam bir özgürlük yok. Bir gazeteci yazdığı, çizdiği şeylerden hapse atılıyorsa hangi özgürlükten söz edebiliriz ki?

Tiyatroda kurallar var. Bu konuda fazla itinalı davranmıyorum. Ama prensiplerimde çok dikkatliyim. Geç kalmamak gibi. Rolümün en iyisini yapmak, arkadaşlarıma sahne üzerinde namussuzluk yapmamak gibi. Onun yerinde durmamak veya onun önüne geçmemek, alkışını çalmamak gibi… Kendimi rahat bıraksam da, tam anlamıyla özgürlükten söz etmek zor. Bir başına oynasan bile özgür olamazsın. Çünkü tiyatro, demokrasinin girmediği tek yerdir. Çok fazla kural, hiyerarşi var. Onlara uymayanlar orada kalamaz. Ne yaparsan yap, seni kusar.

Olanlara gülmeyi becerebiliyorum. Herkesle beraber gülmeyi de seviyorum. Ben oyuncuyum, oyun oynuyorum. Oyun ciddi bir şey. Ama bir o kadar da rahat bir şey. O yüzden o kadar ciddiye almıyorum. Ne yaparsam yapayım, ben Ayşen’im işte. Allah aşkına, beni Juliet olarak kabul ediyor mu seyirci? Ayşen, Juliet’i oynuyor diye kabul ediyor.

Evimde modaya uygun hiçbir şey yok. Her şey birbiriyle uyumsuz. Ama ev gülümsüyor.

Moda diye kaç milyarlık çantalara para harcıyorlar. Luis Vitton çanta alacağıma, Zaz’ı dinlemeyi tercih ederim. Çünkü seni gösteren üstündeki elbise değil. O da bir yarış. Açılışlara falan gidenlere bakın, mecmualarda da çıkıyorlar. Kendilerine yakışmayan pahalı elbiseler giyiyorlar. Ve o kişiler de modayı çok iyi takip ediyorlar. O kadar beyin yıkanıyor ki…

Mabel çikletleri vardı ben çocukken. İçinden dünyaca ünlü yıldızların resimleri çıkardı. Bütün o ünlü insanları Mabel çikleti kokuyor sanırdım. Hiçbir şey bilmeyen insanlar da böyle bakıyor; paranın gözü kör olsun, diye bakıyor.

Evimde de modaya uygun hiçbir şey yok. Her şey birbiriyle uyumsuz. Ama ev gülümsüyor. Benim evime gelen, bir eşyanın yanına koyduğum bir objeyi saçma bulabilir. Onun bir anısı vardır. Biri bana vermiştir.

Sistem, erkekleri daha serbest bırakıyor. Rahatça gece dışarı çıkabiliyor, maça gidebiliyorlar, pervasızca küfür edebiliyor, her şeyi yapıyorlar. Kadınların belli bir sınırı var. Ne kadar yaparım desen de yapamıyorsun. Telesekreterime beni bulamayanlar için şöyle mesaj bırakmıştım: İyi kızlar cennete, kötü kızlar her yere. Ben kötü kızım, cennete gitmek istemiyorum.

Bu yazı, Pulbiber derginin Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.

Ayşen Gruda

Related post