Şükrü Özyıldız: “Yaptığım İşte Gerçeği, En Organiği Arıyorum”

 Şükrü Özyıldız: “Yaptığım İşte Gerçeği, En Organiği Arıyorum”

[blockquote size=”fourth” align=”left” byline=””]Röportaj: Özlem Özdemir[/blockquote]Uçurum’dan Kış Güneşi’ne farklı karakterlerde izlediğimiz Şükrü Özyıldız Şubat ayında FOX TV’de yayınlanmaya başlayacak Çoban Yıldızı dizisiyle ekranlara dönüyor. “Seyit’te yalnızlık hâkim” diyerek tanımladığı yeni rolüne Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanını okuyarak hazırlanıyor. Ekranda risk faktörünün artık daha yüksek olduğunu, bu nedenle bir oyuncunun sürekli kendini geliştirmesi gerektiğini düşünen Şükrü Özyıldız’la oyunculuğu, hedeflerini ve dizi sektörünü konuştuk.

Bu röportaj ilk olarak, Episode Dergi’nin Şubat-Mart 2017 tarihli 2.sayısında yayımlanmıştır.

FOX TV’de yakında başlayacak yeni diziniz Çoban Yıldızı ile ilgili biraz bilgi alalım öncelikle…

Çoban Yıldızı’nın şubat sonunda yayınlanması planlanıyor. Çekimler için Kapadokya’ya gidiyoruz. Yöre insanının orada nasıl yaşadığına, ne gibi koşullarda hayatlarını devam ettirdiklerine dair bazı bilgiler de içeriyor dizi. Ayrıca çok kuvvetli bir aşk hikâyesi ve tabii ki aşkı daha da kuvvetli kılan engeller işleniyor. Selim Bayraktar, Menderes Samancılar, Arif Erkin, Selin Şekerci gibi çok iyi oyuncular var kadroda. Beni çok heyecanlandıran senaryosu Gülizar Irmak’a ait, zaten çok iyi bir kalem. Gül Oğuz yapımcımız.

Çoban Yıldızı’nın, içine doğduğumuz dünyanın kurallarına mecbur kaldığımızı anlatan bir hikâyesi var. Ben senaryoyu çok önemsiyorum, senaryo yapısı, dramatik kurgular, bunların hepsi çok önemli; çünkü oyuncular, kanal ne olursa olsun sonuçta bir hikâye anlatıyorsunuz ve o hikâyenin dinamikleri çok önemli. Bu senaryo da çok iyi kurulmuş, beğenerek okudum.

Başa dönersek, oyunculuk atölyesine gittiğiniz ilk yer Porto, neden gittiniz Portekiz’e?

21 yaşındayken gittim ve bir yıl Porto’da kaldım. Erasmus için gitmiştim. Bunu hep anlatıyorum çünkü beni ben yapan kararları aldıran bir süreçti. Orada bir oyunculuk atölyesine katıldım. O atölye bana kapı açtı, “Oyunculuk nasıl bir şey, bana neler katar?” sorularımın cevabı oldu. Döndüğümde, oyuncu olmak istiyorum, nerede eğitim alabilirim, ne yapabilirim, nasıl yapabilirim, bunları sorgulamamı ve bu alanda cesaretlenmemi sağlayan bir deneyimdi benim için.

İzmir’e dönünce oyunculuk eğitimi almaya başlıyorsunuz ve sonrasında da ekrandaki ilk işiniz günlük yayınlanan bir dizi oluyor.

Evet. Günlük dizi inanılmaz bir tempoyla çekiliyor. Bir yaşam şekli bile denilebilir. Çünkü haftada beş bölüm, biz neredeyse altı gün sette yatıp kalkıyorduk. Ama bana çok şey öğretti o çalışma temposu. Günlük diziden sonra, o dönemde Cem Karcı Uçurum’u çekiyordu. Onunla bir deneme çekimi yaptık, sonra İstanbul’a geldim.

Uçurum, Moldova’dan İstanbul’a çalışmak için gelen ancak fuhuş çetesinin eline düşen iki kadının hikâyesini anlatıyordu. Özgün ve sert bir hikâyesi vardı.

Evet, Uçurum, hikâye açısından milat olabilir, Türk dizi tarihinde böyle bir konu işlenmedi, sahneler de oldukça açık ve netti. Sert sahneler vardı, izledikten sonra, “Nasıl olabiliyor?” derdim ama oldu mu da oluyor işte.

Aksaray’da gerçekten bu hayatı yaşamış insanlarla görüşmüştük, bir ön çalışmamız olmuştu ve Aksaray’da çekiyorduk diziyi. Güvenlik önlemleri alıyorduk ama ister istemez etkisine giriyorduk oradaki atmosferin.

Yoğun bir çaresizlik hisseder insan…

Çaresizlik ön çalışmada bize işlenmişti. Çünkü orada görüştüğümüz insanlar, gerçekten insan kaçakçılığının kurbanlarıydı. Biz o insanlardan fikir almıştık. Onlara destek olup onların sesi olmaya çalışıyorduk ama ilk tanışmada bile çaresizliklerini anlıyor ve onlarla empati kurmaya başlıyorduk tabii.

Sonrasında Tatlı Küçük Yalancılar, Şeref Meselesi ve Kış Güneşi… farklı türlerdeki dizilerde yer aldınız, oyuncu olarak diğerlerinden daha çok sevdiğiniz alt tür var mı?

Oyuncu olarak konsantrasyonum rol üzerine. Beni oyuncu olarak bu rolde heyecanlandıracak ne var, önce ona bakıyorum. Kış Güneşi’nde iki farklı rol vardı, bu beni çok heyecanlandırıyordu mesela. Uçurum da keza öyle. Tatlı Küçük Yalancılar, Türkiye’de daha önce denenmemiş bir türdü, bu da beni çok heyecanlandırmıştı.

“Buralı” ve iyi bir uyarlamaydı.

Evet, doğru tanım bu aslında, “buralı”. Daha önce yapılmamış işlere daha çok heyecanlanıyorum. Beni oyuncu olarak zorlayacak işlerde heyecanlanıyorum. Sert bir gerçekliği içinde barındıran şeye heyecanlanıyorum. Yerimde durmayı sevmiyorum açıkçası. Oyuncu olarak da beni zorlaması lazım rolün.

İyi edebiyatın olduğu topraklardayız ama dizilerdeki tür çeşitliliğinin, senaryoların bu kadar kısır kalması garip değil mi?

Bu cümlelerin aynısını yapımcımız Gül Oğuz’a söylemiştim. O da bana Çoban Yıldızı’nın senaryosunu verdi ve “İşte bu yüzden bu işi okumalısın,” dedi. Bizdeki çoğu işte, hikâyenin odak noktası önemli oluyor, diğer tüm dinamikler önemsizleşiyor. Bu, doğru değil aslında. Ana castın hikâyesinin çok önemli olmasının yanında yan castın da hikâyesi çok önemli olmalı. Hikâyeyi gerçek ve etkili bir şekilde anlatmak lazım. Oğlanla kız birbirine âşık ve aralarında engeller var… bu kadar kısır olmamalı. Bunun farkındalığı seyircide de yapımcıda da senaristlerde de gelişmeye başladı. Biraz daha umut verici bu açıdan. Önceki sezona göre bu sene daha umutluyum.

Oyunculukta güzellik en önemli kıstaslardan biri olmaya devam edecek galiba. Ana ve yan tüm karakterlerde bir güzellik arayışı var. Bu sınırlayıcı değil mi sizce?

Hem sınırlayıcı hem de maalesef izleyiciyi koparan bir şey. Diziler, 150 dakika; aslında 60 dakikada anlatmak istediğiniz şeyi anlatabilirsiniz, geri kalan kısım klip. Böyle olunca da güzel/yakışıklı olmak, önemli oluyor maalesef.

Sadece güzel/yakışıklı olmak yetiyor mu peki?

Artık iyi oynayamayan güzel de yakışıklı da olsa daha hızlı eleniyor bence, doğal seleksiyon. Eskiden, daha az dizi olduğu için mi bilmiyorum ama daha toleranslıydı insanlar. Şimdi bir oyuncu, iyi oynamıyorsa hızlı eleniyor. O yüzden oyuncular kendilerini geliştiriyor, kendilerine iyi bakıyorlar. Şimdi, kendine daha çok yatırım yapman gerekiyor. Ben konservatuvarlı değilim ama bütün eğitimleri almaya çalışıyorum. Yaptığım işi önemsiyorum ve kendime bu alanda yatırım yapıyorum. Çünkü o zaman güzel bir şey yaratabilirim. Nereden geldiğin hiç fark etmez; o ekrana, o sahneye çıkmak, artık çok ciddi sorumlulukların olduğu anlamına geliyor, kendini geliştirmek zorundasın. Çünkü o ekrana dönmemek üzere elenebilirsin, şu an risk faktörü daha fazla.

İyi oyuncu olsanız da böyle bir risk var değil mi?

Evet,  iyi ve kendini bir yerlere getirmiş oyuncular için de geçerli bu risk. Hemen, “Onun dizisi tutmuyor,” denilebiliyor. Halbuki dizinin tutması için gerekli kriterlerin bir listesi var. Bu listenin ilk sırasında da senaryo yer alıyor. Oyunculuk kötü olsa da senaryo o kadar iyidir ki iş iyi çıkar. Benim için en önemli örneği, Cinema Paradiso adlı İtalyan filmi. Oyunculuklar o kadar kötü ki ama film, en iyi filmler arasında ilk yirmide. Üç buçuk saat, çok kötü oyunculuk ama mükemmel film… Listede ikinci sırada, görüntü yönetmeni, üçüncü sırada müzik geliyor. İlk üç bu, daha yönetmen yok, oyuncu yok, yapımcı yok. O yüzden, bunun bir takım oyunu olduğunu söylüyorum.

Ama bizde oyuncuya göre senaryo yazdırılabiliyor mesela, doğrusu senaryoya göre cast oluşturmak, oyuncuları seçmekken…

Ben Uçurum dizisi için iki buçuk saatlik audition verdim. En az 15 farklı çekim denedik. Çoban Yıldızı için de tek audition, diğer oyuncularla audition çekimleri alındı.

Dediğiniz şeye çok alıştılar mesela, “Oyuncu belli, ona göre senaryo yazalım, proje oluşturalım.” Doğru olansa, senaryon bellidir ve ona göre oyuncu seçersin. O zaman cast daha doğru olur, o zaman daha doğru projeler çıkar. Mesela Çoban Yıldızı’ndaki karakterim için saçlarımı kestirdim, sakallarımı uzattım, vücudumu değiştirdim… Oyuncu buna açık olmalı. Biz castingin ne demek olduğunu unutuyoruz, bir şekilde hatırlatmak lazım.

Bunu unutunca, onca emeğe rağmen, kötü işler çıkabiliyor…

Yaptığımız işe odaklanmalıyız. Çünkü hepimizin bir değer yaratması ve yarattığımız değerin bir sonucu olması lazım. Ama yaratmaya çalıştığınız değeri boş verip kıssadan hisse yapayım dediğinizde bir değer yaratamıyorsunuz. Kendinizi döndürüyorsunuz sadece. Kariyer, uzun bir yol, sadece oyuncu için değil, sanat yönetmeninin, yönetmenin, cast direktörünün de bir kariyeri var. O yüzden yaptığınız işe ne kadar değer katma odaklı olursanız o zaman hem değer yaratmış hem de kendinizi değerli kılmış olursunuz. Biz asıl noktaya odaklanamıyoruz. Maalesef kapitalist dünyanın bize dayattığı gerçek bu.

Senaryoda sizi rahatsız eden yerleri dile getirme şansınız oluyor mu?

Tabii ki. Herkes egosunu bir tarafa bırakıp işi en iyi çıkarmak için katkıda bulunuyor. Oyuncu olarak senin sesini duymaya açık olan yapımcı, kanal, senaristlerle birlikteyken çok başarılı işler yapabiliyorsun. Ben fikrimi söylüyorum, onları ikna ediyorum ya da onlar beni ikna ediyorlar. Burada önemli olan şey, nasıl daha iyi iş çıkartabiliriz, nasıl daha iyi oynayabiliriz, nasıl daha seyirlik bir dizi, sinema filmi ya da tiyatro oyunu ortaya koyabiliriz… Seyircinin nabzını doğru tutmak, senin verdiğinin ne kadarını aldı ya da senin farkında olmadığın neye dikkat etti, bunları araştırmak lazım.

En büyük eleştirmeniniz kim, her şeyi söyleyebilen?

Birincisi, taksi durağı. Ekipteki kostüm sorumlusunu da, makyaj sorumlusunu da, rejiden arkadaşları da yani herkesi cesaretlendiririm, söyleyin, eleştirin diye. Ama daha iyi olsun diye eleştirmek var; bir de eleştirmek için eleştirmek var. İkincisini otomatik olarak algı ayırt ediyor, onu ciddiye almıyorum. İyi olsun diye eleştirme konusunda insanları cesaretlendiriyorum. Mesela Şeref Meselesi neden çok iyi bir işti biliyor musunuz? Oradaki herkes, sadece yönetmen, oyuncu, sanat yönetmeni değil, rejideki arkadaşlar gelip bize bunu şöyle mi yapsak, böyle mi yapsak diyorlardı ve tekrar prova alıyorduk. Orada Altan Dönmez’in de etkisi vardı, cesaretlendirir insanları. Oyuncu olarak beni de, reji olarak kendi ekibini de. Birbirini pohpohlamak ya da gözüne girmek için değil, işin iyi olması için çalışıyordu herkes. O işte olmaktan çok mutluydum. Kadro değil tek mesele, herkes işi iyi yapma derdinde. Çevremdeki insanlara ne düşündüklerini sorarım ama en büyük eleştirmenim galiba kendimim. Yaptığım işte biraz obsesifim, en iyiyi, en gerçeği, en organiği arıyorum. O yüzden kendimi bir sürü zorluğun içine hiç düşünmeden sokarım. Mesela Kış Güneşi’ndeki ikili sahnelerde epey hırpaladım kendimi. Gidiyordum, beş dakika kapatıyordum kendimi, kapattığım yerden insanlar tuhaf sesler duyuyordu ama işte en organik duyguyu arıyordum orada. Yaptığımız iş de duygularla olduğu için kolay değil, harap edici aslında. Ben, en iyisini yapabilmek için kendimden ödün vermeye de odaklanıyorum.

Diziler insanları etkiliyor mu?

Etkilediğini düşünüyorum. Kurtlar Vadisi insanları etkiliyordu mesela, ben ergendim, beni bile etkiledi. Doğruya doğru. Şimdi, ülkedeki geçim sıkıntısını biliyorsunuz, çalıştınız, akşam eve geldiniz, yemeğinizi yediniz, TV’yi açtınız, yatana kadar izlediğiniz şey nasıl etkilemez sizi? Yatmadan önce izlediğiniz şey, siz uyuduğunuzda beyinde tekrar döner, bu bir öğrenme biçimidir. O yüzden yatana kadar izlediğiniz şey, sizi etkiler tabii ki.

Dizilerin süre sorununa gelelim, bir bölüm artık 150 dakika neredeyse…

Reyting ne kadar yüksekse o kadar reklam alıyor, ne kadar uzunsa reyting o kadar değişiyor, bunların dinamikleri var ve bunların hiçbiri oyuncunun kontrolünde olan durumlar değil. Beni ilgilendiren tek yanı işin kalitesinden, performans gösterdiğim karakterin gerçekliğinden uzaklaşması olur. Bu da ne yazık ki 6 günde yetiştirmeye çalıştığımız 100 küsur dakika içinde zaman zaman karşımıza çıkıyor. Şu anda internet dizileriyle birlikte sürelerin kısaldığı yeni projeler ortaya çıkıyor. Bu da oyuncu için çok büyük bir konfor… Yurtdışındaki internet dizilerinin karşılıkları çok güzel, umarım burada da aynı karşılığı bulur.

Setlerde çalışma şartları biraz daha düzeldi mi?

Büyük yapım firmalarında daha iyi. Sendika dahil oluyor bazı durumlarda. En azından bir set bitimiyle diğer set arasında bir zaman var artık. Bu, uyuman için, kendine gelebilmen için bir süre veriyor. İş güvenliğine dikkat ediliyor. Hâlâ eksiklikler var, ama zamanla mutlaka değişecektir; çünkü insanlar bu konuda da bilinçleniyor. Artık gizli kapaklı iş yapamazsınız. Sendika müdahale ediyor, yönetmen, yapımcı… her şey göz önünde artık. O yüzden insanın daha ön planda olduğu bir süreç başladı, daha da iyi olabilir. En azından bununla ilgili sağlam adımlar var.

Neler okuyorsunuz?

Roman okuyarak rollere çalıştığım oluyor. Ekşi Elmalar için Evrim Alataş’ın romanı Her Dağın Gölgesi Denize Düşer’i okumuştum. Şimdi Çoban Yıldızı’ndaki karakterim için Yüzyıllık Yalnızlık romanını okuyorum. Oynayacağım karakterin ismi Seyit, Seyit’te bir yalnızlık hâkim. Bu yüzden o kitaba başladım.

Güzel bir yöntemmiş, bütün dizi ve filmler için yaptınız mı?

Yok, hepsinde yapmadım. Bu, Yılmaz Erdoğan’ın tavsiyesiydi. Her rolün bir romanı, bir kitabı olmalı demişti. Oynayacağım karakterdeki duygu durumunu kavramak ve o duyguyu buraya yansıtmak için roman, bir katman oluyor, o katman da oyunculuğa seyirlik bir şey katıyor.

Bateri çalıyorsunuz, grubunuz var mı?

Eskiden vardı. Şimdi setlerdeyim, eve gidip yeteneklerimi kaybetmeyeyim diye biraz solo bir şeyler çıkarayım diyorum. Çok yakın bir arkadaşım var, bazen onunla bir şeyler yapıyoruz. Onunla projelerimiz var, perküsyon-davul, Latin müzikleri, bir şeyler düşünüyoruz, bakalım.

Albüm mü?

Yok, albüm değil. O şarkı bir olsun da, dijital olur, albüm olur fark etmez, biz onu bir şekilde yayınlarız.

Yazıyor musunuz?

Benim kalemim biraz sert, yazdım mı biraz sert yazıyorum. O yüzden unumu eleyip eleğimi asmışken hayatımı anlatan bir kitap yazıp gözlerimi kapatabilirim herhalde.

Hangi dizileri izliyorsunuz?

The OA, Stranger Things, sinema filmlerinden Prometheus. Bunlar, en sevdiğim projeler. Türlerine baktığımda biraz bilimkurgu, biraz nereden geldik, nasıl bir evrendeyiz gibi içinde cevaplanmamış soruları, “bir de böyle olabilir mi acaba”yı barındıran türleri seviyorum aslında.

Fotoğraf: Dilan Bozyel
Moda Editörü: Fulya Alan
Makyaj: Yasin Şefik
Stüdyo&Prodüksiyon: Boom Photography& Film Production

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir