Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Psikanaliz: Mare of Eeasttown
Yazı: Esra Koçak
Bu yazı Episode Dergi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
“Acını sözlere dök. Yoksa söze dökmediğin bu yas, kalbin kırılana kadar fısıldar yüreğine.”
Macbeth – William Shakespeare
Sinemalara adımımızı atamadığımız, hatta dönem dönem sokağa çıkamadığımız bu zorlu yılın tesellisi televizyon dizileri oldu. Evlere kapanmak zorunda kalan dünyaya bir küçük teselli vererek izlettiği hikâyelerle hayatın aktığı günleri anımsattı bize diziler. Kendimizi yaşadığımız gerçeklikten koparıp hikâyenin gerçekliğine sıçrayarak kısa süre için bile olsa sıkıntılardan ve bunaltılardan uzaklaştık böylece. Televizyon dizilerinin önemli yapımcılarından HBO’nun yıllardır bize izlettiği neredeyse hiçbir dizi yoktu ki çarpıcı olmasın. Mare of Easttown da gerek kadrosu gerek hikâyesiyle yine böyle bir diziydi. Başroldeki Kate Winslet’ın neredeyse tamamen karaktere dönüşecek ölçüde iyi oynadığı Mare of Easttown bir polisiye gibi gözükse de aslında taşra, annelik ve yas üstüne bir hikâye anlatmaktaydı bize.
Hikâyede önce kasabanın dinamiklerine dair birkaç bilgi öğreniriz. Tipik bir taşra olan Easttown’da birçok insan akrabadır, evlilik ya da kan bağıyla birbirine bağlıdır, öyle olmayanlar da yıllardır aynı yerde yaşadıkları için bir çeşit akrabalık bağı gelişmiştir çoğunun arasında. Herkes birbirini tanır, iyileri ve kötüleri, atfedilen iyiler ve kötüler ile… Taşranın temel sıkıntısı budur, herkes tanımlıdır ve o tanım gereği yaşamak zorunda hissettirilir. Örneğin Mare lise basketbol takımının kaptanıyken takımı şampiyon yapan basketi atar, artık bir kahramandır. Yıllar yıllar sonra yaşlı bir kadın, evinin dikizlendiğini haber vermek için karakol yerine Mare’i arar örneğin, onun tanımı gereği bir kahraman olması gerekir çünkü. Mare de dizinin ilerleyen bölümlerinde kahraman olabilmek için ortağını bertaraf etmeye çalışarak ondan bilgi saklar. Bu tanımları kabul etmek istemiyor, şikâyet ediyor gibi gözükseler de yıllar içinde bireyler de kendi tanımlarına sıkışıverir çünkü.
Taşrada etiketler gibi özgün kabuller vardır ve o kabuller yanlış şeylerin bile doğruymuş gibi algılanmasına neden olabilir. Mesela dizinin temasında gözüme ilk çarpan olgulardan biri, çocuk yaşta ebeveyn olan kızlar ve oğlanlardı. Henüz lisede ebeveyn olmak modern dünya için travmatik olabilecek bir deneyimken Easttown için çok da norm dışı sayılmıyor gibiydi. Oysa durumun handikaplarını hikâyelerin içindeki detaylarda görebiliyorduk, daha büyük sorunlara nasıl yol açtığını, nasıl da yıkıcı olabildiğini… Bir kısım kabuller ise sessiz kabullerdi, tasvip edildiği açık edilmeyen ama kabul gören olgular. Genç kızların, herkesin birbirini tanıdığı küçücük bir yerde fahişelik yapması örneğin.
Taşrada insanlar birbirinden nefret edebilir ama yüzlerine gülüp öfkelerini pasif agresif şekilde ortaya koyarlar. Çünkü bir arada olmak mecburidir, öfke çekip gitmez, bir şekilde işlenmek zorundadır. Bu yüzden David Lynch’in Blue Velvet’inin açılışında olduğu gibi yeşil çimenler, kırmızı güller, mavi bir gök, gülümseyen yüzlerin göründüğü kadrajdan aşağıya indikçe içerideki agresyonu ve gizli dehşetleri görürüz. Neredeyse bölünmüş bir gerçeklik, herkesin dost olduğu samimi kasabanın genç kızların çıplak ve ölü bedenlerinin dereye atıldığı bir yere dönüşmesi mümkündür; çünkü görünenler, görünmesi gereken ve görünmesi uygun bulunanlardır, gerçekten olanlar değil.
Kasabada görünen ve olan arasında belirgin farklar varsa dizinin görünen hikâyesi ve asıl anlattığı arasında da böyle bir fark vardır. “Kızı kim öldürdü” hikâyesi gibi gözükse de dizi temelde annelik ve yas üzerine bir hikâye anlatır bize. Dizide hikâyeleri anlatılan kişiler de anneler ve çocuklardır aslında.
Erin çocuk annedir, henüz kendisi anneliğe ihtiyaç duyarken ve annesini yitirmişken anne olmuştur. Belki bebeği, onun yitirdiği annesinin yasını tutmasına yardım eden bir araca dönüşmüştür onun için. Duygusal ya da fiziksel olarak bağımlı olunan bir kişinin beklenmeyen kaybı, sarsıcı bir içsel deneyimdir. Bir çocuğun annesini aniden yitirmesi yoğun bir yas deneyimini birlikte getirir. Hele de geride kalan ebeveyn Erin’ın babası gibi agresif, korkutucu ve ihmalkâr bir figürse yasın derinliği ve sarsıcılığı artar. Böyle durumlarda kaybı yaşayan kişinin, ölen kişinin imgesini içeatım yoluyla zihnine entegre ederek yas tutmaya çalışması görülebilir. Özellikle ölen kişi vazgeçilmez bir nesneyse ego, kayıp nesnenin içeatımı ve bununla özdeşimi yoluyla o kişinin rolünü üstlenebilir. Erin’ın annesinin ölümünün üstüne, babasının kuzeni, belki bilinçdışında babasının bir ikamesiyle seks yaparak hamile kalması, bir bebek doğurarak anne olması, büyük ihtimalle yasını tutmakta zorlandığı annesiyle içeatım yoluyla kurduğu özdeşimin bir sonucudur. Böylece kendisi, annesinin yerine geçmiş, annesinin yas acısına bu şekilde deva bulmuştur. Bilinçdışı düzlemde gerçekleşen bu hikâyenin bir de bilinç düzlemi var elbet. Çocuk yaşta ebeveyn olmanın Erin’ın zaten yolunda gitmeyen hayatında daha da yıkıcı etkiler yapacağını kestirmek güç olmaz. Okulu, arkadaşlarını bırakmak zorunda kalan bir çocuğun duygusal açlığını gidermek için ötekilere sığınması şaşırtıcı değildir. Bu da çocuğu istismara açık kılar, tıpkı dizide olduğu gibi kötücül bir öteki tarafından istismarına neden olabilir.
Gençlerin istismarında sadece rüşt ya da rızayı değil duygusal, zihinsel faktörleri de hesaba katmak gerektiği unutulmamalıdır. Her türlü ilişkisel asimetri, asimetrinin zayıf, bağımlı, genç, güçsüz tarafındaki kişiyi istismara açık kılar. Burada vazife, asimetrinin güçlü ya da olgun tarafında olana düşer. Gücü elinde tutanın kötüye kullanmaması esastır. Erin tam da böyle bir kötüye kullanma halinin kurbanı olmuştur işte.
Dizideki asıl anne figürüyse Mare’di. Önce kasabanın annesi olarak görürüz Mare’i. Herkesin derdine koşan, sorunlara çözüm bulması beklenen, sızlanarak yanına gidilen bir figür. Kendisine yansıtılan bu anne imgesiyle bazen şikâyet ederek de olsa, istemiyor gibi gözükse de özdeşim kurar Mare. Hikâye ilerledikçe Mare’in kendi evini de görme ve ailesini tanıma şansımız olur. Bir genç kızı olduğunu anlarız, bir de çok küçük bir çocuk vardır evde, anneliğinin Mare, Mare’in annesi Helen ve kızı Siobhan tarafından paylaşıldığı ama asıl annenin kim olduğunu başta anlayamadığımız bir oğlan. Bu oğlanın Mare’in genç ebeveyn olan oğlunun çocuğu olduğunu ilerleyen kısımlarda öğreniriz ve Mare’in oğlunun kaderini de…
Bir çocuğun intiharı bir ebeveyn için olabilecek en yıkıcı olaydır. İntihar olmaksızın evlat kaybı bile son derece zorlu bir yas süreci demekken her intihar, arkada kalanlara bir suçlama olduğu için ebeveynin yasını yaşamasını ve ölümü kabullenmesini çok daha fazla zorlayacak bir yitimdir çocuğunun intiharı. Mare’in hikâyesi sadece oğlunun ölümü nedeniyle değil, baştan sona bir yas öyküsüdür zaten.
Önce çocuk yaşta babasını yitirir. Babasının yineleyen depresif atakları olmakta, annesi bu ataklara empatiyle yaklaşamayıp babasını evden uzaklaştırmaktadır. Günün birindeyse baba kendisini öldürür. Burada babanın intiharı ve yine intihar nedeniyle ağırlaşan yas sürecini yaşar Mare ve o da özdeşimli bir yas tutar, “babası gibi” polis olur. Yitimini kabullenmekte zorlandığı babasını içeatımla zihninin bir parçası yapar, sonra da onunla kurduğu özdeşimle onun mesleğini yapmaya karar verir.
Annesinin babasına karşı duyarsız tutumu da bir yas sebebidir; “iyi anneyi” öldürmek zorundadır Mare, annesinin hatalı ve “kötü de olabilen” bir anne olduğunun kabulü de bir yas sürecidir.
Lady Hawk olarak lakap takılan basketbol takımının umut veren yıldızıyken kasabasından çıkamamış bir polis memuru olmak, gelecek hayallerinin, ideal kendiliğinin yasını gerektirir. Oğlunun davranış ve ruhsal sorunlarının başlamasıyla ideal çocuk hayalinin yasını tutmak zorunda kalan Mare, daha sonra onun intihar ederek ölmesiyle babasından sonra ikinci travmatik yasını yaşar. Sonrasında eşinin onu terkinin yası gelir.
Bütün bu yitim hikâyesi öylesine serttir ve Mare’in annesi, yatıştırıcı işlevi öylesine az bir annedir ki Mare bütün bu yasları biriktirir ve bazısını bastırarak bazısını öfkeyle bazısını yadsıyarak yaşamını sürdürmeye çalışır.
Bu sırada sanki dünyayı umursamayan, sert bir kabuk giymiştir üstüne, içine saklamıştır bütün kırılganlığını. Eşinin yeniden evlenecek olmasının üzüntüsünü hiç umursamıyormuş gibi davranarak saklamaya çalışır örneğin. Torununun velayeti riske girdiğinde çok aşırı bir davranışta bulunur, torununun annesini uyuşturucu yerleştirerek suçlamaya çalışır, kanuna karşı gelir. Mare’i bu ölçüde çılgınca bir şey yapmaya iten şeyse üstündeki kabuğun da nedeni olan, ömür boyu onu takip eden işleyemediği yaslardır. Torununun gitme ihtimalini kabullenmek ve onun yasını tolere etmek öylesine imkânsız gözükür ki bunu engellemek için kendisini ve mesleğini riske atar. Mare bir oğlundan sonra, üstelik zihninde onun uzantısı olan bir çocuk daha kaybetmeyi göze alamaz.
Sigmund Freud, kızı Sophie’yi 27 yaşındayken İspanyol gribi salgınında kaybettikten 10 yıl sonra bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle der:
“Böyle bir yitimin ardından akut yas durumunun yatışacağını bilmemize karşın avunamayacağımızı ve asla onun yerini dolduracak bir şey bulamayacağımızı da biliyoruz. Boşluğu dolduran ne olursa olsun, tam olarak doldursa bile, yine de o başka bir şey olarak kalır.’’
Freud’un söylediği gibi boşluğun kabulü ve yitimin gerçeğini içselleştirmek yas için en önemli unsurlardan biridir. Bir vazgeçiş ya da yıkım olmadan bir inşa sürecinin başlaması imkânsızdır. Yas; eksikliğin, boşluğun ve yitimin kabulüyle kendiliğin yeniden yapılanmasıdır bir yandan. Yasını tutamayan bireylerde akışta bir tıkanıklık olur, bu tıkanılıklığın ruhsal dünyada yarattığı gerilim, ruhsal ya da ilişkisel sorunlar şeklinde döner kişiye. Özellikle Mare’inki gibi içinde suçluluk ve sorumluluk duygusu içeren, çocuk kaybının neden olduğu ve ani olan yas süreçleri komplike yas olarak tanımlanır. Oğlunun videosunu Siobhan’ın bilgisayarında izlediği an zihninde beliren flashbackte ne kadar çaresiz hissettiğini ve oğlunun, “Senden nefret ediyorum!” diye bağırışını anımsar örneğin, neredeyse travmatik bir anıdır bu ve bastırılmış yasa dair bütün o suçluluk ve acı o çatlaktan akıverir…
Annelik her zaman süreğen bir sorgulamadır. Bu kadar çok sevdiğiniz ve sorumlusu olduğunuz bir canlıya yetmeniz mümkün değildir; hep daha fazlasını, en iyisini vermek istersiniz ama bir anne, bir insan olduğu için eksik ve kusurludur. Belki annelik başlı başına bir çeşit yas içerir; hayal edilen, kurgulanan ideal annelik ile gerçek annelik arasındaki farkın yasını tutar her anne yıllar içinde, ve bu yas kaygı ve suçluluk içerir daima.
Hele de intihar eden bir çocuğun yarattığı duyguları yerin altına itmek için bastırma çok kolaylıkla devreye girebilir. Kızının da belirttiği gibi Mare, oğlunun ölümünün acısını bastırmakta, konuyu konuşmamaktadır ve hatta oğlunun kendini astığı tavan arasına ölümünden sonra adım bile atmamıştır. Ne zaman ki zorunlu terapiye gönderilir ve ölümü tabu olmaktan çıkarır, o zaman yasını tutmaya başlar.
Ölüm ve yas kabullenilmeden, tutulmamış yasın yarattığı tıkanıklık nedeniyle yaşam da imkânsızlaşır. Kişi sanki reçinenin içine hapsolmuş gibi, zamanın dışında ve ötesinde bir alanda sıkışır kalır. Üzüntüsünü hissedemediği için sevincini de yaşayamaz, ölümü kabullenemediği için hayatı da yaşayamaz. Mare dizinin sonunda tavan arasının kapağını aralarken yıllardır işleyemediği tüm yasları, oğlunun yası üzerinden işler ve o devasa içsel tıkanıklığa kapak aralar aslında. Ancak bunun üstüne kızının uzaklara gitmesini, torununun kendi annesiyle zaman geçirmesini onaylayacak kadar, tekrar yaşayacak ve yaşatacak kadar güçlenir ruhsal olarak.
Sinemada, televizyonda ve edebiyatta yas konusunun işlenmesi, bazen farkında olduğumuz bazense hiç bilmediğimiz kendi yaslarımız üzerine düşünme ve kırılgan duygularımızı hissetme şansı veriyor bize. Bildiğimiz dünyanın yasını tutmak zorunda kaldığımız, hasret kaldığımız küçük mutlulukların yokluğunun matemini tuttuğumuz, bu bambaşka düzeni getiren salgın sürecinde Mare of Easttown’ın bize yitim ve yitimle yaşamayı anımsatması pek güzel bir tefekkür imkânı yarattı bize; hiçbirimizin, hiçbir hayatın tam olmadığını, yaşamın ve dünyanın eksikliklerini, yarımlıklarını ve buna rağmen ve hatta bazen bunların yarattığı tekamül sayesinde, hayatta olmanın, yaşamanın mümkün ve güzel olduğunu anımsattı.