Prof. Dr. Nükhet Sirman: ‘Güçlü kadın, kendini ve dünyayı anlamaya çalışandır’

 Prof. Dr. Nükhet Sirman: ‘Güçlü kadın, kendini ve dünyayı anlamaya çalışandır’

Prof. Dr. Nükhet Sirman, Ezgi Özcan’ın hazırladığı “Güçlü Kadınlar” dosyasında yerli dizileri ve kadın karakterleri değerlendirdi.

Bu alanda çalışmaya başlamadan önce yerli dizilerle aranız nasıldı? Ne sıklıkla takip ederdiniz?

Ben aşağı yukarı 90’lı yıllardan beri yani çocuğum doğduktan ve dışarı çıkma olanağım sınırlandığından beri dizi seyrediyorum. İlk başlarda daha az seyrederken şimdi neredeyse her akşam seyrediyorum.

Seyretmeye başlar başlamaz diziler üzerine çalışmaya da başladım. İlk çalışmam Ayse Öncü ile birlikte Bizimkiler dizisi üzerineydi. Maalesef o çalışmadan çok şey çıkaramadım ama çok önemli bir öğrenme süreciydi. O sıralar Baba Evi, Yılan Hikâyesi gibi diziler vardı ama tabii en başta keyif için izlediğim Şaşıfelek Çıkmazı vardı. O zamanlar öyle pek sık da takip etmiyordum. O zamanın dizileri, şimdiye nazaran çok daha küçük bütçeli, çok gündelik, hani hiçbir şey olmuyor denen cinsten dizilerdi. Mesela Ferhunde Hanımlar’da bir telefon konuşması (evdeki sabit telefondan) heyecan yaratabiliyordu.

Kadınlar sinema yıldızına değil, çok daha kendimize benziyordu. Küçük olaylar dünyasındaydık. Süper Baba, Perihan Abla, Bizimkiler ailenin gündeliğini kutlamaya yönelik böyle dizilerdi. Teknik açıdan bugünün dizileri fersah fersah üstün.

Televizyonla mesainiz arttığından beri kaç dizi takip ediyorsunuz? Nasıl bir izleme alışkanlığınız var?

Ortalama 10 dizi takip ediyorum. Çarsamba akşamları hep bir yükleme var genelde. Birkaç senedir bu böyle. Ama diğer diziler hakkında da bir fikrim oluyor. Reklam aralarında ya da ara ara internetten bakıyorum. Bu daha çok genel bir resim edinmek için. Belli bir dönemde ne tip hikâyelerin anlatılabilir bulunduğunu, hangilerinin daha sıklıkla tekrarlandığını görmek ilginç oluyor. Mesela bir süredir çocuk yetiştirme yurdunda büyüyen çocuklara ilgi arttı. Esas konusu bu olan diziler de çıktı, sadece bir karakterin öyküsüne böyle bir yetimlik sıkıştıran diziler de var.

Şu sıralar favori diziniz ve dizi karakteriniz hangisi? Seyirci olarak hikâyede ve karakterde neleri ilgi çekici bulursunuz?

Tabii ki Poyraz Karayel. Hatta Feyza Akınerdem’le birlikte bu dizi üzerine hem bir akademik makale yazdık hem de bir konuşma yaptık. Dizinin setine de gittik, yazı ekibiyle de sohbet ettik. Dizi, bugün üzerine konuşma dersi olan bir dizi. Konusunu Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanından alıyor. Bu romanı günümüze getiriyor, onunla konuşuyor, sorduğu sorulara cevap veriyor. Poyraz düz bir karakter değil, ironi her tarafinda. Ters köşe yapması hayatını böyle yaşamasından kaynaklanıyor. Sadece düşmanını yenme arzusundan değil. Günümüz Türkiye’sini bir polisiye anlatı tarzında gündeme getiriyor. Diyaloglar ve özellikle tiradlar çok iyi. Karakter olarak Poyraz da iyi ama yine de Hayat Şarkısı’nın Hülya’sı ve Bayram’ı bambaşka.

“Hikâye, Bir Duygu Meselesidir”

Mesleki olarak dizi hikâyelerini ve karakterlerini nerede durarak değerlendiriyorsunuz? Akademik bakış açınız nedir?

Ben daha çok anlatı formatlarının değerlendirilmesi üzerinde duruyorum. Buna göre karakterler, anlatıyı taşımaya yarayan, bizim merak edip onları takip etmemizi sağlayan işlevler gören anlatı unsurları. Karakterin iyi çizilmesi, derinlikli olması anlatı biçiminin elini güçlendirir. Karakteri canlı ve merak edilebilir kılar. Bu merak bazen özdeşleştirmeyi getirebilir ama bu illaki zorunlu değildir. Eğlendirmesi gerekir, arzu edilmesi gerekir, korkulması bile gerekebilir ki bunlar illaki bir özdeşleşmeden ziyade izleyicinin ben ve o ilişkisini kurmasını sağlar. “Ben benim burada duruyorum, böyle bir karakterle nasıl bir ilişkim olabilirdi?” sorusu “Bana ne kadar benziyor?” sorusundan daha önemli bile olabilir. Eğer özellikle kahraman merak edilesi olmazsa o dizi hiç takip edilemez. Anlatı, hikâye, her şeyden önce bir duygu meselesidir. İzleyicide uyandıracağı duygu. Korku, hayranlık, sevgi, kızma, eğlenme, gülme bunlar hep izleyiciyi diziye bağlayan duygular. Bunlar tabii daha çok melodram tipindeki diziler için geçerli. Yukarıda sözünü ettiğim sit-com’larda karakterler sadece işlevlerini yansıtırlar, derinlik aranmaz: Anne annelik yapar, çocuk çocukluk, baba babalık… Bunları nasıl yaptıkları pek önemli değildir, önemli olan bunları yaparken başlarına gelen olaylar dizisidir.

Gelelim kadın karakterler konusuna… Yerli diziler için nasıl bir genel portre çizerdiniz? Sizce televizyondaki kadın temsiliyeti ne durumda?

Bu, çok zor bir soru. Genellemek zor ama mesela 90’larla şimdi karşılaştırıldığında kadınlar gittikçe daha sesi çıkar, daha kariyer sahibi, daha bağımsız ruhlu ve kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış tipler olmaya başladılar. Hatta diyebilirim ki 90’larda pek “kadın” rolü yoktu. Daha çok anne, evin genç kızı falan gibi ailesel kimliklerle ortaya çıkıyordu kadınlar. 2000’li yılların melodramlarıyla biz ancak nasıl bir kadın karakter sorusunu sorabiliyoruz. Ama bu genellemenin dışına da çıkmak gerekir. 2000’li yıllarda bir doğu dizileri serisi vardı: Bitmeyen acıyı anlatan, Kürt coğrafyasının neredeyse lanetli olduğunu göstermeye soyunmuş Aşka Sürgün, Berivan gibi dizilerden sonra kurtarıcılı diziler geldi.

Sıla’da kurtarıcı ODTÜ’de okumuş modern bir ağaydı, Bir Bulut Olsam’da İstanbul’dan gelen doktor, Aşk Bir Hayal’deyse Mardin’de askerliğini yapan İstanbullu zengin bir ailenin oğlu, hatta Hayat Türküsü’nde bir kadın öğretmen bile (tam kurtarıcı gibi olmasa da) oldu. Doğu dizilerinde kadınlar doğunun kendisini temsil eden, fazla da karakterleri olamayan unsurlardı. Berivan’daki gibi aşklarına sahip çıkmaya çalışınca da başlarına sadece felaket geliyordu. Bunların İstanbul muadilleri de büyük yalılarda, büyük aileler içine tıkılmış, ellerinde entrikadan başka silah bulunmayan kadınlarla, bu silahı olmayan masum mağdurlardan oluşan bir yelpaze vardı. Bu yelpazenin içinde bu sınırları yıkan Gümüş gibi, zaten ressam olan Asmalı Konak’ın Bahar’ı gibi, iş kadınlığına soyunan Sıla gibi ya da Beyaz Gelincik’in ziraat mühendisi Ceren gibi kadınlar da yok değildi. Ama asıl hikâye onların bu okumuşluklarıyla nasıl da aşka esir düştükleri olunca sonuç pek fark etmiyor.

2010’lu yılların dizileriyse bir sıçrama daha yaptı, kadınları çok daha aktif hale getirdi. Aslında bu değişim Merhamet (ki son zamanların en iyi dizisi listesinde ilk beştedir benim için) dizisiyle başladı denebilir. Şimdilerde hem Hayat Şarkısı, Cesur ve Güzel, yeni başlayan Bu Şehir Arkandan Gelecek ve hatta Kiralık Aşk’ın ikinci sezonu gibi dizilerde kadınlar aşkları için bile artık öyle kolay kolay itilip kakılamıyor. Babalarına deyim yerindeyse posta koyuyor ve genelde kadın hakları, kadına yönelik şiddet konularında duyarlı olabiliyorlar. Katiyen çaresiz değiller; kişiliklerini ve iradelerini ortaya koyuyorlar.

Bu, çok büyük bir değişim bana göre. Temsil diye bakacak olursak burada temsil edilen kadınlık, en genelde aile hayatını arzulayan, aşka inanan, sevdiği erkekle evlenip evinin kadını olmayı isteyen bir kadınlık biçimi. Ama bunun dışında artık tekil bir kadın temsiliyetinden söz etmek güç. Dizilerdeki kadınlar arzularının önündeki engelleri yıkma konusundaysa çesitli olanaklara sahipler; biz de kahramanlarımızın bu olanaklardan faydalanmayı bilip bilmediklerini, aşklarına ve arzularına nasıl kavuşacaklarını izleyerek dizinin keyfini çıkarıyoruz.

Bundan on yıl önce toplum, güçlü kadın dendiğinde ne anlıyordu? Şimdi ne anlıyor?

Bu sorunun cevabını gerçekten bilmiyorum. Güçlü kadın, kadın bakış açısından, kadın hakları savunuculuğu, feminizm gibi bir noktadan kullanılabilecek bir kavram. Toplumun geri kalan kısmı (ki buna çoğunluk diyoruz) kadının söz dinleyeninden hoşlandığı için onlara göre güçlü kadın şirret kadın demek, lezbiyen demek, erkek düşmanı demek diye düşünüyorum. Bizde olan bir kavram “Osmanlı kadını” kavramıydı. Bu da genelde genç kadınlar için geçerli olamayacak bir tabirdi. Osmanlı kadını, belli bir yaşa gelmiş, üst sınıftan kalabalık bir aileyi ve evi çekip çeviren becerikli, siyaset bilir bir kadındı. Bunun yanında bilge köy kadını, “toprak ana”, yıkılmayan çınar modeli de Cumhuriyet romanlarıyla gündeme geldi. Sonraları şehirleşme daha makbul bir değer haline iyice gelince “altın bilezik” lafı çıktı. Eğitim alınacak ve yeri geldiğinde ayakta durmak için kullanılacak bir beceriydi bu altın bilezik. Yani kocalara güven olmayacağı için yedekte tutulması gereken bir güvence. Çalışan kadınlara da “koca eline bakmayanlar” denirdi. Güçlü kadın lafı feminizmden sonra çıktı çünkü feminizm kadının güçlenmesi denen bir şeyi kendine dert edindi. Bu da kendi ayakları üzerinde durmayı bilen, tek başına yaşama kapasitesi olan kadın anlamına geliyor sanki.

“Kayıp Şehir Dizisine Yazık Ettiler”

Peki, bundan on yıl önce dizi sektörü, güçlü kadın karakter deyince ne sergiliyordu? Şimdi ne sergiliyor?

2000’li yıllarda güçlü kadınlar genellikle fettan veya entrikacı olarak resmediliyordu. Özellikle kaynana olma yaşındakiler: Fatmagül’ün Suçu Ne’deki yenge prototipi, bütün doğu dizilerindeki kaynanalar… Ama gençlerden de entrikacılar vardı: Melekler Adası’nda Zinnur, Bir Bulut Olsam’ın fettan gelini Asiye gibi. Belki de 2000’li yılların en güçlü kadını Hanımın Çiftliği’ndeki Güllü. Bu kadar güçlü olduğu için mağdurları seven biz izleyiciler bir türlü bilemedik, sevelim mi Güllü’yü yoksa nefret mi edelim! 2000’li yıllarda sevdiğimiz güçlü kadınların en önemli özelliği sabırlarıydı. Aliye’nin Aliye’sinin üzerine sabrın gücünü bu kadar açıkça temsil eden başka kadın var mıydı gerçekten? Hele son sahne! Sabreden ve sonunda hakkı olanı elde eden kadınlar güçlüydü, Aliye gibi, Bir Bulut Olsam’ın Narin’i gibi. Şimdiyse gerçekten mücadele eden kadınlar var diye bir genelleme yapmak istiyorum. Hatırla Gönül… Yazık ettiler o diziye… Kayıp Şehir’in Aysel’i (bu diziye de yazık ettiler ama Gökçe Bahadır bambaşka), Göç Zamanı’nın Cennet’i.

Zaaflı, gri, boyutlu kadın karakterlerin dizilerdeki temsiliyet azlığı malum… Sektör mü bunu sevmiyor yoksa seyirci mi bunu talep etmiyor?

Bence her ikisi de geçerli. Bir de hikâye anlatacaksınız, yani bir olay örüntüsü var. Bunun taraflarının açıkça belli olması lazım ki izleyici takip etsin. Unutmamak lazım ki izleyici bu hikâyeleri evinde otururken, yanındakiyle sohbet ederken veya örgü örerken seyrediyor. Bütün dikkatini dizinin inceliklerine veremez. Ayrıca melodram türünün doğası gereği çatışma iyi ve kötü arasında geçmeli. Yani melodram da gri alanları fazla kaldırmayan bir tür çünkü ahlaki bir soruna nasıl çözüm getirileceğiyle uğraşıyor. Kadın karakter, bildiğimiz bir kadın tipine uymayabilir, hatta Hayat Şarkısı’nın Hülya’sı gibi tasvip etmeyeceğimiz şeyler de yapabilir; ama biz onun yaptıklarını iyi niyetle yaptığını biliyoruz. Hülya iyi tarafta.

Kadın karakterlerin mesleki tarafları çoğunlukla arka fon olarak işleniyor. Ya da bazen hiç işlenmiyor. Mesleki kararlılıkları hikâyesine etki eden kadın temsiliyeti neden bu kadar az?

Çünkü esas hikâye nasıl aile kurulacağı. Meslek buna ya yardımcı olan bir unsur olarak duruyor ya da bunu engelleyen bir unsur. Nasıl ve kim tarafından engellendiği de seyircinin engelden yana mı yoksa kariyerden yana mı olacağını belirliyor. Yani burada esas konu aile; kahramanlar bunu üretecek taşıyıcı unsurlar. Kiralık Aşk’ta mesela, Yasemin ve Seda karakterleri vasıtasıyla mesleki kararlılık, aile olmayı engelleyen bir faktör olarak açıkça anlatılıyordu. Güçlü, meslek sahibi kadın olmak ne demek sorusu sadece birkaç feministi ilgilendirdigi için bu sorunları irdeleyen çok fazla dizi yok. Ama erkeklik, babalık sorunlarıyla uğraşan birçok dizi var!

Sizce bir kadının güçsüz olması ne demektir? Bir kadın karakterin güçsüz olması ne demektir?

Bu konuda fikirlerim epey değişiyor. Ben akademisyenim, feministim. Bu yüzden bu perspektiften bakıyorum dünyaya. Benim için güçlü kadın, kendini ve dünyayı anlamaya ve içinde buna göre yer edinmeye çalışan biridir. Tabii ki hatalar yapılır ama rüzgârda oradan oraya savrulan kadın bence güçlü değildir. Öte yandan değişmemek de güçlülük göstergesi değildir. İşte zor, güçlü kadın denen şeyi tarif etmek, sürekli öğrenilen bir şey. Yerinde ve zamanında gülmeyi bilmek de güçlülük mesela…

“Sakın Dizileri Aşağılamayın”

Senarist olsaydınız nasıl bir kadın karakter yazmak isterdiniz?

Bilmem. Çok kadın hikâyesi dinledim saha araştırmalarımda. Onların hikâyesini yazabilmeyi isterdim. Bana dünyayı başka bir açıdan gösteren hikâyeler duymak, onları anlatmak isterdim herhalde. Değişme sürecini yaşayan, bunu aklıyla olduğu kadar duygularıyla da anlayan ve anlatan bir kadın karakter yazabilmeyi isterdim.

Oyuncu olsaydınız nasıl bir kadın karakter oynamak isterdiniz?

Bunu da bilmem. Her şeyi denemek isterdim herhalde.

Yeni sezondaki diziler hakkında ne düşünüyorsunuz? Türler bakımında geçen sezonlara göre bir değişiklik var mı? Nasıl hikâyeler yükselişte, hangileri düşüşte?

Bu sezon çok açık ki oyun kurma üzerine dayanan diziler çoğunlukta. Bu oyunlar Hayat Şarkısı’nda olduğu gibi aşk üzerine de olabiliyor polisiye de olabiliyor (İçerde, Poyraz Karayel, Cesur ve Güzel, Cesur Yürek, Kertenkele). Bu melodramdan farklı bir tür çünkü burada adalet sorusu ortadan çeşitli oranlarda kalkıyor ve mesele kim daha iyi oyun kurucu ya da bozucu noktasına dayanıyor. Oyunu daha iyi oynayan kazanıyor ve yasa onun yasası oluyor. Oyunlar genelde büyük, neredeyse bir Türkiye alegorisi izlettiriliyor bize. Bazılarına göre Cesur ve Güzel tam böyle bir alegori. Bunu açıkça yapan diziler artmaya başladı: Muhteşem Yüzyıl Kösem, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Vatanım Sensin, Poyraz Karayel, Cesur Yürek gibi.

Son olarak Episode okurlarına bir “sosyolojik” mesajınız var mı?

Var. Poyraz Karayel’in setine buz gibi bir havada gittikten sonra bunu beni her dinleyene de söyledim. Sakın dizileri aşağılamayın. İçine giren görünmez emeğin haddi hesabı yok. Ve bu herkes için geçerli. Işıkçısından ekstrasına, yönetmeninden oyuncularına… Saatler gerçekten inanılmaz. 3 saatte bir dakika, en fazla iki dakikalik sahne çekilsin, haftanın altı günü en az 10 saat (o da şanslı olunursa) çalışılsın. Gerçekten de çok ağır bir iş. Başak ve Merve bir de üstelik işlerinin ortasında misafir ağırladılar. Çok teşekkür ederim onlara.

Biliyorum ki dizilerin uzunluğu biz seyircilerin beğenilerine göre değil, reklam aralıklarına göre düzenleniyor. Kanallara ve yapımcılara bu söz: Diziyi reyting ya da başka kaygılarla pat diye kaldırdığınız zaman birçok kişiye büyük haksızlık etmiş oluyorsunuz. En başta hayatını o işe göre düzenlemiş olan onlarca çalışana tabii. Bir de diziyi benimsemiş olan, kahramanlarını takip etmekten keyif alan biz, seyircisine. Bu lafım özellikle İnadına Aşk için!

Ezgi Özcan

5 Ekim 1987'de Adana'da doğdu. İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Deniz Yıldızı'yla başladığı senaristlik kariyerini Derin Sular ve Aşkın Bedeli adlı günlük dizilerde devam ettirdi. Son dönemde ise Kiralık Aşk, Tatlı İntikam ve Seviyor Sevmiyor isimli haftalık dizilerde profesyonel yazım hayatını sürdürdü. Episode Dergi'de editörlük ve yazarlık yapmakta.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir