2018 Berbattı Ama En Azından Diziler Açısından Değil!
[highlight]Yılı kapatırken en azından kendime verdiğim bir sözü tutmuş görünüyorum: 2017’ye göre daha az dizi izlemişim. İskandinav dizilerine ve polisiyelere ağırlık vereceğimi yazmıştım, bu olmamış, dramalar çoğunlukta görünüyor bu yıl. Başından beri takip ettiklerim, bu yılın da listesinde yer alıyor. Tabii yeni birkaç dizi de… 2018’de neyi, neden izledim, bir bakalım. (Dikkat, spoiler içerir)…[/highlight]
2018’i değerlendirme vakti geldi çattı yine. Yılın muhasebesini yaparken kendi adıma ülkemizdeki milyonlarca insan gibi pek de iyi günler geçirmediğimi söylemeliyim ama burası, Türkiye’nin geldiği, getirildiği durumu anlatmak için doğru adres değil. Dizilere sarılmak bir çözüm olabilirdi. Tam tersine, iyice içime kapandığım 2018’de daha az dizi izlemişim. Yaman çelişki. Neyse, lafı çok uzatmayalım. 2018 seçkimle sizi baş başa bırakıyorum…
YILIN BİRKAÇ SÜRPRİZİ VE DİĞERLERİ
The Kominsky Method
“2018’de en çok hangi diziyi beğendin?” diye sorarsanız eğer yanıtım, The Kominsky Method olacak. Bu, kadrosu ve arkasındaki ekiple bünyesinde büyük iddia barındıran ama işlediği konu, o konuyu işleyiş biçimi, tür, atmosfer anlamında günümüzün genelgeçer beğeni algılarından uzak olmasıyla maalesef (belki de iyi ki demeliyim) göz ardı edilmeye müsait dizi, beni fazlasıyla etkiledi. Dizinin ardındaki isimden başlayalım: Sit-com’un ustası Chuck Lorre (heybesinde yok yok: Dharma & Greg, Two and a Half Man, The Big Bang Theory ve Mom bazıları), The Kominsky Method‘un yaratıcısı. Kamera önündeyse iki dev var: Michael Douglas ve Alan Arkin. Sandy Kominsky (Douglas), yıllar önce şan ve şöhreti, başarıyı tatmış, yaşlanınca gözden düşüp kendini oyuncu yetiştirmeye adamış bir Hollywood eskisini canlandırıyor. Norman ise (Arkin) hem Sandy’nin tek dostu hem de yıllardır menajeri. Hüzünlü bir komedi The Kominsky Method. Senaryo, insanlık hallerini çok güzel anlatıyor. İnsani, incelikli bir yapım. Douglas ve Arkin dışında Nancy Travis ve Norman’ın müptela kızı rolünde Lisa Edelstein da (keşke rolü biraz daha uzun olsa) çok iyi iş çıkarıyor. Umarım yakında güzel haberi alırız notuyla henüz dizinin yeni sezonuna dair bir bilgi olmadığını ekleleyim…
Killing Eve
BBC’nin varlığı, bir dizinin iyi olmasında tek kriter değildir ama çürük yumurta çıkması çok nadir görülen bir durumdur. Örnekler ortada; Luther‘dan The Night Manager‘a onlarca dizi sayabiliriz. Killing Eve‘de de durum farklı değil. Yılın en iyilerinden biri. Basit, derdini iyi anlatan, etkileyici bir örnek. BBC America yapımı polisiye drama, masa başında çalışan ama bundan çok sıkılan, tip ve karakter olarak buna pek müsait görünmese de alanda görev yapmak isteyen MI5 ajanı Eve Polastri ile (Sandra Oh) psikopat uluslararası suikastçı Villanelle (Jodie Comer) arasındaki tuhaf ilişki ve mücadeleye odaklanıyor. İlişki dedim; iki kadın bir süre sonra birbirlerine kafayı takıyor ve seyri çok zevkli anlar ortaya çıkıyor. Öyle bol aksiyon, kovalamaca sahnesi, görsel efekt falan beklemeyin. Bunlara gerek de yok zaten. Comer, rolünü öylesine inandırıcı canlandırıyor ki kanınız donuyor pek çok sahnede. Sandra Oh da kırılganlıkla güçlü kalma arasındaki gelgitleri çok iyi yansıtıyor izleyiciye. Dizinin daha başlamadan yeni sezon onayı alması boşuna değil. Bir küçük sürpriz; Bron/Broen‘in ilk iki sezonunda izlediğimiz Kim Bodina da Killing Eve‘e renk katan isimlerden. Kaçırmayın…
Narcos: Mexico
Narcos konusunda yanılmaya devam ediyorum! Pablo Escobar’lı (Narcos: Mexico‘nun çok küçük bir bölümünde bize göz kırpan muhteşem Wagner Moura’ya selam olsun) ilk iki sezon Moura kadar muhteşemdi. Cali Karteli ile tanıştığımız 3. sezon, düzgün senaryosu ve iyi oyunculuklarıyla heyecan dozu yüksek bir seyirlik sundu. İyiydi. Ve, uyuşturucu ticaretinin farklı bir koluyla tanıştık 2018’de. Yine gerçek bir öykü anlatan Narcos: Mexico‘da ana karakter, Diego Luna’nın canlandırdığı Felix Gallardo. Gallardo, kartelin kurucusu, beyni… Onun karşısındaki isimse Michael Peña’nın hayat verdiği DEA Ajanı Kiki Camarena. Siyaset ve bürokrasi çarkları arasında kaybolan, iş yapamaz hale gelen ama haksızlığa, göz önünde yaşananlara yüzünü çeviremeyen ajan rolündeki Peña, muazzam oynuyor. Gallardo’nun sağ ve sol kolu Rafa (Tenoch Huerta) ve Don Neto’yu da (Joaquín Cosío) unutmamak lazım tabii. İrili ufaklı herkesi unutmamalı aslında. Herkes rolünün altından başarıyla kalkıyor, kimse sırıtmıyor. Narcos: Mexico, iyi anlatıldığı kadar önemli de bir hikâye. Uluslararası uyuşturucu ticaretinin nasıl doğduğunu, bunun siyasete, diplomasiye ve sıradan hayatlara etkilerini gözler önüne seriyor. Çok da güzel bir yerde bağlanıyor. Muhtemelen 2019’un sonlarına doğru izleyeceğimiz 2. sezonda ABD’nin uyuşturucu tacirlerine açtığı savaşı izleyeceğiz. Sabırsızlanıyorum…
Trust
“Bir ‘parayla saadet olmaz’ draması” tanımını yapabiliriz Trust için. “Hayalinizdeki her şeye sahipseniz neye değer verirdiniz? Hiçbir şeye… ” Trust‘ta geçen bu replik, baktığınız yere göre değişir ama bayağı bayağı acıklı ve acınası bir duruma işaret ediyor bana kalırsa. Zamanının en zengin ama aynı zamanda en mutsuz (hatta lanetli diye okuyabilirsiniz) ailelerinden Gettylerin hayatından bir kesit sunan Trust, hem kamera arkası hem de önündeki isimlerle yılın en iddialı dizileri arasındaydı. Dizinin yaratıcısı Simon Beaufoy’un porföyünde The Full Monty‘den 127 Hours‘a (127 Saat), Slumdog Millionaire‘den Hunger Games‘e (Açlık Oyunları) yok yok. Eee bir de Danny Boyle faktörü var tabii… 127 Hours ve Slumdog Millionaire‘de Beaufoy ile çalışan Oscar’lı yönetmen, ilk üç bölümü bizzat çekti. Aynı zamanda dizinin de yapımcıları arasındaydı. Kadroya gelince: Büyük usta Donald Sutherland, çifte Oscar’lı Hilary Swank, Michael Esper, Brendan Fraser ilk akla gelenler. İtalyan aktör Luca Marinelli’nin canlandırığı Primo karakterinin olduğu sahneleriyse ayrıca notlarınız arasına alabilirsiniz. Çok iyi çekilmiş, çok iyi yazılmış ve oynanmış katmanlı bir dizi Trust. Umarım devamı gelir…
La Mante
Pek takip etmediğim, aşina olmadığım Fransız polisiye geleneğinin iyi örneklerinden biri La Mante. Altı bölümlük mini dizi, yavaş, derinlikli ve son derece özenli ilerliyor. La Mante (Peygamberdevesi) lakaplı seri katil Jeanne, 90’lı yıllarda işlediği cinayetlerden sadece biri için hüküm giymiştir. İşlediği cinayetlerden 25 yıl sonra biri, onu birebir taklit etmeye başlar. Jeanne, kendisini yakalayan Dedektif Feracci’ye cezaevinden bir mektup göndererek yardım teklifinde bulunur. İki şartı vardır; cezaevinden ev hapsine alınmak ve soruşturmayı polis oğlu Damien ile yürütmek. Şartları kabul edilir ama özellikle Damien için sancılı bir sürecin başlangıcıdır bu.
Daha fazla ayrıntı vermeyeyim diziyi izlememiş olanlarınız için. Matematiği doğru kurulan, merak duygusunu sonuna kadar canlı tutmayı başaran, iyi yazılmış, çok iyi oynanmış, iyi çekilmiş bir dizi La Mante. Jeanne rolünde Carole Bouquet ve Damien’e hayat veren Fred Testot, saf ve duygularını geçiren oyunculuklarıyla çok, çok iyi. Polisiyeseverlerin beğeneceğini düşünüyorum…
The Looming Tower
11 Eylül Saldırıları’na giden süreci anlatan The Looming Tower, sağlam hikâyesi, usta işi oyunculukları, derinlemesine işlenmiş karakterleri, klişelerden kaçınılmış gerçekliği ve temposuyla iyi bir dizi. The Newsroom‘daki etkileyici performansının altında kalsa da yine çok iyi bir Jeff Daniels, CIA analisti Martin Schmidt rolüyle izleyicide antipati uyandıran (yani rolünü çok iyi canlandıran) Peter Sarsgaard, müslüman FBI ajanı Ali Soufan rolüyle Tahir Rahim ve yine FBI ajanı Robert Chesney’i oynayan Bill Camp, diziden akılda kalan başlıca isimler. Hikâyenin odağında, ABD’nin en önemli iki istihbarat örgütü CIA ile FBI ve onlar arasındaki çekişme ve iktidar mücadelesi var. Ve bu çekişme, ABD’yi 11 Eylül Saldırıları’nın hedefi yapıyor. Eski haberci kimliğimle o dönemi yakinen takip etmiş, üzerine kitaplar okumuş, izlemiş, araştırmış biri olarak dizinin önemli artılarından biri, hemen her şeyi bilmenize rağmen sizi ekran başına kilitlemeyi başarması. Dizinin es geçtiği yansa, cihatçıların neden böyle bir işe kalkıştığını, kısacası arkasındaki düşünce ve felsefeyi anlatmaması. Yine de iyi dizi The Looming Tower. İzlemenizi öneririm…
Big Little Lies
Cinsel şiddet üzerine yazılmış bir öykü anlatan Big Little Lies, 2017’nin en iyi işlerinden biriydi. Bunu ben değil işin uzmanları söylüyor. Emmy, Altın Küre derken almadığı ödül kalmayan diziyi biraz geç izledim. Tamam, başıma kakmayın, yine popülerden kaçan huysuz yanım tuttu işte. Nicole Kidman, Reese Witherspoon, Laura Dern, Shailene Woodley, Zoe Kravitz ve Alexander Skarsgård’ın başlıca rolleri üstlendiği Big Little Lies‘ı beğendim, beğendim beğenmesine ama o kadar da çarpılmadığımı söylemeliyim. Yanlış anlaşılmasın, her şey yerli yerinde, oyunculuklar, görseller, kurgu, yönetim (Jean-Marc Vallée’ye selamımızı gönderelim), atmosfer… Belki de şiddetin bu türünü izlemeye dayanamadığımdandır rahatsızlığım, bilemiyorum ama izlenmeli. 2019’da bir tarihte (başları deniyor ama henüz net bir tarih açıklanmadı) 2. sezonuyla dönecek dizinin kadrosuna yaşayan efsane Meryl Streep’in de katıldığını hatırlatalım.
Sharp Objects
Yukarıda ismi geçti; Jean-Marc Vallée, Big Little Lies gibi HBO için çekilen Sharp Objects’in de yönetmeni. ABD’li çoksatan yazar Gillian Flynn’ın Gone Girl (Kayıp Kız) ve Dark Places‘dan (Karanlık Yerler) sonra uyarlanan üçüncü romanı Sharp Objects. Polisiye gerilimde öykünün odağında, Amy Adams’ın canlandırdığı Camille Preaker karakteri var. Bir psikiyatri kliniğinde yaşadığı travmayı atlatmaya çalışan polis muhabiri Preaker, uzun süre sonra döndüğü evinde iki çocuğun cinayetini araştırmaya başlıyor. Camille, bu karanlık yolda hem kendi geçmişi hem de annesi Adora ile (Six Feet Under‘dan hatırlayabileceğiniz Patricia Clarkson) hesaplaşıyor… Zamanında kitabından hoşlansam da dizinin içine bir türlü giremedim. Üçüncü bölümden sonra ara verdim. Şimdilik…
Fortitude
Sharp Objects‘e ara verdim de dayanıp Fortitude‘ün ilk sezonunu nasıl tamamladım, gerçekten bilmiyorum. Richard Dormer, Sofie Gråbøl ve Stanley Tucci’nin hatırını kıramadım diyelim. Zamanında listeme aldığım dizilerden biriydi, yanlış değerlendirmişim. Norveç açıklarındaki kurgusal bir adada geçen dizi, bilimkurguyla harmanlanmış bir psikolojik gerilim ama hafif kalmış. Öyküde açık çok, inandırıcı gelmiyor, merakı ayakta tutmayı başaramıyor vs. vs… Zaman kaybı oldu benim için açıkçası…
ESKİ DOSTLAR, ESKİ DOSTLAR…
Ozark
Geçen yılın değerlerdirmesinde Ozark‘ın ilk sezonu için “Benim için 2017’nin en iyilerinden,” yazmışım, arşive dönüp baktım. Bu yıl izlediğim 2. sezon, ilki kadar nefes kesici olmasa da yine çok ama çok iyiydi. Dizinin iki ana karakteri Marty ve Wendy’yi canlandıran Jason Bateman ve Laura Linney -özellikle bu sezon için Linney- ince nüanslarla rollerinin hakkını sonuna kadar veriyor. Julia Garner için düşüncem daha da pekişti ayrıca. Genç oyuncu, bence 2. sezonda diziyi alıp götüren isim. Az görünüp büyük etki yapan emektar aktör Peter Mullan da öyle. Daha çok izlemek isterdim kendisini ama… Diziyi izlememiş olanlar için burada keseyim. Ozark, incelikli senaryosu, mekân kullanımı ve atmosfer kurmadaki başarısı, muhteşem oyunculuklarıyla yine yılın en iyilerindendi. Hemen de yeni sezon onayını aldı zaten. Merakla bekliyorum…
La casa de papel
Baştan söyleyeyim; iyi dizi, iyi de bağlandı, burada kalmalıydı bana göre ama dünyada bu kadar popüler olunca, dolayısıyla para edince uzatılması kaçınılmazdı. La casa de papel‘in serüveni, 2019’da devam edecek. El Profesor, Tokyo, Rio, Nairobi ve diğerleri, hatta kadroya yeni katılanlarla yine iyi bir iş çıkacağını tahmin etmek zor değil. Yeni sezon çekimlerinin başlaması şerefine yayınlanan klibin sonunda dizinin en etkili karakterlerinden Berlin’i de tuhaf sırıtmasıyla gördük. Acaba?..
The Big Bang Theory
Bittiğinde üzüleceğim dizilerden biri The Big Bang Theory ve ne yazık ki geri sayım hızlandı. Artık son demleri… 12. ve son sezonunun ortasında dizi. Sezon arasından 10 Ocak’ta dönecek. Sheldon, Leonard, Penny, Howard, Raj, Amy ve Bernadette’e veda etmek kolay olmayacak. Her güzelliğin bir sonu vardır derler, elimizden teşekkür etmekten başkası gelmiyor. Yolları açık olsun…
Grey’s Anatomy
“Hastanede geçen dizileri hipnotize olmuş gibi izlemeyi sürdürüyorum,” yazmışım geçen yıl giriş cümlesi olarak. 2018, Grey’s Anatomy‘nin 14. sezonunu bitirdiğim ve 15. sezonun da ilk yarısını izlediğim yıl oldu. Kadro neredeyse tamamen değişti, öykü tavsadı ama Grey’s Anatomy, hâlâ etkiliyor beni. Neden bilmiyorum gerçekten… Sezonun ikinci yarısı, 17 Ocak’ta başlıyor. Bakalım neler olacak, izleyelim görelim…
This Is Us
Bayağı övgü dolu sözlerle bahsetmişim This Is Us‘tan geçen yıl. Fazladan paye verdiğimi düşünmüyorum. Gerçekten de iyi çekilmiş, iyi yazılmış, iyi oynanmış dramalardan ama bu kriterler, 2. sezonu tamamlamadan diziyi bırakmamı engelleyemedi. Bir anda değil ama yavaş yavaş koptum, ilgimi kaybettim. Uzamaya, sünmeye, dolayısıyla ağdalı bir hale evrildi benim gözümde zamanla. “Sanırım sezon sonunda bırakacağım,” yazmışım, bekleyemedim…
Shameless
Evet temposu ve hızı düştü, evet hayatları halen boktan olsa da karakterler daha steril hale geldi zamanla, öykü fazlaca dallanıp budaklandı, ekseninden kaydı (9. sezondaki “Gay Jesus” hadisesi mesela. Fazla zorlama…) ama yine de Shameless kendini seyrettiriyor hâlâ. Ian (Cameron Monaghan), cezaevine girip diziden temelli ayrıldı. Shameless‘ta 9. sezonun ikinci yarısı, 20 Ocak’ta başlıyor. Fiona’nın da (Emmy Rossum) sezon sonunda diziden ayrılacağını hatırlatalım…
BİTTİĞİNE ÜZÜLDÜKLERİM
The Americans
5. sezon eski tadı vermekten uzak kalsa da final sezonu beklentilerimi fazlasıyla karşıladı. Evet, Soğuk Savaş yıllarında geçen casusluk draması The Americans, final yaptı. Sona doğru artan gerilim dozu, adım adım hızlanan temposu ve nihayetinde öykünün çok iyi bağlanmasıyla zirvede bıraktı diyebiliriz. İyi tamamlandı, açık da kalmadı ama insan sonrası nasıl olurdu diye merak ediyor yine de. Ana kahramanlarımız Elizabeth (Keri Russell) ve Philip (Matthew Rhys), Sovyetler Birliği’ne kaçtı, çocukları Paige (Holly Taylor) ve Henry (Keidrich Sellati) ABD’de kalmayı tercih etti. Sovyetler’in dağılmasına giden süreçte onları nasıl hayatlar bekliyordu, gidişlerine göz yuman Stan’in (Noah Emmerich) geleceği nasıl şekillenecekti, görmek isterdim doğrusu…
Bron/Broen
4. sezonunu 2015’ten 2018’e 3 yıl bekledik Bron/Broen‘in. Beklediğimizi değdi mi, kesinlikte, tatmin olduk mu, evet, bittiğine üzüldük mü, çok… Uzatıp iyice duygusala bağlamayayım ama “Saga Norén, länskrim Malmö” (Malmö Emniyeti’nden Saga Norén) repliğini hiç unutmayacağım, o karakteri de. Sofia Helin’in Saga’yı canlandırdığı İskandinav polisiyesi, ayrıntılı karakter tahlilleri, matematiği, atmosferi ve tabii ki oyunculuklarıyla her zaman gönlümüzün müstesna bir köşesinde yer alacak. Güle Güle Saga…
BAĞIMLIKLARIM
2018, bir önceki yıla göre farklı bağımlılıklar yarattı bende. TLC’nin Ağır Yaşamlar’ını bıraktım mesela, artık ilgimi çekmiyor ama o “Emlak Kuşağı” yok mu, işte ona dayanamıyorum. Lifetime’ın yine ev tadilatı üzerine programlarını da kaçırmıyorum. Bizim paramız değersiz de, o kadar ucuza o evleri nasıl saraya çeviriyorlar yahu öyle?.. Boşuna yaşıyoruz valla… Yakaladıkça Pawn Stars ve Storage Wars‘ı da seyrediyorum. Dmax’e geri dönen Nasıl Yapılmış serisini de… Yemek Fabrikası‘nı da… Ama aralarında biri var ki o, özel bir ilgiyi hak ediyor: Bein Home & Entertainment’da yayınlanan Grand Designs. Dilimize Büyük Tasarımlar olarak çevrilmiş programın hem Britanya hem Avustralya ayağı çok başarılı. Hayran kalmamak elde değil. Ne evler yapıyorlar binbir emekle. Helal olsun…
2019 PLANLARIM
Bu yıl muhtemelen daha da az dizi izleyeceğim. Merakla beklediklerim var ama: Mindhunter, Homeland‘in final sezonu, Ozark, La casa de papel (yeni sezonu olmasaydı dert etmezdim ama…), Killing Eve, The Kominsky Method (umarım yakında haberi gelir), Narcos: Mexico‘nun yeni sezonu… Eskilerden gideceğiz yani.
Herkese mutlu bir yıl ve keyifli seyirler dilerim…