Yüzleşme’nin Ardından Arda Turan’ın Düşündürdükleri
Bir eseri “iyi” kılan çok fazla etken vardır ama çok az iyi eser insanı sarsar ve dönüştürür. Prime Video’nun Arda Turan belgeseli Yüzleşme, prodüksiyon kalitesinden konuklarının önemine kadar birçok anlamda iyi bir yapım. Niyet ettiği iş de çok kıymetli: Tartışmalı ama bir o kadar başarılı bir figürü kendisiyle yüzleştirmek.
Ancak bu kıymetli işi mükemmelen hayata geçirmekte ne kadar başarılı, emin değilim. Bu yüzleşme, Arda Turan’ı Arda Turan’ın yapıp ettikleriyle gerçekten de karşı karşıya getiriyor ki Türkiye’de buna bile az rastlanır, tebrikler. Ama onu “koca kafa” Arda’dan Türk futbolunun bir nevi Darth Vader’ı olan Arda Turan’a dönüştüren toplumsal çerçeveyi es geçiyor. Arda Turan’ın önündeki ayna çok puslu ve saçına sakalına aklar düşmeye başlamış ünlü bir adamı ne kadar ayan beyan görüyorsak arka planındaki karanlık şehri o kadar belli belirsiz görebiliyoruz.
İyisi mi filmi başa saralım ve biraz Arda Turan’ı düşünelim.
Ben bir başkasıdır
Maçın başlamasına daha bir saat var ama tribünler tıklım tıklım. Ben de Doğu tribünündeki yerimi almış, futbolcuların sahaya çıkmasını bekliyorum. Birazdan Başakşehirli oyuncular ısınmak için sahaya çıkıyor. Âdet olduğu üzerine Emre Belözoğlu’na bir torba sövülüyor. Fakat asıl kıyamet biraz sonra kopacak. Başakşehirli bir oyuncu henüz sahaya çıkmadı ve herkes onu bekliyor.
Derken, tünelin ucunda görünüyor. Tribünlerden yükselen muazzam uğultuyu o meşhur “Taçsız Kral Metin Oktay” tezahüratı izliyor. Başakşehirli oyuncunun başı önde, sahaya çıkarken yere bakıyor. Kafasını kaldırsa karşı tribüne kendisi için asılmış o pankartı görecek: “Sizi buraya getiren yeteneğiniz, burada tutacak olan ise karakterinizdir!”
***
Arda Turan’ın bu nefreti hak edip hak etmediğini düşünüyorum. Galatasaray ile sözleşme yenilemeyip Fenerbahçe’ye giden Tanju Çolak’a ilk derbisinde cüzdan atılmış. Yıldızı Galatasaray’da parladığı halde Inter’e bedelsiz giden, yurtdışından dönüşünde Fenerbahçe’ye imza atan Emre Belözoğlu ise hâlâ sarı kırmızılı tribünlerin en büyük nefret objesi. Arda Turan, bunların hiçbirini yapmamıştı. Onun yalnızca iki büyük günahı olmuştu: Silahla hastane basacak kadar berbat bir insana dönüşmek ve elbette Galatasaray’ın imparatoru Fatih Terim’le bozuşmak. Bu günahların ikincisi olmasa ilki ne yazık ki pek kimsenin umurunda olmazdı. Belki bir avuç insan hariç Galatasaray tribünleri Arda’yı yine bağrına basardı ama İmparator’a baş kaldırmak kimin haddine!
***
O akşam, Arda Turan’ın yediği her tekmede tribünlerden alkış koptu. Halbuki sadece bir yıl sonra Arda, yine Ali Sami Yen’deki bir maçtan önce tüm tribünlerin önünde İmparator’un elini öpecekti. Böylece affedilecek, Galatasaray formasını yeniden giymeye hak kazanacaktı. Tekrar Galatasaray formasını giydiğinde ise pek kimse çıt çıkarmayacak, Arda’ya kaptanlık pazubandı bile takılacaktı. Tabancanın korkunç, metalik soğuğu zaten çoktan unutulmuştu.
Arda Turan’ın yaşamı bir filmse en sevdiklerinin ondan nefret ettiği o climax anı filmin en gerçek sahnesiydi. Rimbaud’nun dediği gibi, je est un autre ve Arda Turan hepimizin aynasıydı.
Babil’in bizden başka kimsesi var mı?
2006 yazı. Heyecandan dizlerim titriyor çünkü ilk defa Ali Sami Yen Stadyumu’nun önündeyim. Bir yanımda babam, burnumda tükürük köftesinin kokusu ve etrafta binlerce insan… Daha önce böyle bir şey görmemiştim ve henüz 12 yaşında bir çocuk olarak, hayatımın dönüm noktalarından birindeymişim gibi hissediyorum.
Aslında ben hayatımın dönüm noktasında falan değildim o gün. Benim için sadece heyecanlı ve unutulmaz bir gündü. Ancak birazdan sahaya çıkıp Galatasaray formasıyla Mlada Boleslav ağlarını iki kez havalandıracak bir delikanlı, kuşkusuz hayatının dönüm noktasındaydı: Arda Turan.
Arda şanslıydı çünkü Galatasaray’ın başında gençlere epey değer veren Eric Gerets gibi şahane bir teknik adam vardı. Galatasaray da şanslıydı çünkü büyük ümitlerle transfer edilen Marcelo Carrusca istenileni veremese de Arda gibi bir yeteneğe sahipti. O akşam, tribündeki ilk deneyimimde, büyülenmiş şekilde o çocuğun sahada yaptıklarını izledim. Benden yalnızca yedi yaş büyüktü, sahada yaptıkları ise ondan yedi yaş büyük birçok yıldızdan daha etkileyiciydi. İki gol dışında bir de asist yapmış, Galatasaray maçtan 5-2 galip ayrılırken herkesi mest etmiş, ertesi gün manşetlerde yer almayı hak etmişti.
Bundan yaklaşık bir ay sonra, Anfield Road’da oynanan Liverpool maçı ise Arda Turan’ın ismini tüm Avrupa’ya duyurduğu maç olacaktı. O gün Galatasaray felaket bir performans sergiliyordu ve dakikalar 52’yi gösterdiğinde 3-0 gerideydi. Her ne olduysa bu dakikadan sonra oldu. Arda’nın ayaklarındaki sihir, Liverpool’un sağ kanadını felç etti. Kocaman kafası, kısa bacaklarıyla tuhaf bir biçimde koşturan bu genç çocuktan kimse top alamıyordu. Arda, iki üç kişinin arasına giriyor, düz yolda koşuyormuş gibi girdiği kalabalıktan sıyrılıp çıkıyordu. 60. dakikaya girilirken soldan yaptığı nefis ortayı Ümit Karan aynı güzellikte bir kafa vuruşuyla tamamlayınca Galatasaray farkı ikiye indirdi. Sadece birkaç dakika sonra yine Ümit farkı bire indirince ekran maçında maçı takip eden cümle Galatasaraylılar, hepimiz, bir anda koltuklarımızda doğrulduk. Yoksa mucize gerçekleşecek miydi?
Maalesef o gün mucize gerçekleşmedi ve 3-2 mağlup olduk. Ancak maçın kalanında da Arda, kimselere vermediği topla pozisyonlar hazırladı ve bizi hop oturup hop kaldırdı. O akşamdan sonra Arda’nın adı Avrupa’da da yankılanacak, ona “Turkish Messi” lakabını takacaklardı. Galatasaray tribünleri ise Arda’ya, vücuduyla uyumsuz büyüklükte kafasından dolayı “Sipsi” adını takmıştı.
Arda Turan, Galatasaray’ın sipsisi, bu maçtan altı yıl sonra İspanya’nın Atletico Madrid takımına transfer olacaktı. Atletico’yla lig şampiyonluğu ve UEFA Kupası kazanacak, Şampiyonlar Ligi’nde final oynayacak ve derken kendisini dünyanın en iyi futbolcularının arasında, Barcelona’da bulacaktı.
Ne hazin ki Arda’nın düşüşü, yükselişinden çok daha hızlı oldu. Türkiye’nin bu en kariyerli futbolcusu, sadece birkaç yıl içinde Barcelona’dan Başakşehir’e gelmek zorunda kaldı. Eski kulübü Galatasaray bile onu istememişti. O artık bir sönmüş yıldızdı.
Aslında bu düşüşün fitili 2016 Avrupa Şampiyonası’nın öncesinde ateşlenmişti. Arda Turan, hocası Fatih Terim ile girdiği ego savaşından belki zaferle çıkmış ve Terim’in imajını zedelemişti ancak bu, onun için bir Pirus zaferiydi. Kendisini epey yıpratmış, kontrolünü yitirmişti. Serseri bir kurşundu artık. Bir gün milli takım uçağında babası yaşında bir gazeteciye yumruk atıyor, öbür gün elinde silahla hastane basıyordu. Bunlar, “bir kulüpten fazlası” olan Barcelona’nın kabul edemeyeceği davranışlardı.
Arda’nın düşüşü tuhaf bir şekilde herkesin ona öfkelenmesine yol açtı. Halbuki Arda, aynı Arda’ydı: Bayrampaşalı. Aslında onu en çok bu yüzden eleştiriyorlardı. “Arda, Barcelona’ya gitti ama Bayrampaşalı kaldı,” lafı televizyonlarda sık duyulur olmuştu. Bu eleştiri belki Arda’nın kariyeri için doğruydu ama sorun gerçekten onun Bayrampaşalı kalması mıydı? Nişantaşılı olsa ve Nişantaşılı kalsa yine sorun olacak mıydı? Belki de sorun, Bayrampaşalı kalmanın bir soruna dönüşmesiydi. Diyarbakırlı, Rizeli, Erzurumlu, Karslı, Adanalı kalmanın bir soruna dönüşmesi.
İşte, bizim geç doğmuş Babilimiz çatırdıyor. Arda’nın düşüşü, biraz da Babil’in düşüşüdür. Peki, kimse Babil’i kurtarmayacak mı? Babil çürüdü, kimse onu yeniden inşa etmeyecek mi?
Babil’in bizden başka kimsesi var mı?
Yüzleşme: Sorusuz cevaplar
Yüzleşme’de cevaplar var, hem de iyi cevaplar ama onu büyük yapacak sorular eksik.
Arda’nın yıllar önce yaptığı abuk subuk ekonomi yorumları için “Sıçmışım!” itirafında bulunmasına tanık olmak hoş. Ama bu, hayatımızda ya da bakış açımızda hiçbir şey değiştirmiyor. Yüzleşme, Arda’ya bu açıklamayı yaptıran Türkiye’yi anlamamıza yardımcı olacak soruları sorsaydı, işte o zaman kafamızı kurcalamayı başarırdı. Hele bu sorgulamayı Arda’nın kendisine yaptırabilse o zaman gerçekten büyük iş olurdu. Kendisinin “güç zehirlenmesi” yaşadığını ifade eden Arda, Türkiye’de (hatta Türk futbolunda) güç zehirlenmesi yaşayan tek kişinin kendisi olmadığını bilecek kadar zeki bir adam. Ama belgesel, Arda’dan manşetler almayı tercih etmiş; güvenli yolu seçmiş.
Yüzleşme’nin biz izleyicilerin karşısına da bir ayna koyabilmesi gerekirdi. Bu belgeselden, bizimle ilgili çok haklı olduğu için nefret etmeliydik. Çünkü Bayrampaşalı veya oralı ya da buralı bir mahalle çocuğu olmanın müstakbel karanlığını Arda Turan yaratmadı. Sonuçta konuşmayı öğrenene kadar hepimiz aynıyız.
Arda bir defasında, “Benim gibisi 100 yılda bir gelir!” demişti. Aslında onun gibisi gelir geçer. Biri şarkı söyler, öbürü takım yönetir, başkası filmde oynar, diğeri… Neyse işte, böyle uzaaar gider. Yıldızların en büyük yanılgısı da burada başlar: Onlar kendilerini eşsiz sanır, halbuki eşsiz olan sadece düşüşleridir.