Mukadderat: Ataerkil Düzene Başkaldırarak Dönüşen Emekçi Bir Kadın Hikâyesi
Prömiyerini 61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali‘nde yapan Mukadderat, “En İyi Film” ödülünü alarak dikkatleri üzerine çekti. Aynı zamanda Nur Sürer’e “En İyi Kadın Oyuncu”, Osman Sonant’a ise “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülleri kazandıran yapım, benzer taşra anlatılarına sıkışıp kalan ulusal sinemamız içinde farklı bir yoldan ilerlemeyi de başardı.
Tabii usta oyuncu Nur Sürer’in Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin kapanış gecesinde aldığı ödülü Yılmaz Güney’e ithaf etmesi ve “Bu ödülü, çoğunlukla değersizleştirilmek istenilen, bundan 40 yıl önce yaşamını yitiren, biz sinemacıların en kıymetlisi, ustamız Yılmaz Güney için alıyorum,” ifadesi başka bir tartışmanın da fitilini ateşledi. Zaten sözkonusu Yılmaz Güney olunca sosyal medyadaki linçten kaçmak da mümkün olmuyor.
Ancak Mukadderat‘a geçmeden önce bu konuyu biraz daha açmak gerektiğine inanıyorum. Neticede Yılmaz Güney, egemen ideolojiye ve kültüre hayatı boyunca kafa tutmuş, politik filmleriyle de burjuvazi karşıtı, antiemperyalist, toplumcu “üçüncü sinema” anlayışının ülkemizdeki dönüm noktası olmuş uluslararası bir isim. Kökeni ve devrimci perspektifi dolayısıyla da hâlâ kolayca hedefe konabilen, nefret öznesine dönüştürülebilen bir sinema emekçisi.
Doğrusu onun çelişkilerle ve pişmanlıklarla dolu varoluş pratiğini anlayabilmek de öyle kolay değil. Yenice’den çıkıp kendisini adadığı yol, kimliği, komünist olduğu için yaşadığı devlet terörü, hapishane yılları, ödediği bedeller ve her şeye rağmen gelişme çabası ondan bahsedilirken açılması gereken parantezler.
Bununla birlikte Kuru Otlar Üstüne filmine dair yazdığım incelemede Nuri Bilge Ceylan’ın Dostoyevski’yi işaret ederek yaptığı “ad hominem”den bahsetmiştim, insanı değiştiren zaman, mekân, üretim ilişkileri ve değişen ihtiyaçlara değinmiştim. Dolayısıyla insan olmanın belli bir sosyal ve tarihsel oluşum içinde belirlendiğini unutmamak lazım. Yılmaz Güney’e bakarken de onu yaratan sosyopolitik ve kültürel gerçekliği es geçmemek gerekiyor.
Buradan Mukadderat filmine geçebiliriz.
Mukadderat: Kara Komedinin Gücü ve Meselesini İyi Anlatan Bir Film
Aslına bakılırsa Mukadderat‘ın yönetmeni Nadim Güç; Anne, Kadın, Camdaki Kız gibi dizilerden tanınan bir yönetmen. Bu yönüyle de uzun soluklu kadın hikâyeleri anlatmaya alışkın bir isim. Mukadderat ise ilk uzun metrajı. Çoğu yönetmen için “debut” film bir kâbusa dönüşebilir ama Nadim Güç bunun altından başarıyla kalkıyor.
Elbette bu başarı sadece Nadim Güç’e ait değil. Filmin yazarı Erdi Işık ile yakaladığı uyumu açmak lazım, çünkü Erdi Işık’ın Kastamonu Cide’de kurduğu bu kadın hikâyesi belli ki fazlasıyla tanıdık, fazlasıyla bildik. Bu nedenle de sindirilmiş bir senaryo ve iyi yazılmış karakterlerle karşı karşıyayız. Bu da yönetmen Nadim Güç’ün elini rahatlatıyor.
Filmin sahip olduğu doğal ve sahici damar da buradan geliyor. Ayrıca Cide’nin edebiyatımızın usta ve toplumcu yazarlarından Rıfat Ilgaz’ın memleketi olduğunu hatırlatayım. Filmde Rıfat Ilgaz’a verilen selam da o yüzden çok yerinde. Tabii sinema emekçisi Ahmet Uluçay’a verilen referansı da gözden kaçırmamak gerekiyor. O referans filmin simgelediklerine dair önemli bir işaret taşıyor.
Bununla birlikte maalesef “arthouse” sinemamız son yıllarda bir çıkmaza girmiş durumda ve özgün yapımlar çıkarmakta zorlanıyor. Bu durumun sebepleri arasında dijial platformların içerik kavramını değiştirmesi, niteliğin giderek önemini kaybetmesi ve yaşanılan ekonomik kriz bulunuyor. Fakat son olarak İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) düzenlediği İstanbul Film Festivali’nden “Ulusal Yarışma”nın kaldırılması içinde bulunduğumuz duruma dair önemli bir gösteren sunuyor.
“Oedipus” kompleksine sahip mizojinist eril karakterler, taşranın uğursuzluğu, Anadolu idealizmi, yabancılaşma, benmerkezcilik, örtük politik göndermeler ve atalet temalı hikâyeler etrafında dönüp duruyoruz. Bu açıdan Mukadderat benzer toplumsal kodları kullanıyor belki ama yapısal olarak da ayrışıyor.
Bir yandan da filmi izlerken “Taylan Biraderler” sinemasında görmeye alışkın olduğumuz özellikler ve absürtlükler ile karşılaşıyoruz. Fakat Mukadderat‘ın Taylan Biraderler’in Azizler veya Andropoz gibi son dönem işlerinde yapamadığı türden şeyleri başardığının altını çizmek gerekiyor. Tabii bu örnekler arasına Berkun Oya’nın Türkiye’nin son 20 yılındaki hegemonik değişimi, sınıfsal kutuplaşmayı ve kültürel yozlaşmayı görmezden gelerek yaptığı orta sınıf eleştirisi Kuvvetli Bir Alkış‘ı da ekleyebiliriz.
Açıkçası Mukadderat‘ın hayattaki tek vazifesi bir eş olmak olan ve kocasının ölümünden sonra da artık bir köşeye çekilip etliye sütlüye karışmadan oturması beklenen yaşlı bir kadını merkezine alması çok kıymetli. Bu çok anlatılan bir öykü değil. Ancak bundan daha önemlisi ataerkil düzene ve “elâlem” tarafından baskılanan kadınlara dair toplumsal eleştirisini sunarken aldığı yol. Mukadderat bu eleştirisini didaktik ve sıkıcı olmadan kara komedi ögelerini kullanarak yapıyor, doğru bir sınıf perspektifi çiziyor. Kadınların kimseye muhtaç olmadan çalışmasının, üretime katılmasının, emeğin altını layıkıyla çiziyor.
O nedenle İkinci Bahar dizisinde Türkan Şoray’ın canlandırdığı “Hanım” karakterini hatırlatan “Sultan” karakteri damardan işliyor. Sultan’ın uyanışı, tabuları kırmaya başlaması, dedikodular ile ilgilenmemesi ve mahalle baskılarını yok sayarak girdiği yol da çok keyif veriyor. Ayrıca bu rolün Nur Sürer için yazıldığı da çok belli. Bereketli Topraklar Üzerinde, Yılanların Öcü, Uçurtmayı Vurmasınlar gibi Türk sinemasının en kült filmlerinde yer almış Nur Sürer’in karakteri yansıtma biçimi gerçekten harikulade. Zaten onun politik duruşunu ve kadın haklarıyla ilgili verdiği mücadeleleri düşününce bu rolü ondan daha iyi oynayabilecek kimse yok. Fakat tüm cast’ın çok doğru seçildiğini belirtmem lazım. Osman Sonant ve Aslıhan Gürbüz de performanslarıyla dikkat çekiyor.
Sonuç olarak Mukadderat, hem odağına aldığı kadın hikâyesiyle hem de oyuncu performanslarıyla meselesini çok iyi anlatıyor. Dünyaları sırtında taşıyan tüm emekçi kadınlara selam olsun…