‘The White Lotus’: Beyaza Bulanmış Amerikan Kültürüne ve Burjuvaziye Saplanan Bıçak Darbeleri

 ‘The White Lotus’: Beyaza Bulanmış Amerikan Kültürüne ve Burjuvaziye Saplanan Bıçak Darbeleri

Açıkçası 2025, TV açısından  oldukça parlak bir yıl olmaya aday. Bu yıl içinde farklı türlerden bağımlısı olduğumuz ve yeni sezonlarını merakla beklediğimiz birçok seriyi izleyeceğiz. Apple TV+’ın Orwellyen tarzda inşa edilen ve ezber bozan distopik bilimkurgu serisi Severance, 2. sezonuyla döndü.

Keza Marvel’ın en sevilen karakterlerinden ve yapılmış en iyi çizgi roman uyarlamalardan biri olan Daredevil da dönmeye hazırlanıyor. Charlie Cox’un Daredevil karakterini yeniden canlandırdığı seri, Daredevil: Born Again ismiyle Disney+ kataloğuna eklenecek. Bunun yanı sıra 1980’lerin popüler kültürünü yansıtma biçimiyle, Steven Spielberg, John Carpenter, H. P. Lovecraft, Stephen King gibi efsanelerden ödünç aldıklarıyla ve pastiş özellikleriyle fenomen haline dönüşen Netflix serisi Stranger Things de final sezonuyla geliyor.

İlginizi çekebilir: 2025’in Merakla Beklenen TV Serileri: Yeni Yılda İzleyeceğimiz Diziler


Ancak bir seri var ki tür ayırt etmeden çoğu izleyicinin kesişim kümesinde yer alıyor. İlk sezonu 2021’de yayınlanan HBO yapımı The White Lotus, son dönemlerin en sevilen ve takdir gören yapımlarından biri olarak dikkat çekiyor, her sezonuyla daha da büyüyor. Mike White’ın yaratıcısı olduğu seri, kazandığı “Primetime Emmy Ödülleri” ile de adından bahsettiriyor.

the white lotus

Nitekim bunun da ötesinde The White Lotus, günümüzdeki kültürel kodları anlatmaya çalışan birçok serinin yapmaya çalıştığı ama çoğunlukla eline yüzüne bulaştırdığı işaretlemeleri incelikle yapıyor. Zenginler için oluşturulan çekici cennet alegorileri Mike White’ın sarkazm dolu ellerinde gerilimli bir cehenneme dönüştürülüyor.

Ayrıca serideki sınıfsal çatışmalar da çok doğru yerlerden kuruluyor, paranın, statünün ve güç istencinin insan ilişkilerini nasıl etkilediği teşhir etmeden sunuluyor. Burjuvazinin politik doğruculuğu, ikiyüzlülüğü, orta yaş bunalımları, gizli arzuları ve duygusal boşlukları ultra lüks “White Lotus” otel zincirlerinde hedefi tam ortadan vuran bir taşlama olarak karşımızda duruyor.

Elbette, bu usta işi yazarlık ürünün köklerinde de Amerikan toplumunun hipergerçekliği ve “rüya ülkesi” değerlerinin ironisi bulunuyor.

Hipergerçek Amerika ve Tekno-Feodal Distopya

Fransız filozof ve sosyolog Jean Baudrillard’a göre Amerikan toplumu hipergerçek bir çağda yaşamaktadır. Böyle bir hipergerçeklik içinde ise düş ile gerçek arasındaki ayrım silikleşmiş, hakikatin yitimi gerçekleşmiştir. Simülasyon ve simulakrum (orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan, kendisi zaten kopya olan) da gerçekliği ele geçirerek onun yerine geçmiştir.

Bu nedenle insanların deneyimleri de çoğunlukla simülasyonlar aracılığıyla gerçekleşir. Gerçekliğin artık doğrulanamaz olduğu bu dünyada, tüm anlamlar da anlamsız olmaya yatkındır. Değişen toplumsal algılar ise sadece korkuları, arzuları ve saplantıları gidermeye yöneliktir. Bu “Disneyland”ı anımsatan simetrik, gösterişli, büyülü izolasyon da modern bir ilkellik yaratır.

Doğrusu bu hipergerçeklik ile meydana gelen hayaletimsi medeniyet devasa bir hologram gibidir. Sunulan cennet betimlemeleri de aslında toplumsal olanın yittiği cehenneme açılan kapılardır. Elbette ki bu durum kapitalizmin neoliberalizme, liberteryenizme ve ardından gelen tekno-feodalizme açılan pencereleriyle de bağlantılıdır. Yeni teknolojik ve dünyevi tanrıların yaratıldığı bu dönem, bir çevrimiçi anti-ütopya örneği olarak da karşımızda durur.

Dijitalleşen ve ekranlara bağımlı hale getirilen toplum, küçük elit sınıflar tarafından kontrol edilir. Sistem, yeni muhafazakar politikalar yanı sıra veri ve yapay zeka çalışmaları ile biçimlendirilir. Ayrıca bireylerin sonu gelmeyen bir tüketime teşvik edilmesi ve sahip olmadıkları şeylere sahip olma arzusuna itilmesi yeni bir hedonizm anlayışı oluşturur.

Tabii cinsiyet rollerinin ve cinsel kimliklerin de bu interaktif hipergerçeklikten kaçması mümkün değildir. Estetik cerrahinin ablukası altındaki herkes kendi “imajını” yaratmaya çalışır, kendi “look”unu oluşturmaya çabalar.

İşte; The White Lotus serisi de bütün temsilleri, incelikle yazılmış karakterleri, erotizmi ve çıplaklığı anlatı aracı olarak kullanan unsurları ile  kocaman bir ayna tutuyor. Lüks “imajları” ve “look”ları kullanarak hicivci bir şekilde kusuyor.

Beyaz Adamın Cenneti Tayland’a Doğru

Açıkçası The White Lotus‘un Sicilya’da geçen 2. sezonu daha çok yıldız oyuncu Jennifer Coolidge’in canlandırdığı “Tanya McQuoid” karakterine odaklıydı. Zaten sezon finaline de Tanya damga vurmuştu. Fakat bütün sezon boyunca Tanya’nın yaşadığı duygusal gelgitler, savrulmalar ve tercihler ile “foreshadowing” yapılmıştı, Tanya’nın sonuna adım adım yaklaşmıştık.

Doğrusu ilk 2 sezonda da yer alan ve anlatının en önemli parçalarından birisi olan Tanya’nın yokluğunu doldurmak kolay değil. 3. sezonun ilk bölümünü izledikten sonra da gözlerim Jennifer Coolidge’i aramadı desem yalan söylemiş olurum.

Ancak Mike White, 3. sezondaki hikaye arkı için çok doğru bir karar verdi ve tüm dünyanın merakla beklediği 3. sezonda hikayeyi Tayland’ın “Ko Samui” adasına taşıdı. Burası Güney Tayland’da bulunan, “Mu Ko Samui” adalar grubuna bağlı tropikal bir bölge. Phuket Adası’ndan sonra Tayland’ın 2. büyük adası olan Ko Samui, “Cennet Adası” olarak da bilinen bir yer.

Hindistan cevizi ve palmiye ağaçları ile ünlü olan bu doğa harikası ada, her yıl milyonlarca turistin uğradığı bir güzergah. Bununla birlikte Tayland, seks endüstrisi ile de meşhur bir ülke. Hatta Tayland’ın seks ekonomisi küresel sıralamada da ilk 10’da bulunuyor. 16 yaşın altındaki on binlerce çocuk da bu sektörde yasa dışı şekillerde çalıştırılıyor, insan kaçakçılığı büyük bir sorun olarak dikkat çekiyor. 

Tayland’daki bu sömürü düzeni de Batı kültüründen gelen “beyaz erkekler” ile gelişiyor. Günümüzdeki seks endüstrisinin temelleri 1950’lerden 1970’lere kadarki süreçte atılıyor, Kore ve Vietnam savaşları esnasında endüstri büyüyor. Vietnam Savaşı sırasında ABD, Tayland’ı bir üs olarak kullanıyor.

Buradaki ABD askerlerinin de “Rest and Recreation, Recuperation or Relaxation” (Dinlenme ve Dinlenme, İyileşme veya Rahatlama) hakları bulunuyor. ABD askerleri Tayland’ın sokaklarını ve barlarını doldurdukça, seks endüstrisi için de talep artıyor. Özellikle yoksul kadınlar para karşılığında seks yapmaya zorlanıyor. Vietnam Savaşı’ndan sonra da insan ticareti daha vahim bir hal alıyor.

Dolayısıyla burası The White Lotus‘un sarkastik cennet alegorisi için biçilmiş bir kaftan niteliğinde. Hipergerçeklik ve hiperhaz içindeki Amerika burjuvazisi, alt sınıflar tarafından her isteklerinin sorgusuz sualsiz gerçekleştirileceği bir rüya satın alıyor.

Fakat The White Lotus‘un ilk iki sezonundan bu lüks tatilin büyük arızalara ve büyük mutsuzluklara yol açacağını biliyoruz. Bunun yanı sıra 3. sezondaki dramatik yapının da yine ustalıkla kurulduğunu söyleyebilirim. Hikâye anlatımındaki tek bir anı boşa harcamayan kusursuzluk da seriyi başka bir seviyeye çıkarıyor.

Jennifer Coolidge ve Tanya’nın yokluğunda ilk sezondan tanıdığımız Belinda Lindsey’ın hikâyeye eklenmesi bir avantaj. İlk bölümdeki açılış planından anladığımız kadarıyla sezon finalinde de önemli bir yere sahip olacak.

Herkese tepeden bakan “Ratliff” ailesinin tuhaflığı da bu sezonun öne çıkan unsurlarından. Bu aile ilk sezondaki “Mossbacher”ları anımsatıyor. Öte yandan Arnold Schwarzenegger’in oğlu Patrick Schwarzenegger’in canlandırdığı Saxon Ratliff üzerinden sunulan entrikacı erillik de Theo James‘in 2. sezondaki “Cameron Sullivan” karakterini akıllara getiriyor.

Zengin beyaz kadın kulübü “Kate, Laurie ve Jaclyn” de ageisme kafa tutan, başarılarının tadını çıkarmaya çalışan ve aralarındaki rekabeti gizlemeye çabalayan bir grubu temsil ediyor. Fallout‘taki performansıyla parlayan Walton Goggins’ın canlandırdığı Rick Hatchett karakteri ise çözülmeyi bekleyen bir muamma.

Sonuç olarak Mike White’ın beyaz kültüre ve üst sınıflara saldıran kalemi yine eşsiz bir keyif veriyor, The White Lotus‘un 3. sezonu da yılın en iyileri arasında yer alıyor. 

Orçun Onat Demiröz

Lisans öğrenimini 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde tamamladı. Akabinde yüksek lisans için Viyana’ya gitti ve 4 yıl kadar Avusturya’da yaşadı. 2015 yılında Türkiye’ye döndü ve çeşitli kültür/sanat dergilerinde, eklerde, bloglarda yazarlık yaptı. Aynı zamanda birçok ajansta da metin ve içerik yazarı olarak çalıştı. Hayatına yazar, yorumcu ve DJ olarak devam ediyor.

Related post