Agâh Beyoğlu Üzerine: Aslında Unutmak, Artık Acıyı Hissetmemektir I Esra Koçak
[highlight]Agâh Beyoğlu… Eski İstanbul beyefendisi, yeni Türkiye seri katili. Şahsiyet dizisi, Agâh Bey’in ilginç yaşamı üzerinden, bellek ve unutmak üzerine bir öykü anlatıyor bize. Dizinin senaristi, yazar Hakan Günday’ın pek sevdiği, insanın ve toplumun karanlığı teması dizinin de belkemiğini oluşturuyor. Agâh Beyoğlu’nun hikâyesi ve altta yatan karanlığı, hem kendi hikâyesi hem şehrin ve ülkenin hikâyesi ve üzeri örtülmeye çalışılan karanlığı oluveriyor.[/highlight]
Bellek, sadece bireyin değil toplumun da varlığının çatısını oluşturur. İnsan, hayatı var olan gerçekleri zihinsel filtresinden geçirip bir anlatıya dönüştürerek algılar. Hayatı salt gerçeklerle anlayamayız, önümüze yığılan veriler bize bir şey ifade etmez, ta ki onları anlatıya çevirene kadar. Bu anlatıyı kurgulamak içinse belleğin varlığı elzemdir. Verileri hatırlamak ve onları birbirine uygun şekilde bağlamak ancak hatırlayarak mümkündür.*
Dizinin başında iki başarısız cinayet girişimiyle tanışıyoruz Agâh Bey’le. Aynı adamı 4 yıl arayla vurmaya çalışıyor ama bunu başaramıyor. Neden öldürmek istediğini ya da neden vazgeçtiğini dizinin başında bilmesek de hikâyenin katmanları aralandıkça bu kişinin emekli bir hâkim olduğunu ve bu adamı öldürme arzusunun görevini yaparken yozlaşması, rüşvet alması olduğunu anlıyoruz. Belleği silen, insanın hafızasını yani insanı o kişi yapan temel şeyi, hikâyesini elinden alan Alzheimer hastalığına yakalandıktan sonraysa Agâh Bey, üçüncü kez bunu deniyor ve başarıyor. Çünkü unutacağını biliyor ve olası suçluluk duygusundan kurtulmuş oluyor. Böylece hâkimi öldürmekten başta neden vazgeçtiğini de anlıyoruz: Vicdan azabından ve suçluluk duygusundan korkması.
Agâh Beyoğlu’nun hastalıktan önceki kişiliği hakkında bildiklerimiz, dizi boyunca karşılaştığı ve eskiden beri tanıdığı insanların onunla ilişkisi üzerinden öğrendiklerimize dayanıyor. Titiz, yardımsever, arkadaş canlısı bir adam olduğunu, karşılaştığı ve büyük kısmını öldürdüğü tanıdıklarıyla sohbetlerinden öğreniyoruz. Kızının bakış açısıyla ise duygusal yakınlık konusunda sıkıntıları olan biri, en azından çocuğuna karşı. Obsesif, kontrolcü yanları olan bir adam. Agâh Beyoğlu’nun Alzheimer öncesi kişiliği pek de olağandışı bir şey söylemiyor bize. Kendi halinde, kendine göre dertleri ve kendine göre bir yaşamı olan bir adam. Öte yandan Agâh Bey’in şahsiyeti bize başka şeyleri anımsatıyor. Kıyafeti, hali tavrı, görgüsüyle tam bir eski İstanbul beyefendisi. Agâh Beyoğlu, eski Beyoğlu’nun ve hatta Cumhuriyet’in ilk dekadlarının hafızasının vücut bulmuş hali. Agâh Bey’in hafızası yavaş yavaş yok oluyor, tıpkı Beyoğlu’nun hafızasının yok olması gibi. Betonlaşmış, işgale uğramış, bambaşka bir şeye dönüşmüş Beyoğlu’na sıkı sıkı tutunsa da akışa karşı duramıyor. Aile apartmanının yarısı barlara teslim olmuş bile. Yaşadığı 10 numaralı daire ve belki bilinçdışının, gizli saklı varlığının, bastırdıklarının bir temsili olan 8 numaralı dairesi dışında aile apartmanı da yeni Beyoğlu’na katılmış gitmiş.
Bellek, sadece bireyin değil toplumun da varlığının çatısını oluşturur. İnsan, hayatı var olan gerçekleri zihinsel filtresinden geçirip bir anlatıya dönüştürerek algılar. Hayatı salt gerçeklerle anlayamayız, önümüze yığılan veriler bize bir şey ifade etmez, ta ki onları anlatıya çevirene kadar. Bu anlatıyı kurgulamak içinse belleğin varlığı elzemdir. Verileri hatırlamak ve onları birbirine uygun şekilde bağlamak ancak hatırlayarak mümkündür. Belleğini yitireceğini öğrenen Agâh Bey, tanıyı öğrendiği sahnede doktoruna sorar, “Telefon numaraları bir şey değil de, benim şahsiyetim ne olacak? O da silinip gitmeyecek mi? Nasıl bir adam olduğumu unutacağım. Yaşıyorsun ama yoksun, insan nasıl dayanır buna?”
Agâh Bey çok haklı, insanın ve toplumun varlığını oluşturan temel unsurlardan biri hafızasıdır. Bunu yitirdiğinde yahut olanların üzerini örtmeye, unutmaya çalıştığında anlatının yapısında, duvarlarında, kirişlerinde çatlaklar oluşur. Bu topraklar da tarihinde olan birçok acı olayı, yakılanların, linç edilenlerin, acımasızca sürgüne gönderilenlerin üstünün örtüldüğü, unutturulmak istendiği topraklar. Tıpkı dizideki Kambura kasabasında olup bitenlerin elbirliğiyle üstünün örtülmeye çalışılması gibi. Kendi hafızasını yitirmeye başlayan Agâh Bey, bu yitimin sağlayacağı suçluluktan ve vicdandan sıyrılma haline güvenip geçmişindeki insanları öldürürken, Kambura’nın unutmaya çalıştıklarını hatırlatarak kasabanın hafızası olmaya soyunuyor.
Hatırlamak; sorumluluk almak, vicdan azabı çekmek, suçluluk duymak anlamına da gelir. Ve insanoğlu bu tip acılardan uzak durmayı tercih eder. Gerek toplumsal olaylarda gerekse bireysel tarih için geçerlidir bu. Acı verici olanı unutmayı yeğleyebiliriz. Ancak unuttuklarımız, bir yandan da bizi biz yapanlardır. Bazı şeyleri çok derine saklarsak orada olduklarını belki bir süre için unutabiliriz ama bastırılanın dönüşü gibi, farklı formlarda dönüp bize musallat olurlar. Bu ülke topraklarında unutulmaya çalışılan ve sorumluluğu alınamayan, işlenemeyen her toplumsal olay bir düğüm olarak halkın hafızasına atılır. Farklı farklı biçimlerde döner, nevrotik bir pattern gibi yineler, korku filmlerinde meselesini halledemeyen hayaletlerin insanlara musallat oluşu gibi bu topraklara yeniden uğrar durur.
Agâh Bey’in hafızasını yavaş yavaş yitirmesine neden olan Alzheimer, bellekle birlikte, hatıralarımızın oluşumunda büyük etkisinin olduğu kişiliği de yavaş yavaş değiştirir. Agâh Bey nasıl bir adam olduğunu ilk bölümlerde henüz unutmasa da belli ki değişmektedir. Sadece işlediği cinayetlerde değil, daha asabi oluşunda, gerginliğinde, sinik halinde de görürüz bunu. Alzheimer hastalığının çok ileri safhalarında, hasta aynaya baktığında kendi yüzünü tanımaz hale gelebilecek kadar yitirebilir hafızasını. Toplumlar da tarihlerinin gerçekliğinden uzaklaştıkça şahsiyetleri, idealleri, erekleri yavaş yavaş yozlaşır. Bir noktada kendilerini tanımaz hale gelebilir, başladıkları ve varmayı amaçladıkları noktadan çok uzaklara savrulabilirler.
Julian Barnes hafıza üzerine kurguladığı romanı Bir Son Duygusu‘nda şöyle der: “Tarih, belleğin kusurlarının, belgelemenin yetersizlikleriyle buluştuğu noktada üretilen kesinliktir.”
İnsanın belleği de toplumların belleği de kusurludur. Hafızası “sağlam” bir insan bile gerçeği anlatıya çevirip hatıralarını oluştururken kendi zihninin filtresinden geçirdiği için bu gerçeği bir kertede çarpıtır, gerçeklik haline getirir. Hatırladıklarımız, olanların birebir kaydından çok, olayların zihnimizde bıraktığı izden ibarettir. Hatırlamaktan imtina etmediğimiz olaylar bile hatıra haline geldiklerinde, olayın kendisinden uzağa düşerler. Toplumların tarihi için de bu geçerlidir. Resmi tarih, olanlardan ziyade ülkelerin kendilerine dair kurgularını pekiştirmek için kullanılan bir araç haline gelir. Nietzsche, Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine isimli eserinde anıtsal tarih kavramından bahseder. Anıtsal tarih kahramanlıklar, fetihler, kazanılan savaşların hikâyeleri üzerinden geleceğe dair olumlu bir bakış açısı yaratır. Ancak olumlu bir zemin oluşturma ihtimalinin yanında olumsuz yanları da vardır. Anıtsal tarih yalnızca etkileri anlatır, nedenleri değil. Nedensellik, durumsallık ya da zorunlulukları anlatmadığı için bir olayı bedeline karşın körlemesine teşvik eder. Anıtsal tarih, arzulanan anıtsal gerçekliği oluşturmak için doğruyu tam olarak yansıtmaz. Olayın nedenlerini gizler. Fanatizmi teşvik eder. İktidarların önemli bir aracı haline gelebilir. Kötüye kullanıldığında insanların ve kültürün gelişimini ve ilerlemeyi engeller.
Ortak tarihin dışına çıkmak bireyleri her zaman riske sokar. Kambura’da oluşturulan anlatının dışına çıkan, aksini dillendiren herkesin tehdide, dışlanmaya ve hatta lince maruz kalışı bunun iyi bir örneğidir. Unutulmak istenenler hep birlikte unutulmalı, var olmasa bile, hatırlanmak istenenlerse hep birlikte hatırlanmalıdır. Agâh Beyoğlu, bildiği gerçekleri uzun yıllar boyu açık edemediği gibi halihazırda yani kaybedecek pek bir şeyi olmadığı noktada bile bu gerçeklerin gereğini ancak gizli kapaklı cinayetler işleyerek sağlamaktadır. Ortak anlatının insanlar üzerindeki gücü bu kadar büyüktür işte. Bu noktanın toplumsal izdüşümüne bakıldığında aydınların neden halk tarafından sıklıkla aforoz edildiği de anlaşılabilir. Noam Chomsky, aydınların dünya ve tarih hakkında gerçekleri ortaya koyma konusunda ahlaki bir yükümlülükleri olduğunu, ancak bunu yapabilen çok az sayıda insan olduğunu; çünkü bunu yapanların prestijlerini yitireceklerini ya da maddi kayba uğrayacaklarını söyler. Doğruyu söyleyenler dokuz köyden kovulmaktadır, gerçeğin peşine düşmekse ancak bu bedeli göze almakla mümkündür.
Çok emek verildiği belli olan Şahsiyet dizisi bize sadece antikahramanının hikâyesini değil, onun bedeninde, zihninde, yaşamında sembolize olan birçok şeyin öyküsünü de anlatıyor aslında. Agâh Beyoğlu, izleyiciye bir yandan kendi hikâyesini bir yandan da ülkenin, şehrinin, semtinin hikâyesini anlatıyor. Belleğinin labirentleri kendi üzerine çökmeden önce, labirentin tam ortasına ulaşmaya çalışıyor. Hatıralarını yitirirken, Kambura’ya gerçekte olanları hatırlatma görevini üstleniyor. Bir yandan da bize neleri yavaş yavaş yitirdiğimizi hatırlatıyor; unutulmaya, üzeri örtülmeye çalışılan gerçeklerin izlerini anımsatıyor belki. Kendi hafızasını yitirirken, yakın tarihte yitirdiğimiz ama çabucak unuttuklarımızı hatırlayalım, vicdanımızı ve sorumluluk duygumuzu yitirmeyelim diye bir nevi deniz feneri oluyor bize.
*Sigmund Freud
Yazı, Episode Dergi’nin 10. sayısında “Psikanaliz” köşesinde yayımlanmıştır…