Bugün Türkiye’de Aşktan Söz Edebilir miyiz?
İlk aşk? Aşk mıydı, tutku muydu, deneyim miydi çok emin değilim. Aşk kısa süreli bir şey. Orak gibi biçiyor, ateş gibi yakıyor seni, mahvedip gidiyor. Ama illa bir insana âşık olacaksın diye bir şey de yok. İnsanlar dağa da âşık olabilir, çiçeğe de… Karşılık beklemeden yaşanacak bir his.
“Aşk iki kişiliktir” diyor şair ama iki kişi de yeterli değil… Kendi aralarında yok ediyorlar aşkı. “Ya benimsin ya da kara toprağın” diye bir anlayış var, psikopatça bir tavır bu. Ne demek yahu? Bu aşk mı? Olsa olsa barbarca bir tutku. Güvenmeden, inanmadan, anlamadan bir ilişki olmaz. Birbirini değiştirmeye kalkmadan, karşındakini olduğu gibi kabul etmeden bir ilişki yaşayamazsın. Oysa âşık olduğumuz kişiyle ilk karşılaşmamızda onun kim olduğunu, nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilmiyoruz. Belki onu ilk gördüğümüz andaki halinden, tavrından etkileniyoruz. Mesela adam kitaplara bakıyor, bakarken de ıslık çalıyor. Sonra sen neden ıslık çalan o adamı, sabah orada kahve içirmeye zorluyorsun? Bıraksana ilk bulduğun haline.
Her şeyi karıştırıyoruz biz. Hiçbir şey hissetmeden beraber olma meselesi var. Duyguyla değil de içgüdülerle davranılıyor. Tavuskuşu bile kuyruğunu açıyor. Fil bağırıyor, bir şeyler yapıyor. Bizde tangır tungur her şey. Trafikte bile böyle. Senin önüne geçince kendini akıllı sanıyor. Ulubatlı Hasan da öndeydi. İlk vurulan o oldu.
Mesleğime âşığım. Onun için zorluklara tahammül edebiliyorum. Âşık olduğun zaman her şey çok düzgün gitmeyebilir, hemen şikâyet etmeyeceksin. Onun çilesine katlanacaksın. Ramiz adlı genç bir müzisyenle rap yapıyorum. Benim yaşımdaki bir kadının rap yapması değişik bir şey. Şarkıyı söyledim ama görüntü yok. Dedim ki görüntü de olsun. Zorluk da orada başladı benim için. Çekim için gidip gelme, uykusuz kalma gibi… Ama böyleyim, işimi tam yapmak istiyorum. Bu ancak aşkla olur.
Sen onun çorabını ütüleyene, donunu yıkayana kadar niye iki kitap daha fazla okumadın, diyorum kendime.
Çok kızıyorum kendime; Köle Isaura gibiydim ilişkilerimde. Çorabını ütüleyip veriyorum. Neden bunu yaptım, bu kadar zaman kaybettim? Aslında âşık olduğum şey başka yerdeydi. Sen onun çorabını ütüleyene, donunu yıkayana kadar niye iki kitap daha fazla okumadın, diyorum kendime. Ama bir tarafta da o yaşlarda hormonal bir durum oluyor, içgüdüsel herhalde. Yoksa nasıl iyi eş olurum meselesi değildi bu. Bu tip ritüellerle yetiştirilmedim. Gençlik diyelim. Şimdi çok anlamsız geliyor.
İlişki içinde kadın da adam da istediği gibi yaşayamıyor. Çok zor. Mesela düşünüyorum, oturduğum sitede şöyle bir çift olsa: Herkesin kendisi gibi olduğu, birbirinin jandarması olmadığı bir ilişki içinde olsalar; akşam buluşup yemeklerini yiyip muhabbetini yapsalar hayatın, birlikte olsalar ama kendi özgürlük alanlarına müdahale ettirmeden yaşasalar… O site ahalisi bunları yadırgar. Kadın için de dedikodu yapar, erkek için de. Mahalle baskısı mı denir buna, ne derseniz deyin.
TV’deki bir evlilik programında kadın, adama ayakkabı numarasını sordu.
Kıskançlık da bitiren bir şey, ilişkileri. Şimdi sen beni görüyorsun, beğeniyorsun sahnede veya sanatçıların gittiği lokalde. Evde görmüyorsun ki beni. O zaman sahneye çıktığımda niye kıskançlık krizine giriyorsun? En son ilişkimden söz ediyorum. Arkadaş ne istediğini bilmiyor aslında.
Bir mekâna gidiyorsun, adam yanımdaki sandalyede oturan arkadaşını kıskanıyor. Aynayı çıkarıp makyajım aktı mı diye bakacağım, “Arkadaki adamları mı kesiyorsun?” diyor bana. Ben arkaya bakmak istesem döner bakarım, kimden çekineceğim? Son ilişkimdi. Birkaç kere bu tavrı gösterdi, yürümez bu ilişki deyip hemen bitirdim. İlk gençlikte o Köle Isaura ruhunun da terkiydi bu tabii ki. Bu anlayıştan dolayı kimseyle uzun süre yapamadım. Kaldıramıyorlar; “Ayşen Hanım masanız hazır,” denildiğinde kavga çıkıyor, “Ahmet Bey masanız hazır,” demedikleri için. E, ne yapayım? O yüzden yıllardır kimseyi hayatıma sokmuyorum. Böyle yatakta, bir ayağım Basra’da, bir ayağım Bağdat’ta, kedimle beraber, oh mis…
TV’deki bir evlilik programında kadın, adama ayakkabı numarasını sordu. Merakla bekledim, neden ayakkabı numarasını soruyor diye. O programlarda, “Evin var mı, araban var mı, maaş alıyor musun, paran var mı?” sorularından başka pek bir şey sorulmaz. Ama beynin var mı diye soran yok, değil mi? Neyse, adam şaşkınlıkla, “Niye ayakkabı numaramı sordunuz?” dedi. Kadın, “Sen söyle, söyle,” diye ısrar etti. (Bir de “sen” diyor.) Adam da 42 mi dedi, 44 mü dedi, hatırlamıyorum. “He, iyi, fena değil,” diye cevap verdi kadın. Sonra da, “Ayağı büyük olanın her şeyi büyük olur,” demez mi? Salak kadın! Ege bamyası küçük. Misket limonu küçük ama sulu. Salak! Bunun ölçüyle ne ilgisi var? Ve bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir adap? Şimdi biz buradan aşkı nasıl yakalayacağız?
Türkiye’de ensestin oranı yüzde 40’mış. Bu çok yüksek bir rakam. Gizli kalanlar da eminim vardır. Şimdi bir kız çocuğu düşünün, 10 yaşında. Diyanet’in sayfasında çıkan, “babaların kızlarına haram olmadığı” lafını duydu. O kız çocuğu her dakika babasından şüphe edecek. Nasıl bir travma, nasıl bir yaralama? Baba desen kendinden de şüphe edecek. Anne, babaya tuhaf bakmaya başlayacak. Bu nasıl bir gaddarlık ya? Tamam, bu soruyu soran sapık, ya cevabı verene ne diyeceğiz? Bu soruyu kim sorduysa ve bu soruya kim cevap verdiyse çıkarsınlar ortaya. Bu iki sapık da gidip tedavi olsun!
Tıbbın bunu halledeceğine inanıyorum. Halledebilirse, bilmiyorum. Amma velakin cevabı daha feci buluyorum. Bu akıl, iyi bir akıl değil. O halde şimdi, Türkiye’de aşktan söz edebilir miyiz? Soruyorum…
Bu yazı, Pulbiber derginin Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır.