Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nin Zirvesi “Parazit” I N. Levent Tanıl
[highlight]Başka Sinema Ayvalık Film Festivali geride kaldı, değerlendirmesi yeni geldi. Levent Tanıl, 4-9 Ekim tarihlerinde düzenlenen festivalde izlediği filmlerin kritikleriyle karşınızda. Tanıl’a göre festivalin zirve noktası, Bong Joon-ho imzalı Parazit filmi…[/highlight]
Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nin en hoş yanı, gösterimdeki filmlerin birbirleriyle yarışmıyor oluşuydu. Bu da festival sürecinin çok daha naif ve paylaşımcı bir atmosferde geçmesini sağladı. Bu sene ilk festivale kıyasla çok daha dolu bir program vardı karşımızda. İzlediğim filmlerin çoğu sene içerisinde Başka Sinema programında da gösterime gireceği için yapımlara dair olumlu/olumsuz düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Kraliçe Lear
Pelin Esmer, Oyun‘da Toroslar’ın dağ köyü Arslanköy’ün kadınlarından oluşan tiyatro bir topluluğunu anlatıyordu. Kraliçe Lear ise yönetmenin bağını koparmadığı bu şirin tiyatro topluluğuyla bir kez daha buluşmasına odaklanıyor ve rahat kamera yönetimi izleyicinin de filmin ritmine ayak uydurmasını sağlıyor.
Filmin “kadercilik” anlayışını yansıtan çok iyi bir yanı var. Köy köy gezip insanlara tiyatro yapmaya çalışan bir kumpanyayı takip eden kamera, kaderi sorgulayan ve doğrudan kabul eden iki kesimin ortak temsilcisi oluyor. Burada Pelin Esmer’in her zaman çok sevdiğim yönü de devreye girmekte: Kariyerini son dönem kurmaca öykülerle ilerletse de belgeselci kimliğinden asla kopmayan Esmer, Kraliçe Lear‘de de mevcut süreçlere çok başarılı bir kurguyla ortak ediyor seyirciyi. Kimi anlarında Oyun filmini izlemeyenler için birtakım açıkta kalacak soru işaretleri doğursa da filmine konu ettiği kadınların tiyatroyla tanıştıktan sonra hayatlarındaki değişimleri dile getirme biçimleri, birçok eksiğin de görmezden gelinmesine vesile oluyor. Çünkü her bir kadın, kamera karşısında olmalarına rağmen sahne önünde sergiledikleri performansların ötesine ulaşan doğal bir duruşa sahip. Kimi zaman suyun bile ulaşamadığı en ücra köylere turneye giden, kapı kapı dolaşıp insanları tiyatroya davet eden kadınlar, Kraliçe Lear belgeselinin naif bir anlatıma dönüşmesine sağlıyorlar.
Pelin Esmer’in Kraliçe Lear‘de beğendiğim yanlarından bir diğeri de belgelediği duruma herhangi bir mesaj verme derdi yerleştirmemesi. Tiyatro için bir araya gelen ve birbirlerinden aldıkları destekle hayata tutunan bu kadınlar, farkında olmasalar da çevrelerindeki birçok insanın da hayatının değişmesine yardımcı oluyor. Özellikle de kişinin kaderini kendisinin belirlediği, bir kadının değişmesiyle yaşadığı toplumun da değişebileceğine dair birçok izlenimle karşılaşabiliyoruz. Bu izlenimlerin belli mesaj kalıpları içerisinde olmayıp tamamen doğal bir akış içinde yansıtılmış olması da Kraliçe Lear‘in en az Oyun kadar naif ve sıcak bir anlatımda ilerlemesini destekliyor. 15 Kasım’da vizyona girecek bu özel belgeseli sakın kaçırmayın.
Küçük Şeyler
Yakın dönemin dikkat çeken yönetmenlerinden Kıvanç Sezer, kapitalizmin ağırlığına maruz kalan insanların gözünden öyküler anlatmaya devam ediyor. Sezer’in ilk filmi Babamın Kanatları, bir yakınını iş kazasında kaybetmiş biri olarak nesnel yaklaşabileceğim iş olamamıştı. Prömiyerini Karlovy Vary Film Festivali’nde yapan, Adana Altın Koza Film Festivali’nden üç ödülle dönen yönetmenin ikinci filmi Küçük Şeyler ise beyaz yakalı evli bir çiftin öyküsüne odaklanıyor.
Türkiye’nin son 10 yılda sürekli değişen ekonomik koşulları ve neredeyse her sohbetin içerisine yerleştirilen kapitalizmin yaygınlaşması, insanların birbirine günden güne daha fazla yabancılaşmasına sebep oldu. Artık en ufak sohbette bile maddiyat ve rakamlarla güçlendirilmeye çalışılan hayatlarımızın ağırlığı var. Bunun altında kalmaya başlayan orta sınıftan bir çifte yoğunlaşan Küçük Şeyler, bazı noktalarda kendini tekrarlayarak ilerlese de dillendirmeye çalıştığı meselesinden asla kopmuyor.
Bir ilaç şirketinde bölge müdürü olarak çalışan Onur ve eşi Bahar’ın yaşadıklarını anlatan film, Onur’un işini kaybetmesiyle eşiyle yaşadığı iletişimsizlik silsilesini konu ediniyor. Babamın Kanatları‘na kıyasla daha absürt bir dil tercih eden Sezer, buna rağmen ilk filminde oluşturduğu iskeletin etrafında yürütüyor öyküsünü. Fakat bu sefer daha az karakterle, sakin bir anlatı tercih ettiği için kahramanların ruh hallerini filmin geneline yedirmeyi daha hızlı başarmış. Tabii burada Adana’dan En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle dönen Alican Yücesoy’un iyi oyunu da hikâyeyi dengede tutabilen baş etmenlerden biri.
Babamın Kanatları‘nda inşaat halinde olan sitedeki bitmiş dairelerden birinde yaşamaya başlayan insanların bakış açısına döndürüyor kamerasını Sezer. Aslında önceki filmiyle birebir aynı kaderi yaşayabilecek ruh hallerine sahip olan insanlar hepsi. Sadece durmaya çalıştıkları noktalar farklı. Bu farkı oluşturan ince bir çizgi var ve bu çizgi üzerinden ilerleyen yönetmen de mizah unsurunu devreye sokarak anlatısını ayakta tutuyor. Zaten ilişkilerinde bilinmezliğe doğru ilerlemekte olan bir çiftin öyküsü trajikomik olaylar eşliğinde anlatılmamış olsaydı eğer, ortaya çıkacak işin durağanlığı filmin sonunu getirmemizi bile engelleyebilirdi. Bu durağanlığın önüne geçmek ve biraz da tarzını genişletmek isteyen yönetmenin ikinci filminde de amacına ulaştığını düşünenlerdenim. Özellikle karakterlerin ruh hallerini gördüğü hayal ve rüyalarla pekiştirilen sahnelerle ortaya koyan filmin en büyük kozu da bu sahnelerin Onur ve yer yer Bahar’ın hayatlarını etkileyen sebeplerden birine dönüştürmesi oluyor. İstanbul’un hiç de İstanbul gibi olmadığı bölgelerini yansıtan atmosferi, birbirinden her geçen gün daha da uzaklaşan karakterleri ve başarılı oyunculuklarıyla Kıvanç Sezer’in ikinci filmi de amacına ulaşan bir iş olmuş. Küçük Şeyler‘in vizyon tarihi 29 Kasım.
Görülmüştür
Serhat Karaaslan, kısa filmleri ödüller kazanan ve gelecek adına merak uyandıran yönetmenlerden biriydi. Nitekim ilk uzun metrajı da beklentileri karşıladı diyebilirim. Görülmüştür, ülkede son dönemde her alanda baskısını daha da hissettiğimiz sansür meselesine cezaevi mektup okuma komisyonunda çalışan Zakir’in dünyasından yaklaşıyor. Gündüzleri memur olarak cezaevinde sakıncalı bulduğu mektuplara “Görülmüştür” damgası basan Zakir, boş vakitlerinde yazarlık kursuna gitmektedir. Hayatı annesiyle yaşadığı evle cezaevi arasında renksiz bir şekilde geçen Zakir’in mektupların içinden çıkan ve bir mahkûmun karısı olan Selma’nın fotoğrafını görmesiyle birlikte geliştirdiği saplantısı, filmin ruh halini de giderek gergin bir atmosfere taşımayı başarıyor.
Zakir’in karakterinin hem cezaevi mektuplarını okuyan bir memur hem de yazarlığa meraklı biri olması, filmin anlatısını da dengede tutabilmiş. İlk sahnesinden itibaren bir sıkışmışlık hissi hâkim film içerisinde ve bunun farkında olan sadece Zakir gibi görünse de, diğer karakterlere biçilen misyonlar da sürekli karşılaşılan ve çoğunlukla da görmezden gelinen toplumdaki gözle görülür değişimler açısından iyi örnekler… Ayrıca filmin sanat yönetimi de gayet başarılı. Çoğunluğu cezaevi içerisinde geçen sahneler için gerçek cezaevlerinden izin alınamadığı için özel bir hazırlık yapılmış. Mahkûmların konuşmalarını dinleyen odalardan, cezaevi koridorlarındaki çizgilere kadar her bir noktayı ince ince işleyen sanat yönetimi, filmdeki gerçeklik olgusunu güçlü tutmayı beceriyor.
Zakir karakterine hayat veren Berkay Ateş, Abluka sonrasındaki en iyi performansını ortaya koymuş. Daha önce Ankara Film Festivali, son olarak da Altın Koza Film Festivali’nden En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülleri kazanan Füsun Demirel ise Zakir’in annesi rolüyle filmin amacını yansıtabilen bir kompozisyon ortaya çıkartmış. Aynı zamanda ilk olarak Zakir karakteri için düşünülen fakat daha sonra farklı bir rolle kadroya katılan Erdem Şenocak da tekinsiz memur rolü sayesinde filmin mizah unsurunu sırtlayan isim oluyor. Düşük bütçesi nedeniyle reklam kampanyaları gerçekleştiremeyen ve sesini sosyal medya üzerinden duyurmaya çalışan Görülmüştür, senenin umut veren birkaç yerli filmi arasında…
Nuh Tepesi
Festivalde en çok sevdiğim yerli film oldu Nuh Tepesi. Hatta onun için festivalin “Babaların Günahı” bölümüne en fazla uyan yapımdı demek daha doğru olur. Yine ilk uzun metrajını çeken Cenk Ertürk’ün elinden çıkan filmin en büyük kozu, tabii ki Haluk Bilginer ile Ali Atay… Daha önce Masum‘da oynayan ikili, Nuh Tepesi‘nde de paslaşarak ilerliyorlar. Zaten Altın Koza’da En İyi Film Ödülü’nü kazanan film, kamerası ve kalemine hâkim bir yönetmenin elinde şekillendiği için başarılı bir noktaya ulaşabiliyor.
Birbirine yabancı kalmış bir baba-oğul hikâyesi gibi dursa da filmin genelini ölmeden önce babasının son isteğini yerine getirmeye çalışan Ömer’in duyguları kapsıyor. Bir delinin kuyuya taş atması gibi bir meseleye sahip aslında Nuh Tepesi. Seneler öncesinde dikilen bir ağacın dilden dile yayılarak kutsallaştırılması, insanların manevi çaresizlikleri için gerçekleştirdikleri birçok farklı arayışa örnek niteliğinde. Özellikle son dönemlerde yerli filmlerde sıklıkla kendisini gösteren final yapamama sıkıntısına bu filmde rastlanmıyor. Her noktasında taşı gediğine koyan, soru işaretlerine sebebiyet vermeyen Nuh Tepesi, Arın Kuşaksızoğlu’nın canlandırdığı İmam karakteriyle de dikkat çekiyor. Ayrıca hurafeler üzerinden dönen bir ekonomi kaygısını da çerçevesinin içerisine sırıtmadan yerleştirebiliyor. Vizyon tarihi şimdilik belirsiz olan bu filmi çıktığı an mutlaka izlemelisiniz.
Bizim İçin Şampiyon
Bu hikâyenin Ayla ve Müslüm‘ün yapımcısının eline geçmeden çekilmiş olmasından dolayı o kadar mutluyum ki! 2018’in en beğenilen yerli filmlerinden biri olan Bizim İçin Şampiyon, 90’lı yıllarda hipodromlara damgasını vuran jokey Halis Karataş’la yol arkadaşı Bold Pilot’ın öyküsünü anlatıyor. Festivalin kapanışını yapan Bizim İçin Şampiyon için Ahmet Katıksız’ın usta yönetimiyle eli yüzü düzgün, oturaklı bir gişe filmi diyebiliriz. Olayları çarpıtmadan, gereksiz dramlara sırtını yaslamadan ilerleyen film, senaryosu ve projeye inandıkları fazlaca belli olan oyuncuların performanslarıyla iyi bir vizyona sahip.
Deri Ceket ( Deerskin)
Ne diyeceğim konusunda en fazla kararsız kaldığım filmlerden biri oldu Deri Ceket. Geneli yerli yapımlardan oluşan programımda araya sıkıştırdığım üç yabancı filmden biriydi. Uzun bir süre çok sevdim, gelişme kısmına doğru rahatsız oldum, finalden sonraysa koca bir soru işaretiyle ayrıldım salondan…
Geçen yıl yine Ayvalık’ta izlediğim Yunanistan yapımı Pitty (Zavallı) filmindeki karaktere benzer bir ruh haline sahip olsa da Zavallı‘nın senaryo yönetimi ve karakter betimiyle kıyaslanamayacak kadar düşük bir seviyede. Gözü püsküllü süet ceketinden başka hiçbir şeyi görmeyen, hatta başkalarının aynı cekete sahip olma fikrine bile katlanamayan bir adamın saplantısını anlatan film, karakterine yoğunlaşıp senaryosunu belli bir noktadan sonra görmezden geliyor.
Daha önce gerçeküstü kara komedilerle nam salmış Fransız yönetmen Quentin Dupieux’nun imzasını taşıyan Deri Ceket, derine inmeyip kolaya kaçtığı için benim benimseyemediğim bir iş oldu. Yine de sevenlerinin yoldan sapan Tarantinovari karakterleri tanıması gerek bence… Başka Sinema dağıtımıyla gösterilecek filmin vizyon tarihi 25 Ekim…
Acı ve Zafer (Dolor y Gloria)
Pedro Almodôvar’ın anlattığı her öyküde az da olsa incelik ve naiflik yakalamak çok hoşuma gidiyor. Yönetmen bu istikrarından asla şaşmıyor. Her zaman sevdiğim, karakterleriyle birlikte arka planda oluşturduğu renk dokularının uyumu sayesinde benim gözümde özel bir efsanedir kendileri… Acı ve Zafer ise 70 yaşındaki yönetmenin kendi hayatından esintiler taşıyor. Bu duruşu zaten bir Almodôvar hayranıysanız eğer mevcut açıkları görmezden gelmeniz açısından büyük bir sebep. Üç farklı koldan ilerleyen öyküsünün merkezine ana bir karakter yerleştiren İspanyol yönetmen, anlattığı öyküleri yarım bırakmış olsa da final sekansında “Aslında hiçbir şey daha bitmedi, ben yaşamaya devam edeceğim ve bu filmin net bir sonu olmayacak,” diyerek izleyicisine küçük bir kurgu oyunu oynuyor. Bana göre yönetmenin Dönüş‘ten sonra özüne dönmeye başladığının sinyali bu filmle verildi. Antonio Banderas’ın muazzam oyunculuğunu da unutmamak gerek. Hollywood piyasasında sürekli tökezleyen deneyimli aktörün yine bir Almodôvar filmi sayesinde küllerinden doğuşuna tanık olabilirsiniz.
Parazit (Parasite)
Ve gelelim bana göre festivalin zirve yapan tek filmine:
Bong Joon-ho yine yapmış yapacağını… Elbette filmin seyirciyi ikiye bölecek birçok noktası var. Hikâyesi içerisinde absürtlükler ve aniden ortaya çıkan gerilim, filmin temasının hangi yöne kaymakta olduğunu kestirmemiz konusunda kafa karışıklığı yaşatabilir. Ancak bu tarz ayrıntılara yoğunlaşmayıp Joon-ho’nun yarattığı olaylar silsilesine kendinizi kaptırırsanız, sınıfsal farklılıkların arasındaki ölümcül olasılıklar ve özellikle de alt sınıfların kendi arasındaki amansız mücadelelerin yakın tanıdığı olacaksınız.
Filmin genel amacı ayrıntılar ve başarılı oyunculuklarla göz önüne serilmiş. Bong Joon-ho, mekânları çok iyi kullanabilen bir yönetmen ve Parazit de karakterlerin ruh hallerini tamamen mekânlar üzerinden aktaran bir film. İlk bölümünde eğlence olarak benimsetilen her ayrıntıyı ustaca gerilime yediren yönetmen, bana göre büyük festivallerden aldığı her ödülü hak etmiş. Akademi için de en iyi yabancı film dalında şimdiden göz kırpmaya başlayan Parazit, trajikomik olaylar üzerinden açtığı yolunu şaşırtıcı bir gerilime çıkartıyor. 1 Kasım’da vizyona girecek Parazit hakkında daha fazla yazmak ve konuşmak gerek…