Berkay Ateş: “Türkiye’nin soru sormaya ihtiyacı var”
İlerlemenin birçok yolu var. Kimisinin şansı yaver gider, kimisi doğru insanları bulur, kimisi doğru zamanda doğru yerdedi, kimisi de üşenmeden düzenli olarak üretir. Berkay Ateş gibi… Matematikle bağını oyun yazımına, hayatla bağını oyunculuğa yansıtmayı başaran, “Çukur” dizisinin Mahsun’uyla çok yönlülüğü üzerine güzel bir sabah sohbeti yaptık.*
Sohbete yazdığın oyunlarla başlayalım, nasıl ve ne zaman başladın yazmaya?
Konservatuardayken başladım. 3. sınıfta ilk oyun taslağı yaptım, 4. sınıfta ilk defa oyun yazdım. Mimar Sinan Üniversitesi’nin avlusunda yazıp yönettim. Onlar amatör deneyimlerdi. Tiyatro D22’yi kurduktan sonra Yirmi Beş’i yazarak başladım serüvene. Ardından Karabatak, Kuş Öpücüğü, Hak ve Hakikat Elbet Bir Gün geldi. Yazdıkça yazı meselesinin daha da içine girdim. Sonra bazı dergilere yazı yazmaya başladım, Bavul’a yazdım.
Hakikat Elbet Bir Gün çok güzel geri dönüşler aldı. Tiyatromuzda kendi hikâyelerimizi anlatmak, dünyaya nereden baktığımızı kendi kalemimizle söylemek istiyorduk. O anlamda hem evrensel metinleri hem de kendi yazdığımız metinleri harmanlayarak bir repertuar oluşturacağız. İlk başta kısa aralıklarla yazmıştım, her yıl bir oyun gibi oldu ama sonra araya zaman girdi. Hakikat Elbet Bir Gün’de, iki buçuk yıl kadar üzerinde düşündüm, bir kısmını yazdım, durdum, yazdım ve sonra bitti. Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü aldı geçen kasımda, bu ekimde çıktı oyun mesela.
Nasıl bir sistemle yazıyorsun? Önce karakter mi, sahne mi, önerme mi yakalıyorsun?
Önerme olabilir. Belli başlıklarda karakterden ziyade bir olay, durum ya da anlatmak istediğim hikâyeye nereden baktığımı tartıştığım bir süreç oluyor. Yazdığım ilk oyunlar dramatik aksla yazılmıştı. Hakikat Elbet Bir Gün distopik bir hikâye, çok fazla epizottan oluşuyor. Bu da yeni deneyimlediğim bir yazı biçimi oldu. Çok daha şiirsel ve metaforik anlatımı içinde barındıran bir oyun. Yirmi Beş ya da Kuş Öpücüğü daha gerçekçi oyunlardı.
Yirmi Beş, bir buçuk saatlik bir zamanda geçiyordu. Kuş Öpücüğü belli sahneleri olan bir oyundu. Bir süredir roman yazıyorum, o yüzden yakın zamanda oyun yazmayacağım. O roman da 2-3 yıldır kafamda olan bir hikâyeydi, sinema filmi yapmak istiyordum ama roman olmasına karar verdik. Kalem Ajans’la çalışıyorum, Nermin Mollaoğlu’yla. Roman olduktan sonra sinema filmine uyarlanması daha kolay. Hakikat Elbet Bir Gün’ün de basılmasını herkes istiyor. Ama galiba önce romanı yazıp yayımlayacağız.
Tiyatrodan önce istatistik bölümünde okumuşsun…
Hem oyunculuğumda hem yazarlığımda matematiğin etkisi çok fazla. İstatistik okudum üç yıl, sonra konservatuara gittim. Analitik düşünce biçimini, tez-antitez-sentez, yani bir sorunun çözülebilme matematiğini kafada yıllar boyu oturttuktan sonra. Aslında gitmeniz gereken bir sonuç var ve o sonuca gideceğiniz birçok yol, kullanmanız gereken birçok formül, takip ettiğiniz bir hikâye var, bu yollarla sonuca varıyorsunuz. Yazımda da karakter bir yerden bir yere giderken birçok yoldan gidebilir ama çentiği nereden attık, nereden neyi bağladık, o yola senin hayal ettiğin gibi nasıl gidebilir; matematik burada çok yararlı.
İlkokulda hep bir geyik vardı, biz bu matematiği hayatımızın neresinde kullanacağız diye. Hâlâ aynı şeyi söylüyorum, ben konservatuarda hoca olursam -ki istiyorum- oyunculuk ya da yazarlık hocası değil, mantık, matematik dersi vermek isterim. Oyunculuk öğrencileriyle mantık, matematik, geometri çalışmak isterim; çünkü bu, oyunculuk için de çok önemli. Hâlâ geometri çözerim, telefonumda uygulamalar var; çünkü çok keyif alıyorum. Oyunculukta da en çok yaptığımız şey soru sormak.
İstatistikteki öğrenci profiliyle konservatuardaki farklı mıydı?
Bu soru hiç sorulmamıştı. Farklıydı. İstatistikte okurken çok fazla derse girmiyordum, sosyal hayatta aktiftim. Bu anlamda üniversite okudum istatistikteyken. Konservatuarda ise üniversite okumadım, konservatuarda bir sınıf 12 kişi, okulda toplasanız 50 kişi var. İstatistikte bir sınıf 60 kişi. Üniversite, üniversitenin afişleri, bildirileri, söylemleri, kantini… Konservatuarda öyle bir ortam yoktu. İlk girdiğim yıllarda çok zorluk çektim. Ortamı ve öğrenci profili çok farklıydı.
Alışmakta zorlandın mı?
Çok zorlandım. İlk zamanlarda hep eski bölümüme gittim, oradaki arkadaşlarımla devam ettim. Politik olarak da görüşlerimiz, hayata bakışımız, kitaplar, siyasi atmosferin tartışılması gibi bir gelenekten geldim, bu anlamda da konservatuarda zorlandım. Biraz ayrıksı durdum.
Mimar Sinan’ın bütün panoları reklam panoları yapıldı. “Müşteri Değil Öğrenciyiz” diye bir bildiri yazdım, bütün reklam panolarının üzerine yapıştırdım, üzerine tiyatro afişleri yapıştırdım. Okulda sıkıntı çıktı. MOBESE kameraları kuruldu, eylem başlatarak oyun yazdım. Sonra okuldaki arkadaşlarla da sosyal ya da başka meselelerde bir araya geldik. Güzel dostluklar kuruldu, hayatımız öyle devam ediyor.
Konservatuvara hangi tiratları çalışarak girdin?
Ben sadece Mimar Sinan Üniversitesi’nin sınavına girdim, olacaksa burası olsun dedim. Okulun eğitimi Bertolt Brecht eğitimi ağırlıklıydı, kendisi benim hayatımda önemli bir yerdedir. Hatta sınava ilk girdiğimde klimanın üzerinde Karl Marx’ın fotoğrafı vardı, tamam dedim yani burası, o yüzden bir sınava girdim. Shakespeare’nin Malvolio’suyla girdim, Uşak Malvolio’yla, komedi. Dramada da Klaus Mann’ın Mephisto oyunundan Alex’in bir tiradı vardı. Şiirde de Nâzım Hikmet’in Tahir ile Zühre Meselesi. Mezuniyet oyunum da Ferhat ile Şirin.
Tiyatro senin için nerede duruyor?
Tiyatroyu koyduğumuz yer, yıllar içinde artarak pamuklara sardığımız bir yer haline geldi. Ama ben bu kadar da kutsallaştırılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu bizim mesleğimiz; bir mühendis, bir avukat, bir mimarın mesleği gibi tiyatro da bizim mesleğimiz. Ülke şartlarında tiyatro yapmak çok zor, ülke şartlarında avukatlık yapmak da çok zor, mühendislik yapmak da. Bu mesleği yapabilecek bütün mecraları, bütün şartları zorlayarak icra etmeye ve bunu layıkıyla yapmaya çalışıyoruz.
Tiyatro, hayatımızın merkezi evet ama hayatımın merkezi, hikâye paylaşmak, hikâyeleri yaşamak; hikâyelerin peşindeyim. Dizide de oyunculuk yapıyoruz, mesleğimizi icra ediyoruz, sinemada da tiyatroda da. Tiyatro, daha derin hikâye anlatabildiğimiz için önemli.
Kendi hikâyelerimizi çalışmak istediğimiz insanlarla anlatabilmek adına kendi tiyatromuzu kurduk gencecik yaşta. Bu yüzden bizim için özel ve bir noktada dokunulmaz bir yerde duruyor. Ama burada ben bir tiyatro sahibiyim, kurum tiyatrosunda çalışsaydım belki böyle değildi, böyle konuşamazdım. Kendi tiyatromuz olduğu için yaptığımız oyunların hep arkasında olduk, sahiplendik, bunlara sarıldık çünkü bu hikâyelerin evrensel, yerel bir yere temas ettiğini düşündük. Televizyonda her hafta 150 dakika çekiyoruz, hikâyeler bazen elimizden kaçıyor ama o zaman da karakterlere tutunuyoruz.
Sence Türkiye’nin tiyatroya ihtiyacı var mı?
Kesinlikle var. Türkiye’nin soru sormaya ihtiyacı var. Türkiye’nin bir karakteri, bir hikâyeyi yüzeysel olarak her akşam, aynı bakış açısıyla bakmaya değil, soru sorarak bir hikâyeye, bir olaya farklı açılardan bakmaya ihtiyacı var. Kötünün neden kötü, iyinin nerede zaafı var? Bu soruları sormaya ihtiyacımız var. Birbirine benzer onlarca hikâyeden ziyade birbirine benzemeyen yüzlerce hikâyeyi görmeye ihtiyacımız var. Bizi hikâye, bakış açısı geliştirir. Bir ağaca otuz farklı yerden bakmamız gerekir.
Türkiye gibi sorgulamadan yargılayan, dogma düşüncenin peşinde koşmaya teşne bir coğrafyanın ya da buna bırakılan bir coğrafyanın daha fazla sorgulamaya, düşünmeye, tartışmaya ihtiyacı var. Tiyatro bunu yaptığı için de değerli. Bu yüzden Shakespeare’i konuşmak istiyoruz. Bu yüzden Çehov’un karakterlerinin umutsuzluğunun nerede umuda dönüştüğünü konuşmak istiyoruz.
Geri dönüş alıyor musunuz? Nasıl bir seyirci kitlesi geliyor oyunlarınıza?
Hakikat Elbet Bir Gün özelinde çok güzel geri dönüşler alıyoruz çünkü oyunda çok da uzak olmayan bir distopyada, bir çocuğun yazdığı son mektubun peşindeyiz. Bu son mektubu kargalardan, damlalardan, mazgaldaki bir adamdan, kameralardan, farelerden, söğüt ağacından görüyoruz. Bir ağaca temas etmeyi unutmuşken bir ağaç dile geldiğinde ona neler anlatabileceğini görüyoruz. Yağmur damlaları sadece kafamızdan aşağı yağmıyor, belki bize bir hikâye anlatıyordur. İşte tiyatro tam da bu anlamda yağmur damlalarının konuşabildiğini görme ihtimalini yaşadığın için var. İnsanlar bunu gördükleri zaman reaksiyonları tabii ki başka oluyor.
Belki salonların yapısından ötürü, ufak bir seyirci kitlesi var, belki birbirine çok daha yakın. Ama çok güzel geri dönüşler alıyoruz ve gerçekten her oyunumuz şu an kapalı gişe oynanıyor. Türkiyeli bir yazarın yeni yazılmış oyununa böyle güzel ilgi gösterilmesi beni çok mutlu ediyor… Ama keşke salonlar, organizatörler, belediyeler bu oyunlara daha çok ilgi gösterse ve bizi halkın bütün kesimleriyle buluşturabilecekleri bir alan açsalar.
Biz sınırlı sayıda sahneyi paylaşmak zorunda olan tiyatro grupları olarak ancak belli yerlerdeki belli bir kitleye hitap etmek zorunda kalıyoruz. Bundan rahatsızım. Ben çıkmak istiyorum Kadıköy’den; Ataşehir’e, Çekmeköy’e, Beylikdüzü’ne, Mersin’e, Adana’ya gitmek istiyorum. Tiyatroya, kültürel etkinliğe sahip çıkan insanlar için söylüyorum, keşke Samsun’a İstanbul’dan oyun gelse, tanıtsa demesinler. Samsun’da bunu isteyen insanlar taşın altına elini koysun. Biz gitmek istiyoruz ama getiremiyoruz çünkü bir ekip geliyor, dekoru geliyor; ekip, hayatını buradan kazanıyor. Bir süre sonra sosyal medyada bir kampanya başlatayım diye düşünüyorum; Samsun’da, Adana’da, Mersin’de, Afyon’da kim var, biz getirmek istiyoruz oyunu, siz neredesiniz?
Yazıp oynamak bu işin sanat yönetimine giriyor, bir yandan da bu işin eğlence vergisi vs. var. Maddi kısımları yönetmek nasıl oluyor, zor mu?
Zor tabii. Ülkede trilyonluk adamların vergilerini siliyorlar, bizden öyle bir vergi alıyorlar ki dünyanın hiçbir yerinde sanattan, tiyatrodan bu kadar vergi alınmıyor. Devlet teşviki zaten yok. Avrupa’da oyun oynadığımızda, yabancı yönetmenlerle çalıştığımızda insanlar şoke oluyorlar, siz nasıl biletli tiyatroyu döndürüyorsunuz diyorlar.
Dünyanın hiçbir yerinde biletli tiyatro dönmüyor, dönemez. Çünkü tiyatro, bir gecede milyonlara hitap edebilen bir sanat değil, binlere hitap eden bir sanat da değil. Nasıl dönebilir ki biletle tiyatro? Ülkede ekonomik kriz varken önce sanattan kesiliyor. Neyse ki bir kesim yemeğinden kesiyor, geliyor biletini alıyor. Tabii ki çok zor. Ne yapıyoruz? Hayatımızı başka mecralardan kazanıp tiyatrodaki hikâyelerimizin peşine düşüyoruz.
Dizi sektöründe olmak zor mu?
Ben şanslıydım, hep güzel ekiplerle güzel işlerde, güzel yapımlarla çalıştım. Şimdi Ay Yapım’la çalışıyorum, çok da memnunum. Sanatı, kitapları konuşabildiğim yönetmenlerin, yapımcıların, oyuncuların olduğu bir ekipteyim. Bu en önemli şey.
Çalışma şartlarından memnun musun?
Memnunum.
Bugüne kadar sıkıntı yaşadığın oldu mu?
Oldu. Çok uzun saatler çalışıp hayatımı idame ettiremediğim işlerim de oldu ama şimdi Çukur’da güzel çalışma saatleri ve çalışma şartlarının olduğu, diyalogların güzel olduğu, insanların huzurla, mutlulukla çalıştığı bir ekipteyim. Sezonun üçte birini de atlatmak üzereyiz, umarım böyle devam eder.
“Çukur”a nasıl dahil oldun?
Yamaç Okur ve Gökhan Horzum’un Karakuzular hikâyesini anlatmalarıyla dahil oldum. Ben de hem hikâyeden hem Çukur’un ekibinden ve kitlesinden çok keyif aldım ve bu hikâyede yer almak istedim. Bana çok güzel bir ekiple tanışma imkânı getirdi. Enteresan bir karakterle…
Mahsun hakkında ne düşünüyorsun?
Mahsun’da beni en çok etkileyen, hayatla bağının kökünden zedelenmiş olması. Köksüzlük beni en çok etkileyen şeylerden biri. Köksüzlük bazen aileye, bazen toprağa, memlekete, duruma, olaya, duyguya köksüzlüğü de peşinde getirebiliyor. Bence Mahsun’un da böyle bir durumu var; bu yüzden öfkenin çeşitlenmesi, öfkenin içindeki duygunun vardığı yerlerle ilgili içindeki merhameti arayıp bulmak, o topraktan çıkarmak Mahsun için en keyif aldığım şeylerden biri.
Bir de gözü karartıyor olması, bazen kapkara bir gözle olaya bakışı beni etkiliyor çünkü ben öyle değilim. Ben oturup düşünürüm nedenleri, sonuçları; Mahsun öyle değil. Mahsun, frenleri kopmuş bir araba gibi dalıp gidebiliyor ama çarptıktan sonra da oturup bütün o yolu düşünebiliyor. Bu yüzden benim için enteresan, saf bir karakter.
“Televizyon dizileriyse mesele, buna el atılsın ama iki yer sorgulansın: Adalet nasıl bu kadar güvensiz bir hale geliyor ve şakayı kim çaldı?”
Mahsun’a hazırlanma sürecin nasıl oldu?
Yazarın verdiği dünyaya soru sormayı seviyorum. Soruyla ilgileniyorum. Hem fiziksel koşulları hem geçmişi hem o sırada durumlara verdiği tepkiler, başka karakterlerin onun hakkında söyledikleri… Karakteri kendime çekmektense karaktere gitmeyi tercih edenlerdenim. Bu yüzden de onu gözümle görmek istiyorum; oturmasını, kalkmasını, konuşmasını, hissiyatını. Biraz o karakterle yaşayan oyunculardanım.
Diziler gerçekten şiddeti özendirecek kadar etkili bir yerde mi Türkiye’de? Neden dönüp dolaşıp dizilere hesap soruluyor sence, neden sistem sorgulanmıyor?
Bir ülkenin toplumsal açıdan verdiği reaksiyonları sadece televizyon dizilerine bağlamak çok büyük bir kolaycılık. İzlediğimiz hikâyelerdeki antikahramanları çöpe mi atmak istiyoruz? Birincisi böyle bir algı, buna doğru gidiyor. O zaman toplumun bilinçlenmesi için belgesellerin, eğitici öğretici programların olması gerektiğini, çizgi filmlerin, diğer programların nereden nereye geldiğini konuşalım.
Türkiye’de Olacak O Kadar’ı, Nejat Uygur’u izliyordu insanlar ama orada da antikahramanlar vardı, orada da eleştirilen durumlar vardı. Evet, mizah vardı ama bizim ülkede elimizden şaka çalındı. Şaka, eğlence denilen şey bizim ülkemizden belli periyotlarla alındı. Ben bu şakanın dizilere, bu ekranlara tekrar gelmesini istiyorum. Hicvin, eleştirinin gelmesini istiyorum. O yüzden bugün yapılan dizileri eleştirmektense daha cesaretli bir şekilde şakayı çalanları eleştirmeliler. Bu ülkede şakayı elimden kim çaldı? Ben bununla ilgileniyorum.
Televizyonlarda hiç şaka görmüyorum, hiciv görmüyorum, kinaye ve ironi görmüyorum. Bu yüzden geriye kalan hikâyeciler, çok da başarılı senaristler belli normlarla kendi hikâyelerini anlatmak istiyorlar. Ayrıca tüm şiddet meselesi, adalet sisteminden başlar. Adaleti elinden aldığınızda toplum ya adaleti kendi getirmek ister ya da adaletten ümidi keser, bu da büyük bir umutsuzluğa ve şiddetin meşrulaşmasına sebep olur. Televizyon dizileriyse mesele, buna el atılsın ama iki yer sorgulansın: Adalet nasıl bu kadar güvensiz bir hale geliyor ve şakayı kim çaldı?
Herkes dizi izliyor. Seyirci için bu kadar etkili mi, halkın hayatının merkezinde olması hakkında ne düşünüyorsun? Hangi ihtiyacını karşılıyor sence?
Evet, çok merkezinde. Birçok anlamda halk, izlediği dizilerin içinde yaşıyor, tepki veriyor. Daha detaylı değerlendirmesini herhalde sosyologlar yapar, dizilerin Türkiye halkına yansıması açısından. Mesela Anne’yi çekerken de çocuğa verilen kıymetin üzerine çok fazla tartışma döndü ve iyi ki döndü. Herkes sosyal medyada, gazetede görüyor. Bu ülkede bu gerçek var. Anne dizisi bu tartışmada bir taraftı. Çocuğun ne kadar kıymetli, ne kadar dokunulmaz olduğunu 33 bölüm boyunca anlattı, çocuğun annesinin kim olduğunu anlattı. Doğuran mı, bakan mı annedir tartışmasını yarattı. Bu yüzden de çok önemliydi.
Dizi izlemeye vakit buluyor musun?
Çok merak ettiğim bir şey olursa onu devam ettirebiliyorum. Yabancı dizi yerine sinema filmi izlemeyi tercih ediyorum. Devam ettirememekten korkuyorum. 6. bölümü izleyip 7.’yi izleyemediğimde sıkıntı yapıyor, o yüzden film izliyorum.
Son dönemde hangi filmleri izledin, ne okudun?
Şu an Yaşar Kemal’in Sarı Sıcak kitabını okuyorum. Ondan önce Melisa Kesmez’in Nohut Oda’sını okudum. Melisa arkadaşım, üçüncü öykü kitabı Nohut Oda, çok güzel bir kitap. Çok keyifle okudum. Ondan önce de Sadık Hüseyin okudum, İran edebiyatında çok önemli bir yazar. Dizi de en son Dark’ı izleyip bitirmiştim, epey oldu. Senaryosunu çok sevdiğim Hizmetçi filmi var, geçen gün tekrar izledim. Senaryosu çok zekice.
Keşke ben oynasaydım dediğin bir karakter var mı?
Karakter iyi yaratılıyorsa, üzerinde soru sorabiliyorsam, yazarın elinden alıp bir yere taşıyabileceksem hepsini oynamak isterim. Ama hayatta oynamak istediğim karakter Raskolnikov’dur.
“Abluka” seni nasıl buldu?
Cast direktörü Ezgi Baltaş daha önce tiyatro oyunumu izlemişti. O dönemki menajerime geldi, ben uzun bir audition verdim, sonra bir tane daha verdim, sonra bir tane daha. İlk sinema filmimdi. Tabii ilk sinema filmimde Emin Alper gibi bir yönetmenin filminde başrol oynamak, rolü almak kolay değildi. İlk günden beri Emin’le diyaloğumuz tuttu. Benim için çok önemli bir yönetmen.
Emin, Türkiye’nin en iyi yönetmenlerinden, en iyi hikâyecilerinden biri, en iyi karakter yazımını bilen, ince espriyi çok iyi gören, politik olarak güncelin evrensele yayılmasını çok doğru bir yerden aktarabilen bir yönetmen ve yazar. Benim hayatımda da çok önemli bir insan, hâlâ görüşüyoruz. Benim için hayatımın en güzel dönemlerinden biri oldu.
Ne kadar sürdü çekimler?
Bir buçuk, 2 ay civarı yanlış hatırlamıyorsam. Sonra festival süreci oldu. Venedik gibi çok büyük festivale katılmak, ödül almak, aday olmak çok önemliydi; başka ödüllerimiz oldu, festivaller dolaştık. Hepsi beni mutlu eden, büyüten, öğreten süreçlerdi.
“Abluka” değişik bir hikâye, aslında çok gerçek, buradan ama ele alınan bir hikâye değil, tür olarak. Sana ne öğretti?
Bana Emin’le çalışmak ve o hikâyenin içinde olmak doğrudan değil, dolaylı anlatımın ne kadar etkili olabileceğini, sinemanın ne kadar etkili olduğunu hatırlattı. Sinema oyunculuğunun ne kadar büyük bir keyif olduğunu gösterdi. Sinemaya hayranlığımı kazandırdı oyuncu ve seyirci olarak. Şimdi konuştuk ya, tekrar Abluka’yı izlerim, yıllar oldu; çünkü o anlatımın, o kurgu dilinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şimdi Emin’in üçüncü filmi gelecek. Heyecanla bekliyorum, çok güzel bir senaryo.
Filmle ilgili hep güzel geri dönüşler aldım. O dönem hatırlıyorum, filmin anlattığı hikâye Türkiye gerçeğine paraleldi. 2015 yılıydı. Twitter’a abluka yazdığınız zaman çok başka şeylerle karşılaşıyordunuz. Bu yüzden de büyük öngörüydü film. O karakterlerin gerçekliği, insanlara başka şeyler de yaşattı.
Bu bende Nuri Bilge Ceylan filmlerinde de olur. Büyük bir hayranıyımdır Nuri Bilge Ceylan’ın, karakterlerinin, yaşattığı durumların. O zaaflar, küçük durumlardaki çıkar çekişmeleri, sınıf atlama çabaları, paranoya, Abluka’nın yarattığı klostrofobi, karanlık… Abluka’nın seyircide yarattığı en büyük şey bence paranoyaydı. Üstünü kapattığımız paranoyak halimizin tozunu aldı Abluka ve bunu gün yüzüne çıkarttı.
Yakın zamanda yeni filmlerin var mı?
Serhat Karaarslan’ın ilk uzun metrajı Görülmüştür filminde oynadım. Onun da yurtdışı festivallere açılmasını bekliyoruz. Çok güzel bir film, Serhat da çok iyi hikâyeci ve yönetmen, ilk filmi Görülmüştür. Hapishanede mektupları sansürleyen bir memurun hikâyesi. Cannes’ın senaryo aşamasında seçtiği nadir projelerden biri. Bir de Uluç Bayraktar’ın filminde oynadım.