Bizden Öncekiler Ölmeseymiş Belki Biz de Ölmezdik!
Bundan birkaç sene önce, Emre daha küçük. Gelip gidip, “Anneanne 5 lira ver, 3 lira, 4 lira ver…” diyor. En sonunda kızdım. “Bu kadar para harcanmaz. Bitti benim param,” dedim. “Koskaca Ayşen Gruda’nın parası nasıl biter? 5 lirası da mı yok?” diye söylendi. “Emreciğim, böyle gelip gidip para istersen tabii ki paramız biter, o zaman biz ne yaparız?” dedim. Döndü, “Sana bir tavsiye de bulunayım,” dedi. “Nedir?” dedim. “Carpe diem,” dedi bana. Yani, anı yaşa! “Anı yaşa!” dedi bana ya. Bence de anı yaşamak güzel de, bize göre değil…
Bazen kaybediyorsun. Mesela sana verilen bir hediyenin içinde de zamanın parçaları var. Boynumdaki kolyeyi film çekimimde kaybettiğimi sanmıştım. Bulup getirdiler, meğer çekmeceye saklamışım. Oyunuma gelen genç bir kız hediye etmişti. Onun hediyesi diye çok üzülmüştüm. Çünkü oyunuma gelmiş, onun için zaman harcamış, o kolyeyi benim için almış, bunun için de zaman harcamış. Kaybettiğime değil, o emeğin böyle harcanmasına çok üzülmüştüm aslında.
Acı geçtiğinde oradan çıkaracağın bir ders var
Zaman benim için çok kolay geçmedi. Zordu! Bir evlat büyüttüm, torun büyüttüm… Bunların eğitimi var, ekonomik sıkıntıları var, hastalığı var… Bu arada da sahne var; kendine bakacaksın, iyi görüneceksin, disiplinli olacaksın, işe yarar, aranan biri olacaksın…
Zamanın durduğunu hissettiğim tek an oldu. O da kızım Elvan’ın göğsünün alındığı an. İşte o an, zaman yoktu benim için. Ama bir arada durarak, birbirimize güvenerek üstesinden geldik. Tüm bunlar olurken bir yandan da çalışıyordum. Ha, diyeceksin ki komedinin içinde dram var, dramın içinde komedi. Öyle de bakıyoruz hayata. Hepsi var hayatın içinde. Salt mutluluk olmadığı gibi, salt acı da yok. Acının içinde de ders alınabilecek güzel şeyler var aslında.
Şu anda kızımın yaşaması hepimiz için bir hediye. O zaman anladım ki, ne kadar aptal aptal şeylere beynimi yormuşum, üzülmüşüm. Ve o zaman anladım ki, unutmayacaksın o acıyı. Dağarcığına koyacaksın tıpkı bilgi gibi. Yani acıyı ayıklayacaksın ama bilgisini taşıyacaksın. Aydınlanmak, feraha çıkmak için.
Fiziksel acılar çok gerçek. Mesela düşüp bir yerini kırsan, o anda yaşadığın acı, bir anda içinde bulunduğun ruh durumunun önüne geçiyor. Ancak acıya dayanma sınırı var. Bazen bitti ve buna dayanamayacağım, diyorsun. O da anlık aslında. Acı geçtiğinde oradan çıkaracağın bir ders var. Ben ne kadar güçlüymüşüm dediğinde, aslında acıya dayanıyorsun. Ben buna dayanamam, diye bir şey yok. Sadece insan o acıya dayanma sınırını bilmiyor.
Çok üzüldüğüm zaman bile sahneye çıkıp insanları güldürmek zorundayım. Bir başka meslekteki kişi işine gittiğinde, üzgünse üzüntüsünü taşıyabilir yüzünde. Rutindir işi. Biz bunu yapamayız. Ama şöyle bir şey de var; sahneye çıkınca her şeyi geride bırakıyorsun. Sadece oradasın, o an için her şeyi durduruyorsun.
O oyun ve orada yaşadığın an var. Perde kapandıktan sonra kendimi hafiflemiş hissediyorum. Tiyatroda seyirciyle senin aranda gidip gelen bir sinerji var. O da bana yararlı geliyor. O alkış, çok güzel bir şey. Güldürüyorsun. 12 Eylül döneminde, sokağa çıkma yasağı vardı; çocuğumu İstanbul’da bırakıp Ankara’ya gitmişiz. Hisseli Harikalar Kumpanyası’nı oynuyoruz. 20 gün diye gittik, 3 ay kaldık. Dışarı çıktığımızda seyirci bizim ellerimize sarılıp teşekkür ediyordu. “Bu zamanda bizi rahatlattınız,” diye. Biz de, seyirci de unuttuk dışarıdaki her şeyi. Başka bir zamanı yaşıyorsunuz orada.
Burada yaşarken de ölenler var. Onlarınki erken ölüm.
Kendimi yaşlı hissetmiyorum. Sadece vücudumdaki bazı fonksiyonların azaldığını hissediyorum. Mesela bisiklete binebilir miyim acaba? Denizde eskisi gibi yüzebilir miyim, diyorum. Ama bunun yanı sıra çok önemli şeyler yapıyorum. Öğrenci yetiştiriyorum. Onların enerjileri beni dinç tutuyor. Bir de çok işim var, onu biliyorum. Emre’yi büyütmem lazım. Elvan’la daha uzun zaman geçirmem gerek. Sahnede, sinemada yapacağım şeyler var. Kitap yazacağım daha. Böyle kenarda oturamam. Yaşıtlarım uzanıp TV izliyor. Hastaysam yatarım ancak.
Ölüm âdettenmiş gibi geliyor bana. Bizden öncekiler ölmeseydi belki biz de ölmezdik. Ölüm bir âdet olmuş. Tabii ki ölüm bir son; rüyasız, derin bir uyku. Öbür dünyada hayat olduğunu sanmıyorum. Ama burada yaşarken de ölenler var. Onlarınki erken ölüm. Bakıyorum 21 yaşında, yaşamdan erken emekli olmuşlar. O arabanın markası, o kızın poposu… Hayat bu onlar için, o kadar.
Sonsuz diye bir şey yok! Diyalektik bir şey bu. Ama bugünden ileriye bir şey bırakabiliyorsan, sanatçıysan bunu gerçekleştirebilirsin. Tiyatro oyuncuları için bu zor. En iyisi bile unutuluyor. Sahnedeki replikler suya yazılmış gibi. Somut bir şey bırakman gerek. Yazarak, çizerek bu mümkün.
Bazen sadece tek kişiye oynarsınız. Gözleri görmeyen bir izleyici vardı. Herkesten daha çabuk anlıyor, herkesten daha çabuk gülüyordu. Bütün duyargaları açık bir izleyiciydi. O kadar eğlendi ki, o gün oyunumu ona adadım. Bu her zaman olmaz. Çok enderdir. Biz hep arkaya oynarız. Çünkü arkadan öne gelir gülme. (Bunu tiyatro için söylüyorum.) Öndeki izleyiciyi, mesafe yakın olduğun için bakışla falan oyunun içine çekersin, önemli olan arkadaki oyuncuyu yanına çekmek. Arkayı kontrol etmek. Bazılarının yaydığı ışık çok farklı oluyor.
Bu yazı, Pulbiber derginin Aralık 2015 sayısında yayımlanmıştır.