Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Alacakaranlıkta Üstümüzden Geçen Bir Kanat Sesidir Umut: BLOODLANDS
Bu yazı, Episode Dergi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
BBC One’da dört bölüm yayınlanan Bloodlands’in hikâyesi eski IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) üyesi Pat Keenan’a ait arabanın denizden çıkarılmasıyla başlıyor.
Olay yerine gelen dedektif Tom Brannick (James Nesbitt) isimsiz birinin “Major White” koduyla bıraktığı mesajı dinlerken bunun paramiliter grupların işi olduğunu anlıyor. Ancak Tom Brannick’in Pat Keenan’ın arabasının yan aynasına sıkıştırılan bir kartpostalı görmesiyle önce yüzünün şekli, sonra da işin seyri değişiyor. Çünkü bu kartpostal, 20 yıl önce, Kuzey İrlanda’nın barış sürecinde olduğu dönemde kaybolan ve büyük ihtimalle öldürülen dört kişinin katili, “Goliath” kod adlı seri katili işaret eden bir şifredir. Cesetleri hâlâ bulunamayan ve barış sürecini sekteye uğratmamak için de devlet tarafından örtbas edilen bu kayıplar yıllar sonra tekrar gündeme gelince bütün dengelerin değişmesi kaçınılmaz oluyor. Kaybolan o dört kişi; IRA Levazım Subayı David Corry, IRA’ya silah satan Peder Simon Quinlan, Protestan milis Joe Harkin ve dedektif Tom Brannick’in Askeri İstihbarat’ta çalışan karısı Emma Brannick’tir. Katilin her iki taraftan ve özellikle korkudan, borçlarından ya da kaybettikleri itibarlarından dolayı gitmesi olası Protestan ve Katolik insanları kurban seçmesi oldukça manidardır. Karısının kaybolmasının ardından tıp fakültesinde okuyan kızı Izzy ile hayata tutunan Tom Brannick’in kişisel hikâyesiyle kesişen bu dava, işte bu noktadan sonra bizi oldukça heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor.
Bloodlands’in çatışmasını anlamak ve sürekli havada uçuşan tarihleri, terimleri ve kısaltmaları çözmek için Kuzey İrlanda’nın tarihsel sürecine biraz olsun göz atmakta fayda var.
Kuzey İrlanda’da Katolik ve Protestan topluluklar arasındaki ayrılığın kökeni 1600’lü yıllara kadar dayanıyor. Protestan olan Britanya (İngiltere, Galler ve İskoçya’dan oluşan bölgeye verilen ad) bu dönemden itibaren İrlanda Adası’nın içişlerine müdahale etmeye başlıyor ve 1801 yılında adayı tamamen kendi kontrolü altına alıyor. Adada Britanya idaresine karşı geliştirilen direniş mücadelesinin ardından Birleşik Krallık, 1920’de İrlanda Hükümeti Yasası’nı kabul ediyor ve ülke ikiye bölünüyor. Adanın kuzeydoğusunda bulunan altı eyalet, geri kalan 26 eyaletten ayrılarak Birleşik Krallık’a bağlanıyor. Belfast’ta ve Dublin’de iki ayrı parlamento kuruluyor.
Adanın kuzeyi, Britanya’nın egemenliği altında tutulup Birleşik Krallık’a bağlı bulunan Kuzey İrlanda Valisi’nin idaresi altına verilirken adanın güneyinde ise Serbest İrlanda Cumhuriyeti adıyla bağımsız bir devlet kuruluyor ve ülke 1955’te Birleşmiş Milletlere üye oluyor.
Kuzey İrlanda’da 1920-1972 yılları arasında belli oranda özerk bir yönetim modeli uygulanıyor. Bu dönemde siyasete büyük oranda Protestanlar hâkim oluyor. Sivil, siyasal ve sosyoekonomik anlamda yaşanan ciddi ihlaller sonrasında toplumlar arasında ciddi gerginlikler baş gösteriyor. Katolikler kendilerine sunulan eğitim standartlarının düşük olduğunu, istihdam, kamu konutları ve bölgesel kalkınma alanlarında ayrımcılığa maruz kaldıklarını ifade ediyor.
Protestan kesim, ülkenin Birleşik Krallık ile birliğinin sürdürülmesi ve bölgenin Krallık’ın bir parçası olarak kalmasını isterken Katolik toplum ise, ki bunlara Milliyetçi ya da Cumhuriyetçi deniliyor, bölgenin Katoliklerin baskın olduğu İrlanda Cumhuriyeti ile birleşmesini talep ediyor.
1966’da iki toplum arasında şiddete dayalı çatışmalar başlıyor. Bu yıllar aynı zamanda silahlı örgütlerin de ortaya çıkmaya başladığı dönem oluyor. 1970’li yılların başından 1998’e kadar devam eden şiddet süreci genel olarak “Sıkıntı Yılları” (The Troubles) olarak adlandırılıyor.
10 Nisan 1998’de Britanya ve İrlanda Cumhuriyeti hükümetlerinin yanı sıra Kuzey İrlanda’da bulunan ve aynı zamanda çatışmanın tarafı olan ana siyasi gruplar arasında daha önce benzeri görülmemiş bir uzlaşma sağlanarak “Good Friday Agreement” imzalanıyor. 22 Mayıs 1998’de halkoyuna sunulan anlaşma, Kuzey İrlanda’da %71, İrlanda Cumhuriyeti’nde ise % 94 oranında “Evet” oyu alarak kabul ediliyor.
Anlaşmada demokratik kurumların ve bakanlar konseyinin oluşturulmasının yanı sıra haklar, güvenceler, silahsızlanma, güvenlik, fırsat eşitliği, polis kuvvetleri, adalet hizmetleri ve tutuklular ile ilgili maddeler de bulunuyor.
Eskiden Royal Ulster Constabulary (RUC) olan polis teşkilatı “Good Friday Agreement” sonrası The Police Service of Northern Ireland (PSNI) oluyor. Deneyimli dedektifimiz Tom Brannick, bu iki yapı içinde de görev alan ve günümüze
kadar görevine devam eden bir polistir. Bu deneyimin kariyerine etkilerini de zaten hikâyede görmek mümkün.
Bloodlands, Kuzey İrlanda tarihini bilmemizi ya da hatırlamamızı özellikle istiyor gibi. Çünkü diziyi izlerken bu detayları bilmek hikâyeyi anlamanın konforuna oldukça katkı sağlıyor. Ayrıca dizide sürekli karşımıza çıkan “barış süreci” cümlesi “mezarı olmayan kayıplar” ve “devletin kayıpları örtbas etme eğilimi” üzerine yapılan vurgular da bizi kendi coğrafyamızdaki benzer süreçlerle yüzleştiriyor.
Dizinin yaratıcısı ve senaristi Chris Brandon bir röportajında, “Bir yer ve konu hakkında ne kadar spesifik olursanız o kadar çok insan o hikâyenin evrenselliğine inanır,” diyor. Evrensel bir hikâye anlatmanın daha fazla belirsizlik içerdiğine inanıyor. Haksız da değil, hiç değil.
Fakat aynı senaristin hikâyeye yerleştirdiği bazı minik sembollerle izleyiciyi daha da yormasına pek gerek yoktu ama benim için oldukça zihin açıcı bir detay oldu. Şöyle ki; Dedektif Tom Brannick, kızı Izzy’ye annesine ait, baykuş motifli bir kolye hediye eder ve baykuşlar gibi karanlıkta yolunu bulmasını ister. Bu sembol mitolojide adı geçen “Athena Baykuşu” ya da “Minerva’nın Baykuşu”dur.
Karanlık veya gece denildiğinde aklıma gelen ilk isim Gündüz Vassaf ’tır. Karanlığa umut metaforunu yüklediği Cehenneme Övgü kitabında şöyle der: “… Hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü sonunda gece olacağını ve dilediğimiz gibi davranma fırsatına kavuşacağımızı biliriz.”
Hegel ise, “Minerva’nın baykuşu ancak karanlık çöktükten sonra uçar” metaforuyla tarihteki olaylar hakkındaki düşüncelerimizin ancak olaylar bittikten sonra oluşabileceğine vurgu yapar.
Yani hiçbir şey sonsuza dek sürmez, gün gelecek devran dönecek, Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta kanatlarını açacaktır. Barışa, umuda ve uğrunda kayıp giden tüm hayatlara selam olsun.