Dedemin Fişini Kim Çekti?
Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Halis Dokgöz’ün kaleme aldığı bu Dedemin Fişi eleştirisi, Episode’un 25. sayısında yayımlanmıştır.
Dedemin Fişi, yönetmenliğini Meltem Bozoflu, senaristliğini Murat Kepez, Eray Akyamaner, Sıla Çetindağ, Uğur Güvercin’in yaptığı ve hikâyesi Yılmaz Erdoğan’a ait olan bir film. Televizyonda beğeniyle izlenen “Güldür Güldür” ekibinden Onur Buldu, Alper Kul, Erdem Yener, Onur Atilla, Doğa Rutkay, Meltem Yılmazkaya, İrem Sak, Özge Borak, Uğur Bilgin’in yer aldığı ve yapımcılığını BKM’nin üstlendiği ve sinema salonlarında 22 Ocak 2016 tarihinde vizyona giren Dedemin Fişi filmini sinema salonunda izlemeye başlar başlamaz film benim için bitmişti. Zorlanarak da olsa filmin tamamını izlemeyi başardığımı da buraya not edeyim.
Filmi izledikten 5 yıl sonra eleştirisini yazmak Episode dergiye nasip oldu. Bilimsel gerçeklikler bir hikâye, roman, film veya dizide nasıl yer almalıdır? İzleyici bu saygıyı hak ediyor mu? Yazar ve/veya yönetmen bilimsel gerçeklikler konusunda bilim insanlarından nasıl destek almalı veya almalı mıdır? Bu sorular ışığında filmi biraz irdelemek istiyorum.
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, aslında miras kavgası ile dedenin fişini kimin, neden ve nasıl çekmek istediğine ilişkin çekilen komedi filminde hikâye, senaryo yazarları ve yönetmenin daha film başlar başlamaz dedenin fişini çektiklerini (!) söyleyebiliriz.
“Bir yıldır bitkisel hayatta olan babamızın 2 ay önce beyin ölümü de gerçekleşti. En fazla yaşayan 21 gün yaşarmış, fakat babam 60 gündür yaşıyor” diye başlayan bir filmden söz ediyorum. BKM Online sitesinde filmin kısa tanıtımında; Malatyalı Çirci ailesinin serüveni, beyin ölümü gerçekleşmiş aile reisi Salih Çirci’nin fişinin çekilmesine karar verilmesiyle başlar. Dört bir yana dağılmış ve hepsi farklı hayallere sahip aile üyeleri bir araya gelir ve daha fiş çekilmeden ortaya çıkan miras kavgaları birbirinden renkli ve komik olaylara sebep olur. Çirçi ailesinin kahkaha dolu miras mücadelesini yönetmen Meltem Bozoflu beyazperdeye taşıyor, denilmektedir. Peki, gerçekte beyin ölümü nedir ve bu durumda tıp nasıl bir yaklaşım sergiliyor? Bir bakalım isterseniz.
Tıpta ve hukukta ölüm dediğimiz kavram, bireyin temel vücut fonksiyonları olarak kabul ettiğimiz merkezi sinir sistemi, solunum ve dolaşım sistemi fonksiyonlarının geri dönüşümsüz kaybıdır. 20. yüzyılda tıp ve teknoloji dünyasındaki ilerlemelerle birlikte “Beyin Ölümü” dediğimiz kavram ortaya çıkmıştır. Beyin ölümü kavramı, insan organizmasının beyin sapındaki solunum ve dolaşım merkezinin canlılığını yitirdiği ve böylece mevcut tıbbi olanaklar ile artık yaşama olanağının kalmadığı durumu açıklamaktadır. Ayrıca ağrı duyusu kontrolü, uyanıklık ve bilinçlilik durumu tamamen ortadan kalkmaktadır. Beyin ölümü gerçekleşmişse ölüm gerçekleşmiştir ve bu durum geri dönüşümsüzdür. Yani filmde komedi unsuru yapılan dedenin fişinin çekilip çekilmemesi ironi olmaktan çıkıp bizzat kendisi trajikomik bir hal almıştır. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, aslında miras kavgası ile dedenin fişini kimin, neden ve nasıl çekmek istediğine ilişkin çekilen komedi filminde hikâye, senaryo yazarları ve yönetmenin daha film başlar başlamaz dedenin fişini çektiklerini (!) söyleyebiliriz.
Beyin ölümü tanısını, bir anestezi ve reanimasyon uzmanı ile nörolog veya beyin cerrahından oluşan iki hekim muayene ve çeşitli testler yaparak karar vermektedir. Tıbbi konulara fazla girmek istemiyorum ancak beyin ölümü tanısı konulmasının temel nedeni organ nakli için en elverişli bir durum olmasıdır. Beyin ölümü tanısının mümkün olan en kısa sürede konulması özellikle organ ve doku nakli için çok önemlidir. Beyin ölümü gelişen bir olguda hastanın yoğun bakımda yatış süresi, potansiyel vericinin tıbbi bakımı ve organların uygun koşullarda korunması ne kadar önemliyse beyin ölümü tanısının konulma süresi ve organ nakli sürecindeki uzamanın organ kayıplarına yol açabildiğini de vurgulayalım.
Toplumsal yaşamda bitkisel hayat ile beyin ölümü karışmaktadır. O nedenle beyin ölümü kavramının tıp ve hukuk alanında değerlendirilmesi kadar edebiyat ve sanat ortamlarında da topluma doğru anlatılması büyük önem taşır.
Organ temininde en önemli kaynağı, beyin ölümü tanısı almış hastalar oluşturmaktadır. Ancak günümüzde organ bağışı, ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktır. Beyin ölümü tanısına duyulan güvenin artması, organ bağışını da önemli ölçüde artıracaktır. Özellikle beyin ölümü tanısında anlam karmaşasına ve güvensizliğe neden olan, başta kortikal ölüm (bitkisel hayat) olmak üzere, yalancı ölüm ve ötenazi gibi kavramlarla karışma sözkonusu olabilmektedir.
Bitkisel hayatta kortikal aktivite kaybı nedeniyle bilinç kapalıdır, hasta çevresinden habersizdir. Bu hastalarda beyin sapı fonksiyonları sağlam olduğundan solunum ve dolaşım desteğine gereksinim duyulmamaktadır. Spontan nefes alabilir, çoğunlukla solunum desteği gerekmez ve beslenme desteğine gerek duyar. Bazı refleks aktiviteler korunabilir, göz hareketleri, yutma refleksi ve ışığa pupiller yanıt olabilir. Yeterli bakım sağlandığında 2-4 hafta kadar sonra uyku uyanıklık ritmi normale dönebilir. Bitkisel hayattan geri dönüşler görülmüştür. Hasta, bakımı sağlandığı sürece çevresinden habersiz halde yıllarca yaşayabilir. Beyin ölümünde ise beyin yapısı, bilinç ve nefes alma fonksiyonu “geri dönüşümsüz” bozulmuştur. Toplumsal yaşamda bitkisel hayat ile beyin ölümü karışmaktadır. O nedenle beyin ölümü kavramının tıp ve hukuk alanında değerlendirilmesi kadar edebiyat ve sanat ortamlarında da topluma doğru anlatılması büyük önem taşır.
Ülkemizde uygun organ temininde yetersizlik sonucu organ nakli bekleyen hastaların listesi gün geçtikçe uzamakta, böylece organ nakil programında bulunan birçok hasta nakil beklerken kaybedilebilmektedir. Organ nakliyle ilgili en önemli sorunlardan biri beyin ölümü tanı koyma ve müdahale sürecinin iyi yönetilememesidir. Yoğun bakım biriminde bulunan cihazların ihtiyaç sahibi hastaların kullanımına açılması, hasta yakınlarının gereksiz yere umutlandırılmaması ve ekonomik anlamda da gereksiz harcamaların önüne geçmek ve en önemlisi ihtiyacı olan hastalar için organ nakli için mümkün olan en kısa zaman diliminde beyin ölümü tanısının konulması büyük önem taşımaktadır.
Filmi eleştirirken altını çizmek istediğim birkaç nokta bulunuyor. Dedemin Fişi’nin hikâyesini yazan yazarlar ve yönetmen bilimsel açıdan bilim insanlarından görüş alarak bu filmi çekmelerinin kişisel bir tercih olarak kabul edilemeyeceği ve izleyiciye saygı anlamında da önemli bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Sinematografik açıdan bir eleştiri yapabilecek yetkinlikte değilim, filmin bilimsel gerçekliği noktasında bazı durumların altını çizdim. Olan olmuş, aradan 5-6 yıl geçmiş olabilir. Bu film aracılığıyla hiç olmazsa topluma doğru bir mesaj verelim ve beyin ölümünün gerçekleştiği durumlarda organ nakli için en uygun dönem olduğunu bir kez daha vurgulayıp hikâye, roman, dizi ve film üzerinden edebiyat ve sinema gibi sanat alanlarının bilimsel gerçekliklere daha fazla kulak vermelerini dileyelim. Ne dersiniz?