Fi Dizisinin Yaratıcıları Mert Baykal-Tolga Afşin Kaya: Seyircinin Zekâsına Güvendik
[highlight]Çoksatan Azra Kohen romanından uyarlanan Ay Yapım imzalı PuhuTV dizisi Fi‘nin arkasında geniş bir ekip var ama dizinin yönetmeni Mert Baykal ve idari yapımcısı Tolga Afşin Kaya’nın katkısı büyük. Türkiye’nin bir platformda yayınlanan ilk dijital dizisi Fi. Baykal ve Kaya, sektörün geleceğinin dijitalde olduğunu vurguluyor, farklı dinamiklerden söz ediyor. İkili, “Fi‘deki en büyük şansımız ve artımız, fikir edinecek vakit yaratabileceğimiz işlere soyunmamızdı, hep bir fikirle ilerlememizdi,” diyor…[/highlight]
Netflix’in global başarısı ve Türkiye piyasasına açılma kararının ardından özellikle son 1 senedir yerli dizi piyasası dijital platform tartışmalarıyla çalkalanıyor. Yerli sektördeki biçimleri etkileyecek mi, rekabet ortamı yaratacak mı, nasıl bir reklam pastası çıkacak, reyting sisteminin ölçmediği kullanıcılar neler izlemek isteyecek..? Bir sürü soruyu beraberinde getiren bu gelişme, yerli platformların açılmasıyla sektörü daha da hareketlendirdi. PuhuTV’nin lansman projesi Fi, Ay Yapım imzasıyla görücüye çıktığından beri hakkında pek çok şey konuşuldu. Ancak dizinin nasıl hayata geçtiğini ve arka tarafında yaşananları merak eden de konuşan da pek olmadı. Dizinin yönetmeni Mert Baykal ve idari yapımcısı Tolga Afşin Kaya, işin mutfağına dair birçok ayrıntıyı bizimle paylaştı. Sektöre bakış açıları, işlerine olan tutkuları ve aktardıkları tecrübeleriyle Fi‘nin yapım sürecinin de başlı başına bir hikâye olduğunu hissettirdiler. Buyurun o zaman, sizi kamera arkasına doğru alalım…
Röportaj: Ezgi Özcan
Fotoğraf: Murat Tepe
Dijital platforma dizi hazırlamanın tecrübesi TV’dekinden farklı mıydı?
Mert Baykal: Düşünce yapınız ve varmak istediğiniz yer farklı aslında. Haftalık 140 dakika dizi çekiyorsanız, bir noktada mutlaka işin üretiminin efektifliğini düşünmek durumundasınız, onun dışında her şey ikinci planda kalıyor ister istemez. 5-6 günde bitecek; demek ki iki ekip bölüşecek işi; aynı sürede montajı, sesi, müziği yapılacak; ne çok sınırda olacaksınız ne de elde fazla stok bölüm olacak ki bir şeyler yanlış giderse ya da reytinglere, rakiplere göre müdahale şansınız olsun. Dijital böyle olmak durumunda değil. Güzelliği de burada aslında. Tek ekip olmak önemliydi benim için. Ancak o zaman gerçek anlamda bir dil ve anlatım bütünlüğü oluyor; her oyuncuya, her sahneye aynı özeni gösterilebiliyorsun. İki ekip çalışmamak bizim hem avantajımız hem dezavantajımızdı. Yapım süreleri düşerdi ama iş nasıl olurdu bilemiyorum…
Tabii ki yapımın ve şirketin de alışkanlıkları var, hepimiz 60 dk. meselesini biraz hafife aldık başında sanırım, ama işin öyle tozpembe olmayacağını ilk görenlerdenim ve herkesi de uyardım:) İş oturana, kendimizi görene kadar deneye yanıla bulduk bazı şeyleri. Her karakterle ince ince uğraşırken fabrikasyon bir iş olmadığını da görmüş olduk. Elimizde şu kadar sayıda senaryo var, şu kadar zamanda şu kadar bölüm teslim edeceğiz gibi girmedik işe. Aslında öyle girmek lazım. Keşke bir sezonu iç içe çekebilseydik ama Fi‘de mümkün olamadı, şartlardan dolayı olamazdı da. O yüzden biz de neredeyse haftalık dizi düzeninde çektik. Fakat bunu haftalık mantığıyla yapmadığımız için ilk sezon o esnekliği sağladı Ay Yapım ve Puhu bize. Biz hazır olduğumuzda, içimize sindiğinde üçer üçer yayınladı bölümleri. Gerçi ikinci sezon periyodik bir düzen istendi. O da bizi çok zorladı. Bazı şeylere tamam demek durumunda kaldık. Bir şeylerden vazgeçtik, kalite olarak değil ama biz daha da fazla çalışmak zorunda kaldık. Hayatımda en fazla efor sarf ettiğim işimdir. Ozan hep, “İnternet dizisi dediler geldik, şu halimize bak hahaha!” diye espri yapıyordu. Benim için daha da geçerli o söylediği, Tolga için de öyle. Bir de işin hiçbir tarafında alıştığımız gibi çalışmadığımız, işin montajından müziğine, miksine her şeyle birebir ilgilenip vakit ayırmak istediğimiz için bizden beklenenden de daha fazla çalıştık. TV’de kimse böyle çalışmıyor. Çok sahiplendik işi. Sabah 5’te montajdan gelmişim, ayakkabılarımı kapının dibinde ses yapmadan çıkarıyorum. Oğlum uykulu gözlerle, “Niye ayakkabını giyiyorsun, nereye gidiyorsun baba?” diye soruyor, ben de, “Giymiyorum oğluşum, çıkarıyorum,” diyorum. 9’da çıkıp yine sete gidiyorum. Ailem için Fi‘nin özeti budur…
“Gelişen süreçte bütün hayatımız dijital medya olacak”
Türkiye’de dijital platformların geleceğiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tolga A. Kaya: Tüm dünyada kabul edildiği gibi, dijital mecra büyüyecek. Şu an izlediğimiz TV yayını, şimdiki radyoya dönüşecek. Şu an hayatında radyo neyse TV yayını da o olacak. Dijital platform seninle daha çok etkileşen, senin neyi sevdiğini bilen, senin seveceğin şeyleri tavsiye eden, izleme alışkanlıklarınla ilgili özgürlük sağlayan, alışveriş yapan bir yapıya dönüşecek. Bir yandan özgürleşen, bir yandan da insanların hayatlarında tahakküm kurabilen, belli bir merkezden kontrol edilebilen bir mecra olacak. Distopik şeyler bunlar ama en azından bizim göreceğimiz kısmı daha çok etkileşebileceğimiz bir alana evrilecek. O mecrada da ucuz iş olacak, daha nitelikli iş de olacak, para ödenerek sahip olacağın içerik de olacak, ücretsiz içerik de olacak. Zaten reklam verenler de ölçülebilir ortamları daha çok seviyorlar. İnternet de daha ölçülebilir, müşterini tanıdığın, müşteriyle ilgili alışkanlıkları kolayca takip ettiğin bir ortam olduğu için reklam veren de bunu talep edecek. Gelişen süreçte dijital medya olacak bütün hayatımız, o yüzden dijital medyaya bir şey üretmek gibi bir terim kalmayacak.
Mert Baykal: Desteklenirse, TV’den farklı bir mecra olduğu kabul edilip buna göre regüle edilirse, düzene sokacağız derken dibine kibrit suyu dökmezlerse çok ciddi bir potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Hem içerik hem ekonomik olarak.
Şu an ikili bir durum var. TV’den vazgeçilmedi ama dijital de merak ediliyor…
Tolga A. Kaya: Haneke’nin dijitalde dizi projesi aldığıyla ilgili bir haber vardı. Neden? Çünkü insanlara hikâye anlatmanın en etkili yolu dizi. Şu an sinemadan bile daha nitelikli. Elinde şöyle bir olanak var, 10 tane 90 dakikan var. Hikâyeyi tüm boyutlarıyla anlatma imkânın var. Ekonomi de, reklamcı da, yönetmen de, oyuncu da bunu tercih ediyor. Seyirci de bunu istiyor. Onun için diziler yükselişte bütün dünyada. Sebebi hem daha nitelikli hem daha fazla içerikle anlatma olanağı vermesi.
“Özgürdük ama çıkış noktamız ‘Hikâyenin ona ihtiyacı var mı?’ sorusuydu”
RTÜK’ten çıkan torba yasa için ne dersiniz? Ulusal kanallar, ücretli yayınlar tedirgin galiba dijital platformlardan…
Tolga A. Kaya: İki boyutu var: Birincisi mali boyutu. Neticede devlet için ekonomisi olan yeni bir mecra oluşuyor. Para dönüyor, devlet de onu vergilendirmek istiyor. Onun için de devletin oraya girmesi şart. Dijitali de vergilendirmesi, takip etmesi lazım. İkinci boyut da şu; devlet, TV’yi kamusal alan ilan ediyor. Kamuya açık alan olduğu için de oranın kurallarını koymak istiyor.
Bu aynı zamanda içerik kısıtlaması demek. İnternete de üye olduğum platforma da para veriyorum. Kısıtlanmak istemiyorum ama devlet “Para vermen yetmez, oraya da müdahale edeceğim,” diyor…
Tolga A. Kaya: Destekliyor gibi görünmeyeyim, yasaktan kimse hoşlanmaz tabii. Hele bizim gibi aklında, fikrinde hür olup yapman gereken işlerde kafanda yasak fikri olsun istemezsin. Olmamalı.
Mert Baykal: Yasak olarak bakmamaya çalışıyorum, niyet önemli, yapılmak istenen şey nedir? Televizyonda prime time’da yayınlanan bir içeriğe yaptığın muameleyi yaparsan, hem kolaya kaçmış olursun hem de bu işi Türkiye’de 20 sene geriye atarsın. Eğer müdahale edeceksen de o teknolojinin nimetlerinden yararlanman lazım. Yetişkin insanlar (muhteviyatından haberdar olarak, uyarı işaretleriyle) istediği her içeriği izlemekte özgür olmalı, bunun tartışılacak yanı yok bence. Bu platformlarda, sansürsüz içeriğe çocukların erişimini kontrol edebilmek önemli, onun da çok basit yolları var. Bunun üzerine çalışmak lazım. Dijital platform diyoruz ama ne olursa olsun hangi seyirciye, hangi topluma iş yaptığımızın da farkındayız. Fi özelinde bakarsak erotik sahneler diye konuşuldu, bu insanlar erotizm nedir bilmiyor bence, kitaplarından çok daha yumuşak gittik. Erotik falan değildik, insanları anlattığımız durumlarda gerçekte olacakları gibi resmettik, hepsi bu. Mesele hikâyeye hizmet etmesi, fazlası her şeyin önüne geçebiliyor. Çok daha sert şeyler yaptık. Çok ağır konulara girdik hep kendi filtrelerimizle…
Tolga A. Kaya: Yapma özgürlüğümüzün olduğu kadar yapmadık biz. Özgürdük, yapabilirdik ama hikâyenin ona ihtiyacı var mı? İki karakterle ilgili böyle bir sahne çekilecekse bunun hikâyeye hizmet ettiği nokta varsa vardır, yoksa o sahne gereksizdir. Tabii bu fikir yapana göre değişir ama bizim Fi’de önemsediğimiz şey, “Hizmet etmiyorsa onun yeri yoktur,” şiarıydı. Bize yasak koyan olmadı, RTÜK de yoktu. İnsan haklarıyla ilgili değerler -din, vicdan özgürlüğü, siyasi görüş hürriyeti gibi- dışında özgürdük. Kimseyi inançlarından, yaşam şeklinden dolayı rencide edecek şeyleri de yapmamayı tercih ettik. Zaten kendi kuralınızı koyuyorsunuz. Belli bir kesimin belli bir fikrine hitap etmeyi hedeflediyseniz o zaman kendinizi daraltıyorsunuz. Bir şeyin popülerliği artıkça o yelpazenin değerlerine göre onun izleyebileceği şeyi yapmayı misyon ediniyorsunuz. Sadece belli gruba yaparsanız Fi gibi popüler bir işi yapmanızın imkânı yok. RTÜK şart değil yani.
Karasal yayında olsanız yapamayacağınız ama dijital özgürlükten dolayı “Fi”de yapabildiğiniz şeyler nelerdi?
Mert Baykal: Özgür olmadan anlatamayacağımız bir hikâye, bunu televizyonda yayınlandığında daha da iyi anlayacak seyirci… Yapısal olarak o kadar dolgusuz ve sıkı bağladık ki, sansür amaçlı da olsa bir sahneyi, bir anı çıkartsanız anlaşılamayacak bir noktaya, duygusu, ruhu atmosferi geçmez bir hale gelebilir. Çocuk istismarından, hayvan istismarından, kadına şiddetten sert bir şekilde bahsettik. Karakterlerin kendilerini ifade ediş biçimleri, mesela Göksel’in kendini ifade etmesi TV’de daha zorken burası gibi biraz daha özgür bir yerde daha gerçek ve daha olması gerektiği gibiydi. Kadın-erkek ilişkilerinde de ara duyguları, hassas duyguları daha rahat anlatabildik. İlişkiler sadece sevmekten, sevilmekten ibaret değil, birine âşık olmakla olmamakla sınırlayamayacağın bir yelpazesi var gerçek hayatın, tabii ki duyguların da öyle. Karasal yayında çok kolay olmazdı herhalde Fi‘nin bazı hikâyelerini bu şekilde anlatmak.
Tolga A. Kaya: Mesela Göksel’in annesiz, babasız, yetiştirme yurdunda tecavüzle büyümüş bir erkek çocuğu olduğunu ve bir köpeğin tecavüze uğramasının, hissettiği acıyı tetiklemesini anlatamazdın. Bunun yerine daha soft şeyler koymak, daha başka örneklemelerle anlatmak lazımdı. Evet, bu sert, bu ekstrem bir örnek ama var. İnsanlar bu tarz duyguların içine giriyorlar, bunları yaşamış birçok çocuk var. Bunu bir köpeğin tecavüze uğramasıyla dışavurma hikâyesini anlatamazdık mesela.
Mert Baykal: Bir de karakterlerin kendilerini ifade ediş biçimlerini değiştirmek zorunda kalırdık. Hayat, TV dizilerinde olduğu gibi değil ya, insanlar kendilerini argoyla da başka eylemlerle de ifade ediyor. Bizim o anlamda bir rahatlığımız vardı ve tabii ki içki, sigarayı hiç konuşmuyorum bile.
Tolga A. Kaya: Bu ülkenin insanlarını ayrıştırmak için bir yerleri gıdıklayan konular, hiç gerek yok. İnsanız, çok çeşitli duygumuz var, çok çeşitli ihtiyacımız var, bugünkü ihtiyaçlarımız yarın fazlalık haline de gelebiliyor. Bir kadının iki erkek arasında, aşkın iki türü arasında kalıp seçim yapmak zorunda kalması durumu mesela. Biz yaşarken kendimizi eleştirmeyiz, başkalarını eleştiririz. Karakter kendini eleştiriyor mu? Hayır, karakter o anki duygusunu yaşıyor. Bunu anlatamazdık. İki kadın arasında kalan erkek de aynı şekilde.
TV’de kadın karakterler sürekli temize çekilmek durumunda, dijitalde bu zorunluluk yok. Aslında toplumsal cinsiyet alanını düşündüğümüzde kadın karakterler açısından artı bir özgürlük alanı vardı “Fi”de.
Tolga A. Kaya: Evet. Eğer TV’de bir kadın karakter bunu yapıyorsa şöyle olmalıydı: Deniz karakteri alkolik olmalıydı. Duru’yu dövmeliydi akşamları, Duru mağdur olmalıydı ki bu yaptığında haklı sebepler olsun. Halbuki tek sebep o olmayabilir, sevmeyebilirsin. Ama şiddeti o kadar çok vermelisin ki Duru’yu temiz tutabilesin.
Mert Baykal: Duru’nun iki adam arasında kalmasını anlatırken çok de zorlanırdık TV’de. Yani bir tek biçimi değil, konuları da şekillendirmek durumunda kalırdık… Can gibi bir karakteri anlatmak da zor olurdu. Sivriliklerini, gizemini, manyaklığını, takıntılı halini, kendi kendine kaldığı anları vermek lazımdı ve bu adam yalnız kaldığında kendine çay koyan bir adam değil. Bir antikahraman olarak Can Manay’ı, özellikle 1. sezon seyirciye sevdirmek de zorlu bir işti. Özge de güdük kalırdı.
Mert Baykal: İlk tepkim, “Bunu yapmak istediğinizden emin misiniz?” oldu
Orijinal hikâyeden uyarlamaya nasıl geçildi ondan bahsedelim. Yani proje tasarım dediğimiz safhadan… “Fi” serisini okudunuz mu? Nasıl senaryolaştırıldı? Projenin sizin önünüze gelmesi ve kabul etme süreciniz nasıl oldu?
Tolga A. Kaya: Yapımcımız Pelin Diştaş kitabı beğenmiş, Ay Yapım da bu kitaptan iş yapmayı düşünmüş. Puhu gibi bir platforma uygun, Puhu’nun da diziyi taşıyabileceği bir iş düşünüp Azra Kohen’le bir araya gelerek bu kitabı diziye uyarlama konusunda anlaşmışlar. İlk internet dizisi, olmayan bir mecranın ilk projesi… Tabii YouTube’da başarılı olmuş diziler de var, Adana 01 gibi. TV’nin ünlüleriyle dijital mecraya bir şey yapmak, dijital mecrada kitle yakalamak için yapılan ilk proje olduğundan ilk diyorum. Bir şeyin ilkini yapmak hepimizi heyecanlandırdığı için ben gidip talip oldum. Sonra Fi‘yi okudum. Fi‘de beni cezbeden şey karakterlerin tutkulu oluşu, tutkuları uğruna seçimler yapmaları, bu seçimler sonucunda da başka insanlara evrilip hikâyelerini tamamlamalarıydı. Daha sonraki süreçte birçok çalışma yapıldı ama senaryoda aradığımız öz bir türlü o çalışmalarda ilerlemedi. Sonra Nükhet Bıçakçı’yla anlaşıldı. O bir senaryo yazdı ve Fi‘nin özündeki o tutku, senaryosunda vardı. Böylece proje senaryolaşmış oldu.
Mert Baykal: Ben projeye geç dahil oldum. Oyuncularla konuşulmuş, karakterler anlatılmış, ön anlaşmalar yapılmış, kitaplar okunmuştu. Ozan, Serenay, Mehmet, Berrak vardı, projeye start verilmişti, senaryo çalışılıyordu. Ben de o dönemde dahil oldum. İlk defa Ay Yapım’la çalışma teklifi geldi. Tolga aradı beni, “Bir gel lütfen konuşalım,” dedi. Gittim, hangi oyuncuların bu işe dahil olduğunu bilmiyorum, proje nereye yapılacak, ne durumda bilmiyorum, bir internet dizisi lafıdır gidiyor, çok arada derede bir toplantı sonunda bana kitapla senaryoyu verdiler, “Oku, konuşalım,” dediler. Eve dönüp kitabın ilk 100 sayfasını okudum, sonra senaryoyu okumaya çalıştım. Biraz da zor okudum açıkçası senaryoyu. İlk tepkim, “Emin misiniz bu projeyi yapmak istediğinize?” şeklinde oldu. Kitapların bana hitap etmemesinden değil, drama için zorlayıcı kitaplar olmasından. Çünkü benim tecrübem şu yönde; drama eylem demektir, evet, sağlam karakterler var ama buradan sağlam bir yapı çıkabilecek mi? Çünkü kitaplarda tabii ki eylem var ama genelde fikirler, tespitler, düşüncelerin anlatıldığı bir durum sözkonusu, orada çalışan şey senaryo mantığında çalışacak mı, şüphem vardı. İlk okuduğum senaryo, kitabı yapısal anlamda da pusula aldığı için çalışmıyordu. O yüzden emin misiniz dedim, hatta teşekkür ettim kendilerine başka işlerde inşallah falan… Sonra dediler ki biz sana projeyi iyi anlatamadık. Kerem’le Pelin, projeye nasıl baktıklarını daha uzun bir toplantıda anlatınca ikna oldum. Sonra Pelin’le elektriğimiz çok tuttu, o projeye nasıl baktığını derinlemesine anlatınca ona çok güvendim, tamam dedim. Ben bu işin içinde olacağım ama senaryolar içimize sinecek. O da zaten tam benim kafada.. Sonra süreç başladı. Tolga’nın dediği gibi kitapların özündeki o duyguyu çıkarma meselesinde ilk çalışılan senaryolar biraz zayıf kaldı. Tam istediğimiz gibi değildi. Sonra Nükhet girdi devreye, hem dramaturjiyi ilgilendiren meseleler ve yapısal sorunlar çözüldü hem de kitaplardaki tutkuyu, duyguyu taşıyan bir dünya kurmak adına çok güzel bir iş çıkardı. Sezonda ne yapmak istediğini anlattı. Oradan hepimizin içine sinen bir senaryoyla 1. bölüme başladık ve kendi alanında çok iyi bir ekip kurduk. Bu işe hizmet edecek, bir şeyler katacak fikir sahibi insanlarla doldurduk etrafımızı, kafamdaki dünyayı hayata geçirebileceğim insanlarla… Ve olaylar gelişti. İki sezon boyunca bu işe emek vermiş, ter dökmüş herkese buradan da teşekkür etmiş olayım kendi adıma…
Tolga A. Kaya: Bir projeye senarist dahil oluyor, yönetmen geliyor, sanat yönetmeni geliyor. Ön hazırlık sırasında senaryo ve proje üzerine günlerce konuşuluyor. Çeşitli fotoğraflar, tasarımlar, çizimler üzerinden yol alınıyor. Aylarca süren tüm bu çalışmanın sonunda ortaya bir mutabakat çıkıyor. Bu işin bir tarafında finansman var, diğer tarafında yaratım süreci var. Bunları elinizdeki realiteye uydurup maksimum verim alarak ve alınan kararları uygulayarak yönetme işi çıkıyor ortaya.
Ona idari yapım diyoruz galiba…
Tolga A. Kaya: İdari yapım diyorsunuz, proje tasarım diyorsunuz. Bu, elinizdeki imkân ve insan kaynağı ile yaratım sürecinde alınan kararların birbirine uyumlu, koordineli yürütülmesini sağlamak. Zaten bunu yapamadığınız noktada aldığınız sonuç da istediğiniz, hayal ettiğiniz sonuç olamaz. Doğru girdilerle doğru sonuçlar elde edilir, önemli olan o girdilerin hangilerini seçeceğiniz.
Mert Baykal: Bizim çatışmamız da o olur genelde, yapımcıyla yönetmen arasında. Bir sinema filmi yapılırken, bir dünya kurmak için yönetmenin kafasında bir şey vardır, yapımcı onu sağlamak için uğraşır. Yönetmenin dünyasına mümkün mertebe hizmet etmeye çalışır. Dizilerde daha farklı, özel projeler dışında, uyulması gereken bütçeler, sıkı zamanlamalar, seyirci, kanal var. Kendi adıma Fi‘de yapmak istediğim şeyler için birilerini kısa sürede ikna etmek zorunda kalmadım, kendimi anlatabilecek zamanım olması en büyük artımızdı. Anlattıkça, uygulamalar görüldükçe, beraber çalıştıkça güven gelişiyor ve her şey daha kolay olmaya başlıyor… Daha sonra bütçe konuşmuyorsun, fikir konuşuyorsun. Fikir tamamsa o fikre ulaşmanın bir sürü yolu oluyor…
“Fi, kendi kurallarını koyan bir organizma oldu”
“Fi”nin kimyası, TV dizilerinin kimyasından hangi konularda farklıydı?
Mert Baykal: Elimizde 10 bölüm senaryo olup sete girmeyi tercih ederdik tabii ki. Başı sonu belli, karakterler üzerinde mutabık kalınmış olmasını isterdik ama Fi biraz daha nefes alıp veren bir proje oldu. Bakteri gibi, iyi huylu bakteri, probiyotik (gülüyor) Kendi kurallarını koyan bir organizma oldu, kurallar koymaya çalıştıkça, o kurallara pek uymamaya başladı. Biz ona uymak durumunda kaldık çünkü birçok bileşeni, farklı arzusu, isteği olan bir proje haline geldi. Onu bir kalıbın içine sokmaya çalıştığımızda biz kendimizi eğip bükmek durumunda kaldık. O yüzden de farklı bir iş oldu, yaparken bulduk, yaptıkça bulduk. Kendi sineması ve dünyası dışında, içeriğinde performans sanatları barındırdığı için bile değişik bir kimya gerektirdi… TV’de dans, müzik fonda martı olur ya da bir müsamereye döner, sakil durur. Çünkü ne vakit ne emek harcayabilir kimse. Müzik gibi, dans gibi, o işlerde uzmanlaşmış insanları entegre etmek gerekir. Bir gösteri dediğin zaman içine kostümü, dans mekânı giriyor, o işin fikri giriyor. Fi‘deki en büyük şansımız ve artımız da fikir edinecek vakit yaratabileceğimiz işlere soyunmamızdı, hep bir fikirle ilerlememizdi. Afife bir fikir, Duru’nun karakteriyle bağlantılarını kurmak bir fikir, o yüzden de bize yol gösteren bu fikirler oldu. İşin prodüksiyon kısmının işleyişiyle ilgili de, benim ve tüm ekibin yüksek motivasyonu, beklentisi, arzusu hem çok işimize yaradı hem de bizi çok zorladı. Kimyayı belirleyen önemli bir unsurdu motivasyonumuz…
Tolga A. Kaya: Projenin önündeki en büyük engel insanlar olmaya başladı, motivasyonlarından dolayı. Ama aynı zamanda projenin şansı da herkesin projeye inanıp proje daha iyi nasıl olabilir diye kafa yorması. Zaten bunu yakalayabilen insanlar Fi‘yi başından sonuna sürdürebildiler. Yakalayamayanlar süreç içinde değişti. Bakteri gibi dememin sebebini şöyle açayım, senaryodan örnek vereyim. Sektörde dizi dediğimiz şey 120 dakika olduğu için 60 dakikada başı sonu belli bir hikâye nasıl yazılır? Bu, dışarıdan bakıldığında kolay, halbuki her zaman olduğu gibi bir şeyi kısa anlatmak daha zordur. Her şeyi keşfetmemiz, tecrübe etmemiz gerekiyordu. Şimdi Fi‘nin sonuna baktığımda, ne yapılmaması lazımla ilgili çok büyük bir tecrübem var. Nasıl olması gerektiğiyle ilgili de çok büyük bir tecrübem var. Bir projeyi iyi yapan şey, içindeki insanlar ve o insanların motivasyonu. O motivasyonun yönetilmesi, doğru kararların alınması… Ama her branşıyla yeni şeyler keşfettik, öğrendik. Ay Yapım da önemli bir tecrübe edindi.
“Dijital mecralar kendi ekiplerini yaratacak”
Kısa sürede anlatma konusu, yönetmen, yapımcı, senarist tarafında da kısıtlamaları ve beraberinde değişik yöntemler geliştirmeyi de getirmiştir diye tahmin ediyorum…
Tolga A. Kaya: Bir kere aynı sahnede birçok şeyi anlatmanız gerekiyor çünkü vaktiniz yok. Boş sahne diye tabir ettiğiniz alanlarınız yok, onun için de bir sahnede birkaç değişik duyguyu sadece diyalogla değil birkaç mizansenle yaratıp desteklemeniz gerekiyor. Bu yazmayı çok zorlaştıran, üzerine çok düşünmeni gerektiren, çekmeyi de yavaşlatan ve zorlaştıran bir durum.
Mert Baykal: Ben uzun diziler de çektim, orada şöyle oluyor: Bir hikâye noktasını, bir unsuru, bir bilgiyi ya da duyguyu birkaç kere anlatabilme lüksün var. Biz burada konuşuyoruz, bir sonraki sahnede sen onu başka bir karaktere tekrar konuşturuyorsun (zaten konu da kısır). Onu duyan karakter gidiyor, o mesele üzerine dedikodu yapıyor, yeni bir sahne izliyoruz (5 dakika daha doldu). Yani bir hikâye unsurunun seyirciye geçmeme ihtimali yok orada. Hikâyeyi taşıyan noktaları atlama ihtimalin çok daha az. Burada tek bir atış şansın var. O da şu demek, anlattın anlattın. Anlatamadın, seyirci orayı kaçırdı, seyirciye geçmedi. O da bir kâbus. O yüzden de stres yaratıyor.
Tolga A. Kaya: Bu dijital mecralar kendi ekiplerini yaratacak. Piyasada reklam yazarı, reklam yönetmeni, dizi yazarı, dizi yönetmeni var. Dijital mecra yazarı da olacak, yönetmeni de, yapımcısı da… Uzmanlaşmış, işini farklı açıdan yapan insanlar… Yaptığınız içeriğin izlenilen ekranla uyumlu olması gerekiyor. Fi‘de edindiğimiz tecrübelerden biri de bu.
Dijital mecrada nasıl bir seyirci kitlesiyle karşılaştınız peki?
Tolga A. Kaya: Elimizdeki verilere göre insanların büyük çoğunluğu bunu tablet ya da telefon ekranlarından izlemiş. Sadece yüzde 3’ü Smart TV’den izlemiş. Demek ki basit bir ses sistemine sahip, küçük ekranlardan bunu takip ediyorlar. Sizin de buna dikkat etmeniz gerekiyor, ses tasarımında, görüntüde, anlatım tarzında… Çünkü küçük boyutlu bir ekranda daha dikkatli izleniyor. TV’de birazcık daha ilgi dağınık çünkü ekranla aranda bir dünya var. Salonun var, insanlar var. Onun için uzun olması ve dönüp tekrar anlatmak o uzunluk içinde mantıklı. Küçük ekranda başlasın, bitsin istiyor, zaten 140 dakikayı buradan izleyemez.
Mert Baykal: TV’de ekran simsiyah olsun ve sadece ses bandı olsun, kabaca bugün yayınlanan dizilerin yüzde 80’ini sadece sesini dinleyerek takip edebilirsin. Radyo tiyatrosu gibi bir durum var. Kimse alınmasın, ben de yaptım ama durum bu. Televizyon seyirciden efor talep etmez, edemez… Bu mecraysa asansör müziği gibi bir şey değil. Açıyorsun ilgiyle, sessizlik sağlıyorsun, ışıkları kısıyorsun, kahve koyuyorsun vs. onun için vakit ayırıyorsun, izlemeye başlıyorsun, efor harcıyorsun. İleri-geri alıyorsun, tekrar dönüp bakıyorsun. Daha interaktif o anlamda. O yüzden sinemayla anlatmaya çalıştık, daha görsel şeylerle anlatmaya çalıştık ve insanlar bunu aldı. Seyirciyi hiç küçümsemedik. Aksine herkesin en az bizim kadar akıllı olduğunu düşündük her zaman.
Nükhet Bıçakçı burada yok ama senaryo ekibinde bir de Özlem Yücel var. 2. sezon Deniz Madanoğlu da destek vermiş. Senaryo ekibi açısından “Fi” süreci nasıl oldu?
Tolga A. Kaya: Senaryo ekibi, özellikle Nükhet bütün entelektüel birikimini bu diziye yansıttı. Onun için de bazen yetemediğini, tükendiğini, baş edemediğini, artık kendisinden bir bölüm daha çıkamayacağını hissettiği anlar oldu. Çünkü düşünün, sonuna kadar zorluyorsunuz beyin hücrelerinizi. Bir önceki bölümün üstüne çıkayım diye tükendiği, benden artık bir şey çıkmaz dediği ama yine de yapmak için uğraştığı anları çokça yaşadı. O yüzden biraz gitti geldi. Yaratım sürecine de entegre oldular. Senaryoyu kapalı yazmak yerine organik bağlar geliştirdiler herkesle. Setle, oyuncu, yönetmen, yapım tarafıyla alışveriş halinde gittiler. Pek aksiyonu olmayan bir kitabın uyarlamasından çok, tamamen özgün bir senaryo haline geldi Fi. Hikâyeyi geliştirerek ilerlediler, çok iyi bir iş çıktı. Neticede bir kitap var, onun köşe başlarını tutmalısın ama o esnada geliştirmek de zorundasın. Onun için zorlandıkları ve başarılı oldukları bir süreç oldu. Bu işten sonra daha iyisini yazacaktır.
Serinin yazarı Azra Kohen bu yaratım sürecinin neresinde konumlandı?
Tolga A. Kaya: Projenin hazırlık ve yaratım sürecinde yönlendirici oldu ve aşağı yukarı birçok konunun içindeydi taşlar yerine otursun diye. O da zeki bir kadın, biliyordur taşlar doğru oturursa yanlış tarafa gitmez. Bütün o hazırlık sürecinde kavramları oturturken bize başlangıcı o verdi. Kitapla, karakterle ilgili sorularımızı Azra Hanım cevapladı. Uygulama sürecinde de mümkün olduğu kadar bizi rahat bıraktı. Bu profesyonellikte olmak da önemli.
“Fi”, Show TV’de yayınlanmaya başladı. Dijital platforma hazırlanmış bir projenin, karasal yayında olmasının bazı sonuçları olur tabii ki. birtakım yerleri kesilecek muhtemelen, TV’ye uygun hale getirilecek. Bu koşullarda seyirciden nasıl bir tepki bekliyorsunuz?
Mert Baykal: Biz işi TV için yapmadık. Ben yapmadım en azından. O yüzden Fi başarılı olur mu TV’de, nereleri kesilir kısmıyla da çok ilgilenmiyorum açıkçası. Çünkü ben işimi yaptım, artık ondan sonrası Ay Yapım’ın tasarrufu. Tabii ki fikrimi sorarlarsa söylerim. İnşallah TV’de de başarılı olur ama biz işi TV yayınını düşünerek yapmadık.
Tolga A. Kaya: İş, hedef kitleye kendisini izletti, proje olarak görevini yaptı. TV’de avantajı görsel olarak, anlatım olarak farklılıkların denendiği bir proje olması. TV’yle dijital o kadar birbirinden bağımsız değiller. TV’yi de etkileyecek, geri dönüşü olacak. Belki TV’nin kendisini de değiştirebiliriz.
“İşin hızlı ilerlemesinden pişman değiliz”
“Fi”nin kitaplarla paralel olarak üç sezon sürmesi bekleniyordu seyirci tarafında. Neden iki sezonda bitti?
Mert Baykal: Zaten ilk konuşulmaya başlandığından beri iki sezon olarak tasarlanan bir işti. Sezonda bir şeyler konuşuldu, seyirci kendi içinde konuştu. Sosyal medyayı da takip ediyoruz, yazılan çoğu şeyi okuyoruz. Bu işi yapan insanlar olarak konuşmak istemedik, işimizle konuşulalım istedik, ilk defa röportaj veriyorum mesela ben Fi‘yle ilgili. Konuşmak için proje bitsin istedim, çünkü zaten bunları düşünecek vaktimiz yoktu. Biz yıpranmadık bundan, bizi sette etkilemedi. Ama doğrusu da bilinsin istiyorum çünkü çok ciddi emeğimiz olan bir iş. Başından beri iki sezon olarak tasarladığımız bir işti, tek fark sezonların içindeki bölüm sayıları bizim arzu ettiğimizden az oldu.
Tolga A. Kaya: En büyük şikâyetlerden biri, 2. sezonun 5. bölümünden itibaren konuları hızlı, atlaya atlaya anlattığımız mesela. Ne mutlu… Böyle bir şey izleme zevki verdik.
İnsanlar ruhen doymayı mı bekliyordu acaba?
Mert Baykal: Biraz da bitiyor diye bir psikoloji oluştu. Mesela 2. sezonun 8. bölümü bizim en yükseldiğimiz bölümlerden biriydi. 5 ile 8 arası evet, çok karanlık bir yere gitti hikâye, zaten öyle olacaktı, 2. sezonumuzun kodu da oydu. “Sen minnoş bir ev kedisi değilsin Duru”dan başlayarak daha karanlık bir yere evrildi hikâye.
“Sen minnoş bir ev kedisi değilsin Duru,” sözü, 8 Mart yürüyüşünde pankart olarak kullanıldı…
Mert Baykal: Mesela 9. bölüm, bir kadın dayanışması bölümüydü neredeyse, ben özellikle ona destek atmak istedim. Bir hemşire karakter Özge’ye yardım ederken diğer tarafta otobüs durağında iki kadın, Duru’ya yardım ediyordu. Toplumsal yaralara da parmak bastık, daha doğrusu Nükhet ve Özlem kendi hayatlarını da öyle yaşadıkları için hayvanlarla, insanlarla ilişkileri, kadın olmalarından gelen duyarlıkları işe yansıdı. Bunların altını çizmek de bizi mutlu etti. Önemli konular Türkiye’de. İşin hızlı ilerlemesinden de pişman değiliz.
“Fi”nin müziklerinin farkı…
“Fi”deki müzik kullanımıyla ilgili konuşalım biraz da… Bu alanda da TV projelerinden ayrışma durumu var. Müziklere bakılırsa “seyirci neyi satın alır”dan yürümediniz…
Mert Baykal: Seyircinin zekâsına ve beğenisine güvendik gerçekten, anlattığımız şeyi indirgemeye çalışmadık. Onlara alan bırakmaya çalıştık. Her şeyi kör kör parmağım gözüne anlatmadan, bazı şeyleri seyircinin zekâsıyla çözeceğini umduk. Böyle bir alışkanlık da var TV’de, aptala anlatır gibi anlatma meselesi. Güvendik ve güvenimizde de haklı çıktık. Benim de izleyici olarak sevmediğim bir şey, aptal yerine konmak. İnsanlarda bir tortu kalsın istedim. Finallerimiz de öyleydi. Bir duyguyu jenerik boyunca atamasınlar istedim hep, finaller bir duygu tortusu bıraksın. Müzikte de öyle. Müzik artık çok endüstriyelleşti dizilerde, acı kemanlar meselesi beni benden alıyordu. Burada biraz daha karakterlerin içinde bulunduğu durum önemliydi. Özellikle Deniz’in dünyası, klasik müziğin, orkestraların, farklı enstrümanların olduğu bir dünyaydı. O yüzden Chopin noktürnleri üzerine hikâyeler kurduk, Mozart, Debussy, Fazıl Say çaldık, aryalar çaldık… Fazıl Say’a da diziye verdiği parçadan dolayı ayrıca teşekkür etmek gerek. Karakterlere de bunları dinlettik. Bunlardan konuştular, bunlardan keyif aldıklarını gördük, öyle bir dünyası vardı zaten Fi‘nin ama bunu elitist bir yerden de yapmadık. Hikâyeyi taşıyan öğe olarak müziği ve klasik müziği kullandık. Klasik müziği harmanladık başka türlerle. Onun dışında Cem (Öget) bence çok iyi bir iş çıkardı Fi‘de. Ben ona ne istediğimi çok iyi anlattım başında. Jenerik parçası Akın Sevgör’ün. Ben Akın’ı bir mekân gezisinde kulaklıkla müzik tararken keşfettim, Cem’e kendimi müzikle anlatabilmek için bir playlist yapmaya çalışıyordum. Onun 4-5 parçalık bir albümü vardı, IDM diyorlar o tarz müziğe, klasik müziği elektronik müzikle harmanlayan bir tarz, Fi‘nin dünyasına çok yakışacağını düşündüm. Cem’le Akın’ın da tanışıklıkları varmış, harika oldu. Bir de hep melodik şeyler değil de biraz daha duyguların, durumların altını çizecek, aslında o duyguyu ileri taşıyacak, tuzun tat duyumuza yaptığı gibi bir büyüteç etkisi arıyordum, seyircide tortu bırakacak, efektif şeyler kullanmaya çalıştık. O dönem Arrival‘ın soundtrack’inden çok etkilenmiştim. Bir de senfoniler çaldı parçalarımızı. Özellikle Can’ın Duru’yu ilk gördüğü sahnedeki parça, Fi‘nin en beğendiğim bestelerinden biri. Hepsi bir fikrin ürünüydü. O yüzden ben çok memnunum müziklerden.
Tolga A. Kaya: Müzisyenimiz Cem Öget dizi sektöründen değildi. Bu sektöre profesyonel manada girmesi de Fi ile oldu. Onun bu tazeliğini, yeniliğini de işin çıkarına kullandık. Mert’le ikisi yeni bir şey yarattılar. Aslında elektronik herkesin kaçtığı, ucuz gördüğü bir şeydi. Bu aynı dijitalleşmeyle alakalı. Artık her şey dijitale gidiyor, müzikte de böyle. Bunu klasik müzik enstrümanlarıyla nasıl harmanlarız, altını nasıl doldurabiliriz, ikisinden nasıl bir müzik çıkarabiliriz? Bu bir buluş değil tabii ama Türkiye’de bir diziye uygulamak yeni oldu.
Ürün yerleştirmeler epey eleştirildi, orada nasıl bir politika izlediniz? Ürün yerleştirme işin neresine düştü, senaryo ona göre mi yazıldı, yerleştirme sonra mı oldu?
Mert Baykal: Fi gibi bir projenin içine ürün yerleştirmek güç. Hikâye çok nokta atışı gidiyor, her sahne çok efektif, bir amacı var. Ama reklam veren de illa ürün yerleştirmek istiyor. Eğreti durmadan yapabildiğimiz belki bir ya da iki ürün olmuştur (gülüyor)
Tolga A. Kaya: Bu işin ekonomisi için belli şeyleri yapman gerekiyor. Sorun şuradan kaynaklanıyor: Bir projeye girerken markaların bakış açıları, “Biz projeye zarar vermek istemiyoruz. Biz projenin bir parçası olmak istiyoruz.” Gelin görün ki iş yapmaya geldiğinde, kendi ürünlerini içine girdikleri şeyden o kadar üstün görüyorlar ki… Biz onlara hizmet etmeliymişiz, biz onlara evrilmeliymişiz gibi. Genelini konuşuyorum, özel örnekler var tabii. Global markaların Hollywood’daki bir işe bakışıyla Türkiye’deki işe bakışı farklı. Marka global ama Türkiye’deki kafa yerel. Sonuçta burada asıl olan, proje. Sen bu işin bir parçası olmak istiyorsun, geliyorsun ve bazı kuralları önümüze koyuyorsun. Biz o kuralları uyguladığımızda iş, senin markana hizmet eder hale dönüşüyor. Halbuki yapmaları gereken şey şu: Ben nasıl bir ürüne geliyorum? Bakış açısını o ürünün yaratıcılarına bırakmazsan işte böyle eğrelti, ekleme sonuçlar çıkıyor. Burada kafayı değiştirmesi gereken kişiler, markaların ürün yerleştirme departmanlarını yöneten insanlar. Sonuçta ticari bir anlaşma olduğu için biz onu uygulamak durumunda kalıyoruz. Yaptığımız şeyden çoğu zaman biz de mutlu olmuyoruz.
Mert Baykal: Projenin de bir marka olduğunu unutmamak, projeye de zarar vermemek gerekiyor.
Röportaj, Episode Dergi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır…