Fire Saga: Ev Ahalisinden Televizyona 12 Puan!
Deniz Turgay’ın bu Fire Saga incelemesi, Episode’un 22. sayısında yayımlanmıştır
Film izlemek, sevenleri için bir ritüel. Onu dizi deneyiminden ayıran önemli farklardan biri de bu olsa gerek. Haftanın belirli bir günü veya günün belirli bir saati için bilet almak, favori sinema salonunda favori koltuğunu seçmek, patlamış mısırını alıp filmin ortalarına dek yetmesini sağlamaya çalışmak (veya bu âdeti toptan reddetmek)…
Yarısını iş ve benzeri zorunlu haller dışında evde geçirdiğimiz 2020 senesi, bu ritüelin geçici de olsa sona ermesine neden oldu. Black Widow ve Mulan gibi büyük bütçeli filmler ertelenirken Capone, Onwards ve The Lovebirds gibi filmler doğrudan streaming platformlarında gösterime girdi. Will Ferrell ve Rachel McAdams’ın başrolünde olduğu Eurovision Song Contest: The Story of Fire Saga da bunlardan biri. Bu yazı boyunca, insanların çalışma, yemek, tatil hatta düğün düzenlerini değiştiren pandemi döneminin film izleme alışkanlıklarını nasıl etkilendiğini tartışacağız.
Fire Saga bu seneki Eurovision şarkı yarışmasıyla paralel bir kadere sahip. Eurovision 2020 pandemi nedeniyle iptal edilince mayısta vizyona girmesi planlanan Fire Saga da ertelenerek haziran sonunda Netflix’te gösterime girdi.
Eurovision’a aşina olmayan hatta belki varlığından bile habersiz bir seyirci kitlesine bu şarkı yarışmasının ne kadar nahif, içten ve eğlenceli olabileceğini göstermekte oldukça başarılı bir film Fire Saga
Afişte Will Ferrell’ı hem oyuncu hem de senarist olarak görünce insan ister istemez parodi filmi bekliyor. Ne de olsa Anchorman: The Legend of Roy Burgundy’den Blades of Glory’ye uzanan filmografisiyle sululuk yapmayı iş edinmiş bir oyuncu olarak tanıyoruz kendisini. David Dobkin’in yönetmenlik yaptığı filmler arasında da benzer tonda Wedding Crashers ve aksiyon-komedi filmi Shanghai Knights olması ister istemez bizi konudan bihaber Amerikalıların Avrupalılarla dalga geçtiği bir film beklediğini düşündürüyor. Oysa iki ismin kariyerinde de bu “günahlarını” bağışlamamızı sağlayacak referans noktaları var. Ferrell, Elf ve Stranger than Fiction’da izlediğimiz gibi içten ve gönül okşayan filmler çekebiliyor. Dobrik ise kariyerine Tupac’a iki klip çekerek başlamış ve o zamandan bugüne Elton John’dan Maroon 5’a pek çok sanatçıyla çalışmış.
Fire Saga’da çocukluklarından beri arkadaş ve Eurovision hayranı olan Lars Erickssong ve Sigrit Ericksdóttir’in bu şarkı yarışmasına katılma serüvenini izliyoruz. Gerçek bir İzlanda kasabası olan Húsavík’te yaşayan Lars ve Sigrit’in Fire Saga isminde bir grubu var ve onca özverilerine rağmen ancak kaderin bir cilvesiyle 2020’de nihayet İzlanda’nın Eurovision temsilcisi olmaya hak kazanıyorlar. Yarışmanın yapılacağı İskoçya’ya gidip Yunanistan’dan Rusya’ya diğer ülkelerin adaylarıyla tanıştıklarında ise kendilerini buna adamış olsalar bile sektör profesyonelliğinden uzak olduklarını fark ediyorlar. Ne kostüm tasarımcılarıyla ne müzik prodüktörleriyle ne de koreograflarla daha önce çalışmışlar. Bu hengâmede birbirine düşmeleri de kaçınılmaz oluyor elbette.
Eurovision’a aşina olmayan hatta belki varlığından bile habersiz bir seyirci kitlesine bu şarkı yarışmasının ne kadar nahif, içten ve eğlenceli olabileceğini göstermekte oldukça başarılı bir film Fire Saga. Komşuluğun ve realpolitiğin oy dağılımı üzerindeki etkisi gibi Eurovision’ın siyasi boyutuna değinilmemiş Fire Saga’da ama böyle bir gerçekçiliğe yer ve hatta lüzum da yok açıkçası. Fire Saga, Kuzey İzlanda’nın görkemli doğasına tezat oluşturacak denli sessiz ve sakin bir balıkçı kasabasında o görkemli Eurovision sahne şovlarının bizzat parçası olmayı düşleyen iki müzisyenin hikâyesi.
İptal edilen Eurovision 2020’nin eksikliğini hissederken gerçekteki şarkılara çok benzer şarkıları dinleyebilmek epey keyifli. Bu bir tesadüf değil: Ferrell ve Dobkin, film için Eurovision deneyimine sahip insanlardan oluşan bir ekip kurmuş
Sigrit ve Lars’ın şaşaalı hayal dünyasından geri kalmayan tek şey, yarışmadaki diğer ülkelerin şarkıları ve sahne şovları. İptal edilen Eurovision 2020’nin eksikliğini hissederken gerçekteki şarkılara çok benzer şarkıları dinleyebilmek epey keyifli. Bu bir tesadüf değil: Ferrell ve Dobkin, film için Eurovision deneyimine sahip insanlardan oluşan bir ekip kurmuş.
Ariana Grande ve Katy Perry gibi pop yıldızlarına şarkı yazmış Savan Kotecha’nın liderlik ettiği bu ekipte, 2006 Çocuk Eurovision Yarışması üçüncüsü Molly Sandén, Sigrit’in şarkılarına ses veriyor. Filmde performansıyla favori olan Yunanistan adayı Mita’nın şarkısı, İsveç’in 2012’de birinci olduğu “Euphoria” da dahil olmak üzere 13 Eurovision şarkısına imza atan Thomas G:son’un elinden çıkma. Bir de sürpriz var: “Waterloo”dan “I Gotta Feeling”e pek çok popüler şarkıyı barındıran potpuri performansta Conchita Wurst, Alexander Rybak ve Netta gibi geçen yılların Eurovision yıldızlarını da görüyoruz. 20 yıl önce İsveçli eşiyle izlediği Eurovision yarışmasından beri bu yarışmaya bir hayranlık besleyen Ferrell’ın geleneğe gösterdiği hürmeti buradan anlamak mümkün.
Tüm bu artılarına ve genel anlamda keyifli bir film olmasına rağmen bir şeylerin eksikliğini hissetmemek kaçınılmaz. Eurovision Şarkı Yarışması’nı arkadaşlarla toplanıp canlı yayında güle oynaya izler gibi izlemek nasıl olurdu? Sinemada, şarkılara mırıldanarak eşlik ede ede izlemek?
Sinema salonlarında gösterilen filmlerin önemli çoğunluğunun yüksek bütçeli yapımlar olduğu gerçeği de başka bir etken. Bu nedenle özellikle bağımsız filmler, seyircisiyle buluşmakta oldukça zorlanıyor
Bir elin parmaklarından fazla sayıda insanın kapalı bir mekânda toplanmasının tavsiye edilmediği pandemi döneminde sinema salonları seyircilerle vedalaşmak zorunda kaldı. Bu durum basit bir talihsizlik veya musibetin ötesinde, sinema sanatının tabiatına dair sorular ve sorunlar getiren bir hadise. Filmler her bir seyirciye ayrı ayrı mı yoksa seyircileri bir kitle olarak kabul edip bu gruba mı seslenir? Peki, mutlaka beyazperdede mi görülmeliler yoksa bilgisayar ekranı veya televizyonda da izlenebilirler mi?
Örneğin Steven Spielberg, Mart 2018’deki bir röportajında televizyon formatına göre çekilmiş bir filmin artık bir televizyon filmi olduğunu söylemişti. Ona göre bu iyi bir yapımsa Oscar değil, Emmy ödülü almalıydı. Yalnızca bir sene sonra ise Martin Scorsese son filmi The Irishman’i Netflix distribütörlüğüyle yayınladı. Oscar töreninden eli boş dönse bile En İyi Film ve En İyi Yönetmen de dahil olmak üzere on adaylık almıştı.
Filmlerin nerede izlendiği yönetmenler kadar izleyicileri de etkiliyor elbette. Sinema salonu, aşağı yukarı tüm izleyicilerin deneyimini eşitleyen bir alan. Bilet alabilip de salona girenler, aynı görüntü kalitesi ve ses sistemiyle deneyimliyor filmi. Bu açıdan oldukça eşitlikçi görünüyor, öyle değil mi? Oysa ülkeden ülkeye, salondan salona ses ve görüntüleme ekipmanı kalitesi değişiyor. Dahası özellikle de günümüzde sinema salonu zincirlerinin neredeyse tekelleşmesi nedeniyle biletler pahalı. İki bilet bedelinin ortalama aylık internet aboneliğine denk olduğunu düşünürsek sinemaya erişebilmenin pek çok insan için üzerinde düşünüp birinden diğerini tercih etmesi gereken bir karar ve haliyle sınıfsal olduğunu görebiliriz.
Sinema salonlarında gösterilen filmlerin önemli çoğunluğunun yüksek bütçeli yapımlar olduğu gerçeği de başka bir etken. Bu nedenle özellikle bağımsız filmler, seyircisiyle buluşmakta oldukça zorlanıyor. Başka Sinema gibi girişimler çok daha uygun bilet fiyatları ve geniş yelpazedeki film seçkisini 21 şehre ulaştırsa da geriye gezici festivaller dışında bu imkândan mahrum 60 il kalıyor. En son Brad Pitt’in başrolünde olduğu Ad Astra filmini izlediğimiz yönetmen James Gray, geçen sene Deadline’a verdiği röportajda şöyle diyor: “Herkesin Elia Suleiman’ın tüm filmlerini izlemesini isterim ama bu pek adil değil. Tuscon’da (yarım milyon nüfuslu bir ABD şehri) yaşıyorsam bu filmlerin hiçbirini yakalayamam. Belki bir zaman eyalet başkentinde bir müzede denk gelebilirim ama bunun dışında gerçekçi bir dilek değil.”
Fire Saga örneğinde olduğu gibi komedi filmlerini salonda izlemekle evde izlemek ayrı şeyler. Hiç tanımadığımız yüzlerce insanla aynı anda aynı şakalara gülmek topluluk hissini pekiştiren bir deneyim. Evde ailemiz veya arkadaşlarımızla film izlerken bile tek başımıza olduğumuzdan daha sık ve neşeyle gülüyoruz
Büyük şehirler haricinde sinema salonunda zengin bir film repertuarına ulaşmak mevcut durumda olası olmadığı için bu “eşitleyici” argümanını daha fazla desteklemek mümkün olmuyor. Bu erişim engelini kaldırmada en başarılı kurum ise yine çevrimiçi bir platform olan MUBI oldu. Efe Çakarel’in 2007 yılında kurduğu bu streaming hizmeti, pek çok ülkeden hem tanınan hem acemi yönetmenleri abonelerine ulaştırıyor. Birkaç ay önce ise klasiklerden yeni keşiflere yüzlerce film içeren arşivi Koleksiyon’u izleyicilerine açtı. Paralı üyeliği dışında öğrencilere ücretsiz olan bu platform, pandemiden bağımsız olarak film izleme alışkanlarını değiştirecek kadar cezbedici. Barthes’ın ortaya attığından beri tartışılan “yazarın ölümü” teorisini, filmin nasıl izleneceğine karar veren yönetmen değil, izleyici olacak şekilde yorumlamak tüm bu imkânlarla artık kaçınılmaz.
Ancak filmlerin nereden ve nasıl izlendiği, yalnızca teknik nedenlerinden ötürü tartışılmıyor. Fire Saga örneğinde olduğu gibi komedi filmlerini salonda izlemekle evde izlemek ayrı şeyler. Hiç tanımadığımız yüzlerce insanla aynı anda aynı şakalara gülmek topluluk hissini pekiştiren bir deneyim. Evde ailemiz veya arkadaşlarımızla film izlerken bile tek başımıza olduğumuzdan daha sık ve neşeyle gülüyoruz. Ertesi günlerde referans şakalar ve göndermeler yapıp bu keyfi devam ettiriyoruz.
Özetle film izlemek çoğu zaman sosyalleşmemizin de bir parçası. Evlerimizden çıkıp “yabancılarla” dolu başka kapalı mekânlara gidebilmeye başladığımızda yoğun görsel efektleri ve aksiyon sahnelerini tüm ayrıntılarıyla beyazperdeden izlemenin ötesinde içten kahkahalarla gülmeye ihtiyacımız olacak. Pandemi döneminde geliri iyice düşen sinema sektörünün bol seyirci çeken aksiyon filmleri yerine çoğu zaman daha az gişe yapan komedi filmlerine ne kadar eğileceği ise meçhul.