Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Foto Galeri I Ezberbozan Öykü Karayel
[highlight]Öykü Karayel’in başrolü Gökhan Alkan ile paylaştığı Kalp Atışı, dün yayınlanan 28. bölümüyle son kez ekrandaydı. “Tüm kadronun yolu açık olsun,” derken, biz de diziye ve Eylül’e 5. sayımızda kapağımıza taşıdığımız Öykü Karayel’in samimi röportajıyla veda etmek istedik…[/highlight]
Kuzey Güney‘den Kara Para Aşk‘a, Muhteşem Yüzyıl-Kösem‘den Kalp Atışı‘na… İlgi çekici ve farklı karakterlerle ezberbozan Öykü Karayel konuğumuz. Fotoğraf çekimi için Alengirhane’de buluştuk, sakinliğiyle tanıştık. Kalp Atışı‘nı, kendi başına ayakta duran, dövüşebilen, mesleğini iyi yapan ve dizideki neredeyse tüm erkeklerin âşık olduğu, biraz uyumsuz ama güçlü karakter Eylül’ü konuştuk. Tabii ki sadece Eylül’ü değil… Güzel Şeyler Bizim Tarafta oyunundan bugüne Öykü Karayel’in sahnede, beyazperdede ve ekrandaki tarihini, hedeflerini, sektörü, yaşamını da… Az ve öz konuşan Öykü Karayel, karşınızda…
Röportaj: Özlem Özdemir
Fotoğraflar: Ozan Balta
“Kalp Atışı” ile başlayalım önce. Dizi konusunda daha seçici olduğunuzu düşünüyorum, senaryoyu okuduğunuzda ne düşündünüz?
Güçlü bir kadın karakterin hikâyesi olması fikri beni çok cezbetti, artık televizyonda güçlü kadın az görür olmuştuk çünkü.
Dövüş dersleri, doktorluk halleri… Bunlarla ilgili ön çalışmalar yaptınız sanıyorum. Dövüş sporlarına kişisel ilginiz de var mı?
Bu zamana kadar kişisel ilgim hiç olmamıştı. Ön çalışma olarak aldığım ders de zaten, içinde dövüş sanatlarının unsurlarını barındıran koreografik bir eğitim gibiydi. Doktorluk içinse çekim yaptığımız hastane sağ olsun, bizi diziden önce de biraz misafir etti. Doktorlarla tanıştık. Ameliyatlara girdik. Hazırlık böyle geçti…
Eylül, ayakları yere basan, güçlü, mesleğinde başarılı bir kadın. Bu yüzden de etrafındaki insanları kolayca etkisi altına alabiliyor. Ancak kusurlu bir karakter de değil, duvarları olan ve kendiyle savaşan da bir kadın. Eylül’ü nasıl değerlendirirsiniz, artıları, eksileri nelerdir sizin için?
Dizide herkesin Eylül’e âşık olması konusunda senaristlerimiz pozitif ayrımcılık yapıyor diyebiliriz. Çünkü bu zamana kadar hep adamlara âşık olundu, hep iki, üç kadının arasında kalan erkek karakterleri izledik televizyonda, biraz abartılı da olsa, bu dizide de tek fark o karakter erkek değil kadın. Bunun dışında Eylül, ezberimizi bozan bir antikahraman; aksi, huysuz, sevmekten kaçan, korkaklık eden, fevri davranan, kendinden başka kimseye güvenmeyen, kendi travmalarının acısını başkalarından çıkartan, olgunlaşmamış bir karakter. Aynı zamanda başarılı, zeki, vicdanlı biri. Yani tutarlı, dengeli, yaşayan bir karakter.
Eylül, bu özellikleri nedeniyle mi çok sevildi sizce?
Bana göre tam da bu konuştuğumuz şeyden, yani yaşayan bir karakter olmasından ötürü. Hataları olan, kusursuz olmayan birini görmek, izlerken seyirciyi yabancılaşmaktan alıkoyuyor. Karakterlerle bağ kurmasını kolaylaştırıyor.
Yerli TV ekranında, tek başına yaptıklarıyla güçlü kadın karakterler görmek çok zor. “Kara Para Aşk”ta da “Kalp Atışı”nda da dövüşebilen, mesleği olan, ne istediğini bilen kadınları canlandırdınız. Kadınların ekrana yansıtılma biçimi seçimleriniz için önemli diyebilir miyiz?
Açıkçası bunu düşünerek hareket etmedim hiç, denk geldi. Genelde ilk önemli şey senaryo oluyor benim için. Farklı işlerde olmak istiyorum hep. O yüzden görmeye alışık olmadığımız karakterler de ilgimi çekiyor.
Güçlü kadın karakterlerden söz etmişken yabancı ya da yerli ekranda en sevdiğiniz kadın karakterleri soralım, yaşayan ve güçlü kadınlar olabilir…
Penny Dreadful‘da Eva Green’in oynadığı Vannessa Ives karakteri çok güçlü ve oynanası bir rol. Aynı şekilde Frances McDormand’ın oynadığı Olive Kitteridge de öyle.
Yerli TV ekranında birbirine çok benzeyen işler yapılabiliyor. Bu anlamda bir tür sıkışması ya da özgünlük sorunu yaşıyoruz. Edebiyat ve yazın hayatı kuvvetli bir ülkede sizin yorumunuz ne olur bu duruma dair?
Çok üzücü. Bu bir arz talep meselesi, fakat maalesef televizyon dünyası bu meselenin doğru orantılı olduğunu unutup talep böyle diyerek sıyrılıyor bazen işin içinden. Ya da değiştirip dönüştürmek zor geliyor. İşin içine politik, ekonomik, bizim bilemediğimiz bir yığın faktör de girince çok sınırlı, çok sansürlü birkaç hikâyeye mahkûm oluyoruz ister istemez.
Yerli dizi sektörünün sorunları malum… Uzun süreler, reyting sorunları… Nasıl görüyorsunuz TV’nin yakın geleceğini?
Televizyon, şu an geldiği yerden daha kötü olamaz. O yüzden umutsuz değilim. Bir şeyler değişip gelişecek mecburen artık. Çünkü uygulanan matematik yavaş yavaş işlememeye başladı. Bir işin tutmasını sağlayan dinamikleri tespit etmek imkânsız hale geldi. O yüzden bu tespitlerle uğraşmak yerine özgün işler yapıp bu işlerin seyircideki yansımasına bakma vakti geldi bana göre.
Dijital platformları ve yapılan işleri takip ediyor musunuz? Bir umut olabilir mi özgün işler yapmak isteyen oyuncular, senaristler için?
Berkun Oya’nın Masum‘u ve Onur Ünlü’nün Görünen Adam‘ını keyifle takip ettim. Ve en sonunda “Oh,” dedim açıkçası. Hem yönetmen hem oyuncu hem de senaristler için umut vaat ediyor tabii ki, bahsettiğim matematiklerin, sınırlamaların olmadığı bir ortamda özgürce bir şeyler üretebilmek…
Sizi pek çok insan gibi “Güzel Şeyler Bizim Tarafta” oyununda izlemiştim ilk olarak, gerçekten sağlam bir metindi ve çok etkilenmiştim performansınızdan. Pek çok şeyin başlangıcı denilebilir herhalde kişisel tarihiniz için bu oyuna? Nasıl başladı, nasıl gelişti oyunculuk?
Konservatuvarda Berkun Oya’nın kurduğu Krek’in iki oyunu, Bayrak ve Hop Gitti Kafa‘yı izleyip hayran kalmıştık. Hem metin hem de yarattığı yeni tiyatro dili, beni ve dönemimdeki tiyatroyla ilgili herkesi etkilemişti. Son sınıfta, yeni oyun için seçme yapacağını duyduk. Seçmelere katıldım ben de. Ve oldu. Çok büyük mutluluktu benim için.
“Katil Joe”da da izledik sizi, kült polisiye oyunlardan olduğu gibi, oldukça sert bir metin. Tiyatroda seçimlerinizi yaparken en çok neye dikkat ediyorsunuz?
Katil Joe, benim için bir istisnaydı. Metinden önce benim için önemli olan şey, hocam Mehmet Birkiye ile okuldan sonra profesyonel bir iş yapmak, yıllardır oyunlarını izlediğim Engin Hepileri ve sınıf arkadaşım Taner’le bir oyunda oynamaktı. Katil Joe‘nun duygusal tarafı daha ağır basıyordu benim için. Ama genelde tiyatro metninde aradığım ve gönlümden geçen şeyler, özgün ve bizden olması. Ve hayata ya da insana dair bir derdi olması.
Gözde Kural’ın “Koz” filminde yer aldınız. Afganistan’da çekilen bu filme dair anılarınızı, düşüncelerinizi alalım.
Afganistan başlı başına bir röportaj konusu. Anlatmakla bitmeyen askerlik anıları gibi düşünün. Ömrüm boyunca anlatabilirim. Kısaca şöyle söyleyeyim; filmden bağımsız, çok zor bir şeyi başardık, bu yüzden gurur duyuyorum orada beraber çalıştığım bütün arkadaşlarımla, en başta da Gözde ile. Başardığı şeyi düşününce hâlâ inanamıyorum. Afganistan’da devam eden savaş, biz oradayken başlayan süreçle öyle bir hal aldı ki daha uzunca yıllar, bizim çektiğimiz gibi, bütün sahneleri gerçekten Afganistan’da geçen bir film çekilemeyecek gibi geliyor bana.
Pelin Esmer ve Barış Bıçakçı’nın yazdığı “İşe Yarar Bir Şey”i biraz anlatmanızı istesek. Çekim sürecini, metni…
Pelin Esmer’le, 11’e 10 Kala‘yı izlediğimden beri çok çalışmak istiyordum. Şans. Beraber çalışma fırsatım oldu sonunda. Başak Köklükaya, Yiğit Özşener, Ayşenil Şamlıoğlu gibi çok iyi oyuncularla oynadım. Beş hafta kadar sürdü çekimlerimiz. Sonunda hayatı sorgulatan bir yol ve bir mecburiyet hikâyesi. Türk sinemasında son zamanlarda izlediğim filmlerden, senaryosu, hikâyesi bakımından ayrı bir yerde duruyor benim için, umarım izleyenler de öyle düşünür.
Mesleki olarak hedeflediğiniz neler var önümüzdeki dönemde, mutlak içinde olmalıyım dediğiniz projeler ya da birlikte çalışmak istediğiniz insanlar anlamında?
Gönlümden geçen, bağımsız filmlerde kendimi zorlayabileceğim farklı rollerde oynamak.
Pek çok iyi işte yer almanıza rağmen çok az röportaj veriyorsunuz, bu bir tercih anladığım kadarıyla. Oyuncu-medya ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kendimi anlatmak sıkıyor beni. Çok röportaj sevmememin sebebi bu. İnsan kendini anlatırken yüzde 100 objektif olamaz, hepimizin yanılgıları var. Benimle ilgili röportaj istendiğinde, röportajı beni tanıyan başka biriyle yapmalılar gibi geliyor bana. Böyle bir şeyin çok mümkün olmadığını biliyorum tabii, hissiyatımı anlatmak için söylüyorum. Bir oyuncu olarak medyayla ilişkim bu anlamda kötü. Çünkü insanlar maalesef sadece işimle ilgili değil, özel hayatımla ve kişiliğimle ilgili de birçok şeyi merak ediyor. Bu kısmı biraz anlamsız geliyor bana ama yine de kendime çizdiğim sınırlar içinde elimden geleni yapıyorum.
Yabancı dizileri takip ediyor musunuz, özellikle takip ettiğiniz bir tür/janr var mı?
Evet, çok yabancı dizi izliyorum. Genelde dramaları takip ediyorum ama arada fantastik, bilimkurgu türleri de ilgimi çekiyor.
Mutlaka izlenmeli dediğiniz diziler var mı son dönemde yapılan?
Çok yeni sayılmazlar ama The Knick, The Nigth Of, Fargo, Olive Kitteridge… Bunlar bu zamana kadar izlediğim, beni en çok doyuran diziler oldu.
Hangi projede ismi varsa konusuna bakmadan izlemeye başlarım dediğiniz yönetmen/senarist/oyuncuları sorsak…
Wes Anderson ne çekse izliyorum ve hep sonra ne yapacak merak ediyorum. Bir de Sam Mendes öyle. Cate Blanchett’a ve Viola Davis’e oynadıkları her şeyde hayran kalıyorum. Erkeklerden de Mark Ruffalo, Gael García Bernal, bir de yenilerden Riz Ahmed var. Daha çok var ama bunlar ilk aklıma gelenler.
Son zamanlarda “Mutlaka okunmalı,” dediğiniz ve ısrarla önerdiğiniz kitaplar, filmler, oyunlar nelerdir?
Genelde fantastik roman sevmem ama son okuduğum kitap, Locke Lamora’nın Yalanları‘ydı. Çok keyif alarak okudum. Fantastik hikâyenin dışında hayata dair güzel cümleleri olan bir kitap, o yüzden okunmaya değer. En son, Pulp Fiction‘ı tekrar izledim. Oyun oynamaya bayılıyorum. Playstation, VR, PC ve yeni Nintendo’da bir sürü oyun oynuyorum. Son oynadığım oyun VR’da SuperHot.
Çocukluğunuzdan beri yurtdışına seyahat ediyormuşsunuz, en son hangi şehirleri gördünüz? Favori şehirlerinizi alsak ve o şehirlerin sizin için neden diğerlerinden daha önemli olduğunu?
Yazın başında Barcelona’ya gittim. Daha önce görmemiştim. Çok eğlenceli bir şehirmiş. Ama benim favori şehrim, Londra. Orada gezinirken İngiliz edebiyatının sevdiğim bütün karakterleri canlanıyor kafamda. O hissini seviyorum.
Uzun çalışma saatleriniz olduğunu biliyorum ama belki dizi yapmadığınız dönemler için cevaplayabilirsiniz, neler yapıyorsunuz, mutlaka zaman ayırdığınız şeyler nedir? Ve bir dizide çalışmaya başlayınca bu tempo nasıl değişiyor?
Düşünüyorum da benim hiç rutinim yok. Ben zaten programsız yaşayan biriyim maalesef, hiçbir şeye zamanım yok gibi gelir bana, çalışmıyorken de. Bir türlü programlayamam hayatımı, o yüzden aynı güne bin tane iş sığdıran insanlara çok özeniyorum. Ama set hayatı daha programlı yapıyor beni ve haftada tek gün repo var, mecbur kalınca ben de tek güne bin tane iş sığdırabiliyormuşum, onu görüyorum.
2 Yorum
ben bu sayıyı alamadım bu sayıya ulaşma ihtimalim var mı?
Elbette, https://dukkan.mylosyayingrubu.com/episode/episode-dergi-sayi-5/ buradan edinebilirsiniz.