George Romero: Her Canlıya Ölümü Tattırmayan Adam
Korku sinemasında yeni bir sayfa açan, düşük bütçelerle bile muhteşem filmler yapılabileceğini gösteren, ilham kaynağı olan olağanüstü yönetmenlerden biriydi George Romero. Ölüm var oldukça ve her canlı ölümü mutlaka tadacağına göre, onun bıraktığı zombi mirası da yaşamaya devam edecek. Çünkü adı üzerinde; yaşayan ölüler, ölmez…
Zincirlikuyu Mezarlığı’nı seviyorum. Dedem, anneannem ve diğer akrabalarım orada yatıyor. Zaman zaman onları ziyarete giderim. Oradayken hayatta oldukları zamanı, birlikte geçirdiğimiz anları düşünürüm. Kendi ölümlülüğüm de aklıma gelir haliyle. Ne zaman, nasıl öleceğimizi bilmiyoruz tabii ama mezarlıklar bu konuda fikir jimnastiği yapmamıza olanak sağlıyor. Her yer ölülerle dolu olduğu için belki, yaşama daha sıkı sarılmamıza da vesile oluyordur bu yerler. Bir yandan da yaşayan yerler tabii mezarlıklar. Zincirlikuyu özelinde ifade edersem, ziyaretçisi çok mesela. Sonra çalışanlar var. Bir de trafikten kurtulmak için mezarlığı kısa yol olarak kullanan şoförler var. Onları da unutmamak lazım.
Ölen birine sorsak da anlatsa…
Mezarlığın girişinde, “Her canlı ölümü tadacaktır” yazar. Aslında bu ifadenin hiçbir ilginç tarafı yok. Bir gün, er ya da geç hepimiz öleceğiz. Biliyoruz… İnsanız… Doğuyoruz, büyüyoruz, şanslıysak yaşlanıyoruz ve sonra da ölüyoruz. Yani bu cümle, durum tespitinden başka bir şey değil. Bu ifadede takıldığım, tatmak sözcüğü. Ölümün tadılacak nesi var? Güzel bir şey mi? Kötü bir şey mi? Ölmek bir his mi? Kokusu mu var? Öldün mesela, ölümü tattığını nasıl anlıyorsun? Ölen birine sorsak da anlatsa diye düşünmemek elde değil.
Ölümü tatmak…
Her canlı ölümü tadıyor da asıl tadanlar biziz. Yani yaşamaya devam edenler. Ölümü haberlerde duyuyoruz, gazetelerde okuyoruz. Sosyal medyada katliam videoları seyrediyoruz. Yakınlarımız ölüyor. Arkadaşlarımız ölüyor. Arkadaşlarımızın tanıdıkları, yakınları ölüyor. Ölümü tatmadığımız bir gün bile yok. Kendimden örnek vereyim: Yıllarca savaş bölgelerinde habercilik yaptım. Gözümün önünde dövülerek, parçalanarak, kafalarına tek kurşun sıkılarak ölenler, öldürülenler oldu. Bir saniye önce canlı olan insanlar, gözünü kırptığın anda, bir bakmışsın et yığınına dönmüş.
2001’de Afganistan’ın başkenti Kabil’de, şehri terk edemeyen bir grup Taliban ve El Kaide militanı, bir parkta Kuzey İttifakı askerleri tarafından kıstırılmıştı. Dört kişiydiler. Ağaçların arkasında, parktan geçen sulama kanalının içine mevzilenmişlerdi. Kaçma olasılıkları yoktu. Kurşunları biter bitmez yakalanacaklardı. Nitekim de öyle oldu. Kurşunları bitti. Biri, askerlere doğru koştu -muhtemelen kendini patlatacaktı- ama indirdiler onu. Diğer ikisi, saklandıkları yerden çıktı. Elleri havada teslim olmaya geliyorlardı. Askerler onları da vurdu. Dördüncü adamı sona sakladılar. Ona diz çöktürdüler. Askerler, benden çekim yapmamı istedi. Kabul etmedim. Sinirlenen asker bana vurdu önce, sonra bir tane de yerde diz çökmüş, “ölümü tatmaya hazır” olduğu her halinden belli olan militana geçirdi. Bir el silah sesi duydum. Bir saniye önce bana bakan o militan artık yerde, hareketsiz yatıyordu.
Sevdiklerimin ölümüne de tanıklık ettim. Babamın son nefesini verişini izledim, gözümü kırpmadan. Onu eve getirmiştik artık. Salona yatırmıştık. Kendinde değildi bir haftadır. 40 kilonun da altına düşmüştü 1.90’lık adam. Gözlerini bile kırpamayacak kadar güçsüzdü. Konuşamıyordu. Yanakları çökmüştü. Zayıflıktan yuvalarından fırlamış gözlerini tek bir noktaya dikmişti. Nöbetleşe başında bekliyorduk; kardeşim, ben ve babamın sevgilisi. O anın geldiğini, yanlış hatırlamıyorsam kardeşim fark etmişti. Babamın yanında toplandık. O son nefes nedir gözümle gördüm, kulağımla duydum. Aylardır akciğer kanseriyle savaşıyordu. Kazanamayacağı bir savaş olduğunu anlayamadan “ölümü tatmıştı.”
Yaşayan Ölülerin Gecesi’yle başladı ve…
George Romero da evinde, yatağında öldü. Öldüğü anda, en sevdiği film The Quiet Man‘in müziklerini dinliyordu.
Orada da mezarlık var. John Wayne, Maureen O’Hara ile mezarlıkta öpüşüyor mesela. Ölürken ailesi yanı başındaydı. O da akciğer kanseriydi. O da her canlı gibi, sonunda “ölümü tattı.”
George Romero, Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki yazıyı hiç gördü mü bilmiyorum ama bilseydi, mutlaka filmlerinden birinde konu ederdi. Tam onluk bir cümle çünkü. Ama Romero, yazıyla kavga ederdi muhtemelen. Çünkü onun filmlerinde ölüler hep yaşıyor ve ölüler biz yaşayanlara, hayatımızda yanlış giden şeylere karşı önlem almamız gerektiğini anlatıyor.
Romero, 1940 yılında New York’ta doğdu. Babası Kübalı, annesi Litvanya asıllı bir Amerikalıydı. Film çekmeye başlamadan önce reklam sektöründe çalıştı. Kendi hayatı, bağımsız sinema ve korku sinemasının seyri, 4 Nisan 1968 gecesi değişti.
Romero, arabasının bagajında Et Yiyenlerin Gecesi adını verdiği, reklamcılıktan kazanıp biriktirdiği paralar ve eş, dost, aile ve iş arkadaşlarından aldığı 100 bin dolar borçla çektiği filmin 14 kopyasıyla, Pittsburgh’dan New York’a gidiyordu. Filmi yapımcılara gösterecekti. Ertesi günkü bütün görüşmeleri berbat geçti. Filmini kimse istemedi ama o vazgeçmedi. Arkadaşlarının önerisiyle sanat filmlerine (ne demekse?) odaklanan bir yapım şirketi buldu. Tanıtımını kendi üstlendi.
1968’in Kasım ayı geldiğinde, filminin 14 kopyası 14 sinemada gösterime girdi. Filmin adı değişmişti. Night of the Living Dead/Yaşayan Ölülerin Gecesi, eleştirmenler tarafından yerden yere vuruldu ama izleyiciler büyülenmişti.
Film, zombilerin saldırısı sonucunda bir çiftlik evinde mahsur kalanların hayatta kalma mücadelesini, siyah bir başrol oyuncusu üzerinden anlatıyordu. Vietnam Savaşı’na, ırkçılığa göndermeleri vardı. Yaşayan Ölülerin Gecesi, vahşet dolu bir korku filmiydi ama aynı zamanda müthiş bir sosyal hicivdi. Zaten devamı da geldi. Romero, 1978’de Dawn of the Dead/Ölülerin Şafağı filmini çekti.
Zombiler yine her yeri basmış, bir grup insansa onlardan korunmak için bir alışveriş merkezine sığınmıştı. Romero, bu kez kapitalist toplumların tüketim çılgınlığını hicvediyordu: Bizler yani yaşayanlar, dünyayı tüketiyoruz; zombiler de bizi.
Onun mirası hep bizimle kalacak
Romero, korku sinemasında yeni bir sayfa açtı. Bugün zombi filmleri ve The Walking Dead gibi dizileri izliyorsak onun sayesinde. Gerçi o, The Walking Dead‘i pek sevmezdi. Bir röportajında dizi için, “Ara sıra zombi gördüğümüz bir pembe dizi,” ifadesini kullanmıştı.
Romero, düşük bütçelerle bile ne denli muhteşem filmler yapılabileceğini de göstererek bağımsız sinemacılara ilham kaynağı oldu. Romero etkisinin görülmediği bir zombi filmi seyredemezsiniz. Buna emin olabilirsiniz.
George Romero, zombileri üzerimize salmaya devam etti. 1985’te Day of the Dead, 2005’te Land of the Dead, 2007’de Diary of the Dead, 2009’da Survival of the Dead; sinemalara kan, dehşet, bağırsak, yarım beyinler, kopmuş uzuvlar getirdi. Yeni nesil yönetmenler onun eski filmlerini yeniden çekti.
Romero sayesinde zombi olgusu, siyasi kültürün ve günlük hayatın bir parçası haline geldi. Hamburg’daki G20 Zirvesi’ne karşı yapılan en etkileyici protestolardan biri “Zombi Yürüyüşü”ydü. Kapitalizm, daha güçlü nasıl protesto edilebilir ki?
Ölüm var oldukça ve her canlı ölümü mutlaka tadacağına göre, George Romero’nun bizlere bıraktığı zombi mirası da yaşamaya devam edecek. Çünkü adı üzerinde; yaşayan ölüler, ölmez…