IX. ANKARA BULUŞMASI KLASİKLER HAFTASINA DAİR

 IX. ANKARA BULUŞMASI KLASİKLER HAFTASINA DAİR

Bu “buluşma” lar Ankara’da oldukça meşhur ve ben Ankara’ya taşındığımdan beri sıkı takipçisiyim diyebilirim ☺ Yerli yazarlar, yabancı yazarlar haftalarını hiç kaçırmamaya çalışıyorum, ancak her zaman olduğu gibi bu yıl da sadece üç oyuna gidebildim. Türkiye çapında farklı şehirlerdeki Devlet Tiyatroları’nın Ankara’da elele tutuşması gibi bu “buluşma”lar… Beni çok heyecanlandırıyor, çok mutlu ediyor. Bu yılki buluşmada, bir Bursa DT, bir Adana DT,  bir de İstanbul DT oyununa gitmeyi tercih ettim. Aslında hepsini seyretmek istiyor insan, ama ne mümkün! Vakit yok! Belki bir hafta değil de, 10 gün sürse bu etkinlik, bir ihtimal yetişebiliriz, ama belki de işin güzel tarafı bu… Kendine uygun olanı seç ve git seyret… Bu yıl yazarlardan benim için Tennessee Williams ağır bastı; Bursa DT’den “Sırça Kümes”, Adana DT’den “Arzu Tramvayı” ve İstanbul DT’den Jeffrey Hatcher’ın yazdığı “Bir Picasso” yu seyredebildim. Oyunların detayından bahsetmem gerekirse, işte aşağıda ☺ 

1- Ankara’da Bir Bursa Esintisi : Sırça Kümes

Şinasi Sahnesi’ndeyiz. Ankara’nın en güzel salonlarından biri… “Aşk Tesadüfleri Sever” filminden hatırlarsınız, merdivenlerden inme  sahnesini vs. Salonun büyüsü ayrı,  dekor ayrı güzel… Salona girdiğimde, dekorda yer alan renkli camlar, sade bir masa, bir yatak ve parlayan sırçalar karşıladı beni. Bir de oyunun sonuna doğru ışık gösterisine dönüşen abajur… 

Tennessee Williams’ın Amerika’nın buhran dönemini anlattığı Sırça Kümes adlı oyun, Ankaralılarla işte tam da bu atmosferde buluştu. Ama ne buluşmak! Tam bir pozitiflik, oyuncuların hakimiyeti, mimikleri, özellikle Hatice  Sezer’in gözlerini, yüz hatlarını bu kadar başarılı kullanması; Öykü Esendemir Örük’ün topal kız rolü ve yine mimikleri; Ufuk Şener’in ses tonu, alaysılığı ve son olarak sahnede çok az karşımıza çıkan, ancak bu kısa sürede oyunculuğunu ortaya koyan Cem Hamza Çanakoğlu’ nu keyifle seyrettik. Oyunun usta yönetmeni Şahin Ergüney. İki perde, yaklaşık iki buçuk saat süren oyun aslında metinsel açıdan ağır bir oyun, ancak oyuncular sayesinde bu ağırlık keyifsizliğe dönüşmüyor. Ufuk Şener hem Tom rolünde hem de anlatıcı rolünde. Tekrarlı anlatımı, özellikle kundura fabrikasında işçi olmasını vurgulaması, o dönemin Avrupa’sı ile Amerika’sını karşılaştırması, annesinin her sabah onu uyandırması, annesinin “kalkıyor musun, kaldırayım mı?” diye her sabah işe gitmeden önce onu uyandırmasının taklidini yapmasını; her gece sinemaya gittiği yalanını söylemesi, Amerika’nın buhran dönemini anlatması seyircide merak ve ilgi uyandırıyor. Bir ayakkabı firmasında çalışan bir işçinin geleceğe dair umudu var mıdır? Ya da belki içinde bulunduğu o “an” da? Ayda 65 dolar kazanan bir işçinin, ayakkabı kutularına şiir yazdığı ortaya çıkınca işten kovulmasına şahit oluruz. Böylece, Tom, babası gibi olmak ister, başka yerlere gitmek ister. Annesi babası tarafından terk edilmiştir, annenin tek derdi çocuklarının mutluluğudur; ama hep kendi geçmişinden, onu kimlerin istediğinden bahseder durur. Kocası tarafından terk edildiği için kimsesiz kalmaktan korkar, kızına bir hayat arkadaşı, bir görücü gelmesini ister… Ne kadar güzel ve tatlı bir anlatımı var Hatice Sezer’in.. Hem güldüren bir tarafı var, hem düşündüren, hüzünlendiren bir tarafı var. Ve öyle bir enerjiyle o anneyi canlandırmak, o annenin kendisinde bile bu kadar enerji yoktur ☺ Dönemin kostümlerini giymesi, dönemin telefonuyla konuşması, dergileri pazarlamasını seyretmek oldukça keyifliydi. Tom’un ailesinden kaçarak özgürleşme isteğini çok güzel bir şekilde dile getiriyor Ufuk Şener. 

Sırça koleksiyonu olan ve evin topal kızını oynayan Öykü Esendemir Örük ise mükemmel bukle bukle saçlarıyla, utangaçlığını yansıtmasıyla, sırçalarla konuşmasıyla, eskiden aşık olduğu çocuğun ismini duyduğundaki utançla çok masum ve iyi niyetli bir kız rolündeydi; Öykü Hanım bunu çok güzel bir şekilde oynamış. Bu kızın oyunda adı Laura. Son sahnede Jim’i oynayan Cem Hamza Çanakoğlu ile sırçaların dansı, Jim’in kıza ilan-ı aşk etmesi, sonra bu durumdan vazgeçmesi, ani duygu geçişleri oyunun dinamiklerindendi. Özgüvensiz bir kız çocuğunun hayata tamamen küsmesine neden olan bu olay ve abajurdan yansıyan morlu pembeli ışıklar hayatımızın da iki tarafını gösteriyor. Sevinçten hayalkırıklığına, umuttan hüzne dönüşen hayatımızın bir yansımasıydı adeta. Topal ayağı yüzünden kimsenin onu istemediğini düşünse de aslında özgüvensizliği nedeniyle insanlardan kaçıyor. Sırçalarla bir dünya yaratıyor, bu dünyada değil de orada  yaşıyor gibi adeta ve elbette babasının gramafonuyla…

Kullanılan projeksiyon cihazının dekorla uyumu oldukça hoş görünüyordu sahnede. Burada buhran dönemine ait görüntüler, kabare sahneleri, caz geceleri, Amerikan popüler dergileri yansıtılıyor. Oyunun başarılı dekor tasarımını Murat Gülmez; dönemin kostümlerini yansıtmayı başaran kostüm tasarımını Esra Selah üstleniyor. Işık tasarımına ise Yüksel Aymaz imza atıyor. Oyunun dramaturgu ise başarılı bir karakter-oyuncu eşleştirmesi gerçekleştirmiş, metne oldukça hakim. 

Eğer oyun, oyun metnindeki gibi durağan gitseydi, oyuncular kendi özgün anlatımlarını kullanamasalar ve rollerini derinleştiremeselerdi, bu sadece metnin sahnelenmesi olurdu; ancak burada bir yaratıcılık var, bambaşka bir oyunculuk ve oyun var. Sahne bütünlüğü var. Daha çok anlatmak isterim, ancak Ankara buluşmasına dair iki oyundan daha söz edeceğim ☺ 

Özetle, Ankara buluşmasının ilk akşamında seyrettiğim Sırça Kümes’i çok beğendim. Bursa DT’nin, oyuncuların, yönetmenin ve arka plandaki herkesin emeğine sağlık. Daha çok turneye gitsin, daha çok seyirciye ulaşsın dileğiyle ☺ 

2- Adana DT’den Güçlü bir  “Arzu Tramvayı”

Ankara yabancı yazarlar buluşmasının üçüncü gününde, Küçük Tiyatro’dayım. Adana DT’den Arzu Tramvayı’nı seyredeceğim. Yoğun bir dekor var. Bir sokak görüntüsü, evin içi ve üst kattaki komşunun evine giden merdivenler… Evin içinde yemek masası, yatak ve içkilerle dolu olan bir dolap ve nostaljik bir buzdolabı. Fırat Demirağ’ın yönettiği oyunda, Blanche’ı Gözde Korbek; Stella Kowalski’yi Yeliz Tekman; Stanley Kowalski’yi ise Mazlum Taşkıran canlandırıyor. Oyunun müzik düzenini ise Berna Uğurlar yapıyor.  

Kadına şiddet haberlerini her gün, her an aldığımız şu son yıllarda Arzu Tramvayı’nı seyretmek, bir kadın olarak toplumdaki yerinin erkekler tarafından belirlendiğini bilmek, hatta kaderinin dersek daha doğru olur, kadınların çaresizliğine ortak olmak, onların sesi olmak dönemindeyken (elbette biraz ataerkil bir bakış açısıyla yazılmış olsa da) bugün bu oyun kadının erkek baskısı altında kimliğini unuttuğu toplumları da eleştiriyor. Blanche, kardeşi Stella’yı hiç de istemeyerek ziyaret eder ve burada hem Stella’nın hem kocasının baskılarına maruz kalır: Blanche’ın histerik hareketleri olduğunu söyler, sürekli suçlar, elbette ki Blanche da kardeşini küçümsemektedir; ancak kardeşini saplandığı bu bataklıktan, dayak yediği, şiddet gördüğü evden de kurtarmak istemek için çırpınmaktadır. Blanche’ın histerik hareketlerini, sinir bozucu gülümsemelerini, kendisinin toplum baskısı yüzünden sürekli saf ve bakire olduğunun altını çizmesi, yaşına rağmen genç görünmesi, bir erkekle dışarı çıkacağı  zaman hep akşam saatlerini tercih etmesi ve bunun da sebebinin yaşlılığını gizleme isteği olması gibi.. Stella’nın kocası, Stanley ile baldızı Blanche arasında evde iktidar mücadelesi oldukça belirgin bir şekilde karşımıza çıkar. İzlediğimiz oyunda da bu çok açıktır. Stanley, Blanche’ın geçmişini araştırır, Stella’ya anlatır; kendisinin geçmişini açıklamasına fırsat bile verilmeden yargı dağıtılmış olur ve erkek iktidarının kurbanı olur Blanche… 

Bir yandan hamile Stella kocasından şiddet gören ancak her seferinde bu şiddeti akşam yataklarında mutlu sona ulaştıran barışmalar, öpüşmeler, koklaşmalar ve en sonunda doğum yapacağı akşam ablası Blanche’ın ırzına geçildiği bir akşam… 

Bütün bu karmaşık hikayenin yoğun, yorucu ve hatta pes dedirtecek çok olayı var. İçimizde, her gün duyduğumuz olayları teatral bir biçimde seyrediyoruz sadece. Belki toplumsal bir mesaj içeriyor, belki eleştiriyor, nasıl yorumlamak isterseniz… Ama şu var ki, şiddetin şiddeti doğurduğunu görüyoruz: ne kendine yapılanı ne de başkasına yapılanı görmezden geliyor toplum,ben, sen , o… Yeni bir başlangıç yapmak istiyor Blanche, geçmişini bırakarak… Arkasından söylenmeyen laf kalmayan o yere dönmemek isteyerek… Ne var ki geçmişiyle yüzleştiriyorlar onu.   

İşlevsel bir dekor kullanılıyor oyunda, Williams’ın belirttiği gibi. Tuvalet kapısına asılan süs, ışığı loşlaştırmak amacıyla lamba için kırmızı bir örtü, Stella’nın tuvalet masası, bitmeyen alkol şişeleri, yalnızlığı temsil eden, çaresizliği gösteren bu şişeler… Blanche’ın kürkleri, gelinlik kostümü, evi ikiye bölen eski bir perde hepsi oyunun ruhunu yansıtıyor. 

İlk perdede biraz daha durağan olan oyun, ikinci perdede hareketleniyor: Stanley daha vahşi, daha da kabalaşıyorken, Blanche daha da çaresizleşiyor, travma yaşıyor hatırlatılanlarla. Anılarına gidiyor, işte orada siyahi bir hizmetçi tutup evdeki cesedi temizlemesi gerektiğini hatırlıyor. Kadın kendi içinde de bir hiyerarşi yaratıyor: siyahi kadın, işçi kadın toplumun en alt katmanında. 

Blanche’ı oynayan Gözde Korbek bütün benliğini sahneye koyuyor: sanki Blanche’ın değil, bütün ezilen kadınların çaresizliğini, kafa karışıklığını, nereye gideceğini bilememesini anlatıyor bizlere. Erkek egemen toplumda kadını deli olarak göstererek onu hiçe saymalarını anlatıyor bize başarılı bir şekilde. Müzikler, danslar, deli gibi gösterilmesi, geçmişi hatırlatıldığında bambaşka biri olup çıkmasını, karakter geçişini çok iyi veriyor Gözde Korbek. Özellikle o son sahnede, Blanche’ı bütün makyaj, süs, gösterişli kıyafetlerden arındırarak, saçlarını tamamen yıkayıp, saçını bozarak, görsel geçişi sağlayıp oyunu bitirerek oldukça başarılı bir son hazırlıyor. Özellikle saç yıkanması ve önceki saçın bozulmasını çok takdir ettim, bunu bir perukla da geçiştirebilirlerdi, ancak çok doğal ve çok sade, güzel bir sunumla başarmış diyebilirim. Son sahnede, artık üstüne başına dikkat edemeyecek kadar hayattan koparılmış Blanche, mavi döpiyesinin içinde yine kaderini bekliyor çaresizce… Korkmuş, sindirilmiş bir kadın görüyoruz, başarılı bir oyunculukla. Ablasının akıl hastanesine gitmesine engel olamayan, ekonomik özgürlüğü olmayan bir Stella var, ataerkil sisteme o da boyun eğmek zorunda bırakılmış…

Gür sesiyle Stanley, karısı Stella’yı dövüyor, arkadaşlarına kötü davranıyor. Ancak bu alışılmış düzende kimse rahatını bozmak istemiyor. “Arada bir olan” şeyler yüzünden “tatsızlık” olmasını istemiyor kimse… Naif ama bu naifliğin altında çaresizliğini gizleyen Stella’yı oynayan Yeliz Tekman ve Stanley rolündeki Mazlum Taşkıran  oldukça başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Komşu kadın rolünde Birsu Metin’i de ayrıca tebrik etmek istiyorum.

Hem kendi toplumumuzun hem de dönemin Amerika’sının toplumunda kadına yönelik şiddeti, kadının ötekileştirilmesini içeren bu oyunu oldukça başarılı buldum. 

Bu oyunla beraber, bu hafta, iki Tennessee Williams izlemiş oldum, iyi ki de öyle yapmışım. Bursa DT ve Adana DT’nin farklı oyunları, farklı yorumları, başarılı performanslarıyla doğru bir tercih yapmışım diyorum. 

Blanche, Laura, Stella ve nicelerini görüyoruz iki oyunda, çaresiz, ataerkil toplumda erkekler tarafından kaderinin çizilmesini bekleyen kadınlar Amerikan buhran dönemine ait iki oyun… Umarım daha çok turneye giderler ve bu başarılı oyunları herkesin seyretme fırsatı olur.

3-İstanbul DT’den “Bir Picasso”

Benim için son gün, Devlet Tiyatroları Macunköy Yerleşkesi’nde Stüdyo Sahnede Jeffrey Hatcher’ın Bir Picasso oyununu seyredeceğiz. Başarılı ve son dönemlere adını kazımış bir yazar Hatcher. “Dr.Jekyll İle Bay Hyde” oyunundan tanıyoruz kendisini. Bu sefer ünlü kübik ressam Picasso’nun Paris’te nazi işgali altında sorgulanmasına doğru gidiyor yolculuğumuz…Dönemin Almanya kültür bakanlığı sorumlusu Bayan Fischer ile Picasso arasında geçen felsefi, politik, kültürel, sanatsal bir sohbet sarmalının içine giriyoruz. Yaklaşık bir saat yirmi dakika sürüyor oyun. Hiçbir anını kaçırmak istemezcesine, sürükleyici bir şekilde ilerliyor. Turan Güney’in yönettiği “Bir Picasso” da Picasso rolünü Ahmet Burak Bacınoğlu ve Fischer rolünü Sinem Şahin Budak üstleniyor. Işık tasarımı yine Yüksel Aymaz’dan, oyunun dekorları Behlüldane Tor tarafından tasarlanmış. 

Nazi döneminin Paris’inde bir sanat deposuna getirilen Picasso ve Fischer’in sohbetiyle beraberiz. Öncelikle, elbette bir depo için dağınık olması güzel, ama sahne biraz daha işlevsel ve daha az kalabalık olabilirdi diye düşünüyorum. Tabloların değeri, önemi göz ardı ediliyor sanki, orada yanılmıyorsam bir Chagall vardı, belki ön plana çıkarılsa ne güzel olurdu dedim. Çok fazla heykel vardı, ama oyunun bütünlüğünü bozan bir yapıda değildi. 

Kendisinden “Bir Picasso” eseri istendiğini ve Picasso’nun bu şartla sanat deposundan ayrılabileceğini söylüyor Fischer. Burada Picasso’nun ve elbete ki Picasso’yu canlandıran Ahmet Burak Bacınoğlu’nun kelime oyunlarını ve dehasını kullanması, özellikle de oyunun sonunda işin içinden çıkması tam da Picassovari bir hareket. Kendisine hayran bir kadını baştan çıkarmayı çok iyi bilen Picasso, bu konuda da dehasına güveniyor ve kadını manipüle edebiliyor. 

Bu oyunla ilgili çok detay vermek yerine sadece şunu söyleyebilirim; oyun boyunca döneme dair sohbetten, Picasso’nun dehasından, Guernica’dan veya çocukken çizdiği tabloyu anlatmasından sıkılmıyorsanız, oyun tam size göre. 

Daha çok kitlelere ulaşması ve Picasso’nun önemini bu şekilde gösterebilmesi dileğiyle.   

Ece Yassıtepe Ayyıldız

Ece Yassıtepe Ayyıldız, 1988 Kadıköy, İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı & Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümleri mezunu. Dostlar Tiyatrosu’nda Genco Erkal’ın yönetmen yardımcısı olarak 2009-2012 yılları arasında çalıştı. Yüksek lisans (2014) ve doktorasını (2019) Ankara Üniversitesi bünyesinde tamamladı. Ankara Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında 2012 yılından beri çalışmakta. AICT-Uluslararası Tiyatro Eleştirmenler Birliği tarafından verilen genç eleştirmenler seminerine İstanbul, Limoges ve Yaş’ta katıldı. Tiyatro eleştirileri online platformlarda, bloglarda, dergilerde yayımlanmakta.

Related post