Kadın Kahramanın Yolculuğu
Hayatın her alanında kadınlık-erkeklik gibi ikiliklerde bulunan sınırların muhatabı olmak insanın -zaten sınırlı- potansiyeline yapılan büyük bir haksızlık.
Karşılaştığım ilk günden beri, bizden önceki kuşakların çoktan halletmiş olmasını tercih ettiğim bu cinsiyetçilik sorunu, problemin ürettiği popülerlik ve bu popülerlikten kimliklenmek, empatiden ve neşeden yoksun tuhaf konumlamalar dünyasında dünyayı cinsiyetlere ayırmak, bunlar karşısındaki seçilmemiş edilgenliğimiz… Yok “kadın olduğum için gurur duymak”, yok “erkek olarak onur duymak”, her ikisi için de suçluluk hissetmek, birinin diğerine üstün gelişi, şiddet, öfke, körlük, çözüm mücadelesinde nefrette birleşmek…
Atalarımızın bazı zaafları nedeniyle bize bıraktığı, kaç kuşaktır öde öde bitiremediğimiz, şikâyetinden de gizli bir haz aldığımız koca bir borç gibi. Kendi payıma düşeni paylaşarak ortak borcumuzdan düşülmesini talep eden bir temenniyle başlıyorum.
Bir karakterin sırf kadın olduğu için önce mağduriyet harcına batırılarak sevdirildiği, trajedilerinin tepe noktasında, ümitler tükenmişken bir erkeğin hayatına girişiyle kurtarılış hikâyesinin ekonomik olarak sürekli dengesiz bir dönem ve sektörde, rekabetler ve pişmanlıklar sonunda başrol oynayabilecek düzeye geldiği için bir nebze rahatlayan, sonunda iki satır okumaya vakit ayırabildiği için daha sakin, daha fit ve tutkulu, yine de hep reyting kaygılı, tercihen açık tenli bir kadın oyuncu tarafından anlatılmasına “kadın hikayesi” adının verilişinden ve hikâyelerin bile cinsiyetlendirilmesinden çok gizli ve derin bir rahatsızlık duyuyorum.
“Kadın hikâyesi şemsiyesi” altında eril kendini aklar, şüpheli duyarlığıyla bir dokunulmazlık elde eder, biz kadınlar da “hikâyelerimiz bu sefer kimlere hizmet ediyor” diye merak eder, saflıkla izleriz. Ya da kadının baş nesne olarak kolayca harcanabilir, kullanıp atılabilir oluşunun genellikle kadının hikâyedeki varlığına erkek kahraman özelliklerini desteklemek için ihtiyaç duyulmasının ve günün sonunda kahramanın cinsiyetinin hep erkek oluşunun nedenlerini sorgularız. Sadece hikâyelerde kalabalıklaştığımızdan emin, iyi hikâyeler sayesinde umudu seçebilen biri olarak soruyorum:
Bu kaçınılmaz dönüşüm için tüm tanımların ötesinde, hep birlikte ne için, ne ile direnmeliyiz?
Hikâyelerin kadın aracılığıyla anlatılması neden istisna sayılıyor? Karşılaştığımız istisnalarda, kadın karakterler neden olağanüstü güçlü olmak zorunda? Seyircinin güçlü kadın karakterle bağ kurabilmesi için, biz hikâye anlatıcıları olarak hangi yanlış yollara sapıyoruz? Neden özellikle güçlü kadını diğer kadınlardan üstün kılıyoruz?
Her işinden övgüyle söz ettiğimiz yerli-yabancı pek çok hikâye anlatıcısının çok önemsediği, senaryo yazma tekniğini herkes için oldukça detaylı ve anlaşılır kılan Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabını aldım. Senaryo yazımına büyük katkılar sağlayan, iyi bir hikâyenin üstüne kurulduğu şablonları öneren, gerçekçi karakter yaratımında büyük destek sağlayan, sözün kısası yazan herkese başucu kitabı yazmış Campbell. Kahramanın sonsuz yolculuğu, genç bir adamın maceraya çıktığı, (genç bir adamın) zorluklarla sınandığı, (genç bir adamın) büyük bir savaşa cesaretle girip zafer kazandığı, (genç bir adamın) değişip dönüştüğü bir sürecin senaryoya dönüşmesini sağlayan bir rehber… (Genç bir adamla?)
Hikâye anlatıcılığına gönül veren pek çok kayıp ruha rehberlik eden Campbell, kitabın “Kadın Kahramanın Yolculuğu” bölümünde senaristlere kabaca şu adımları öneriyor:
1. Kadınsılıktan ayrılış , 2. Erkekle özdeşleşme , 3. Yanılsatıcı başarı hikâyesi, 4. Güçlü kadınlar hayır diyebilir , 5. Tanrıçayla karşılaşma, 6. Kadınsılıkla yeniden bağlantı kurma arzusu , 7. Anne-kız çocuk bölünmesini giderme , 8. İçindeki iyi kalpli erkeği bulma, 9. İkiliğin ötesi.
Kahramanımızın kadın olduğu bir film ya da dizi yazmak istediğimizde yolculuğa çıkabilmemiz için kahramanımızı kadınlığından vazgeçirmemiz, erkek mentorla karşılaştırmamız, yakınlarındaki iyi kalpli erkeği bulmasını sağlamamız gerekecek öyle mi? Bu eril beyanların cılız ışığında bir kadının kahraman olmasını beklemek haksızlıktır. Şahsen bu dilin ve şablonun kullanıldığı bir yerde kahramanımın bir an bile durmaması ve hikâyesinin orada canlanmaması için elimden geleni yaparım.
Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’na göre kadın kahraman aslında bildiğimiz erkek kahramanın içine yerleştirilmiş bir dişi görevinde. Kahraman bir kadın da olsa genellikle kadına, erkek kahraman nitelikleri veriliyor. Üstelik “modern kadın kahramanın yolculuğu” geleneksel kadınsı değerlerin reddinin önerisiyle başlıyor. Zayıflık, hassasiyet, duygusallık ve bağımlılık gibi haller kadınsı ve negatif olarak tanımlanıyor. Kahraman, bu kadınsı zayıflıkların üstesinden gelmek için akıl, cesaret, tahammül gibi erkeksi güçlerle tanışıyor, bir erkeğin yardımıyla kendini tanıyor ve kadınsı zayıflıklarının üstesinden böyle gelip kahramanlaşıyor…
Bu dil bizi yaralar.
Ders kitaplarımızı, yazma şablonlarını değiştirmeden bu eril şartlar ve yönlendirmelerle nasıl gerçek bir kadın hikâyesi yazacağız , oynayacağız ve kime izleteceğiz? Bir kadının hayatını bir erkeğin gözünden, tüm kadınsı özelliklerinin aşağılanması ve erkeksi özellikleriyle güçlenerek var olması şablonunu nasıl yıkacağız? Önce bunu meselemiz yapmak gerekir.
Kadınlığımızın televizyondan öğrendiğimiz kısmını sorgulamalıyız. Önce mesleki rehberlerimizin dilini sorgulamalıyız. Dile şüpheyle yaklaşmalıyız. Üslubu sorgulamalıyız. Bunda kararlı kalmalıyız.
Mağdur kadının erkekleşerek güçlenip kahraman olduğu; özgür ruhlu, kurallara karşı, cesur kadınların filmlerde korkunç olaylarla cezalandırıldığı bu dünyayı küçük düşürmeliyiz.
Ömrü boyunca bu tavırla sabırla mücadele eden Ursula K. Le Guin, Yazma Üzerine Sohbetler kitabında, “Eski bir dille yeni bir toplum kurulamaz,” der.
Dilin tekrar yapılanması, kavgayı bırakıp kararlılıkla, bitmeyen bir inançla hep birlikte yeniyi aramak gerekir. Ursula K. Le Guin’in yaptığı gibi bir zarfın peşine düşmek bazen ölüm kalım meselesidir.
“… Ama sonra on sekizinci yüzyılda eril şahıs zamiri ‘he’nin dişil şahıs zamiri ‘she’yi de kapsadığı kuralını icat ettiler. Daha önce İngilizcede böyle bir şey yoktu. Shakespeare cinsiyeti belli olmayan bir üçüncü tekil şahıstan bahsederken ‘onlar’(they) kelimesini kullanıyordu. Konuşma dilinde hepimiz aynı şeyi yapıyoruz, hep öyle yaptık. Bunu İngiliz edebiyatına geri kazandırmak kadın hareketine düştü. Eğer eril şahıs zamiri dişil şahıs zamirini kapsıyor ama dişi olan erili kapsamıyorsa burada önemli bir beyanda bulunuluyor demektir, muazzam toplumsal ve ahlaki içerimleri olan bir beyan.”
Guin, herkese meseleyi derinden kavramayı öneriyor. Ruhları cinsiyetlerle sınırlamadan beynimizde yeni anlayışlı kıvrımlar yaratıyor ve yeni sorular sormamızı sağlıyor:
“Sanırım bu bazı açılardan kaba ve basit bir gerçeğe, kadının hamile kaldığı, bir çocuğu karnında taşıdığı ve doğurduğu gerçeğine dayanıyor. Kadınlar erkeklerin yapamadığı bu muazzam doğal eylemi gerçekleştirebiliyor. O halde meselenin ne kadarı erkeklerin telafi çabası? Birçok insan davranışının ne kadarı erkeklerin telafi çabası, ÜRETİCİ GÜCÜN TEK GERÇEK GÜÇ OLDUĞUNU İDDİA ETMENİN ve DİĞER BÜTÜN GÜÇ YA DA BECERİLERİ ONDAN AŞAĞI GÖRMENİN ne kadarı bundan kaynaklanıyor, hayatımızın büyük bir kısmında aslında bununla karşı karşıya kalıyoruz.”
Üretici gücün tek gerçek güç olduğunu iddia etmenin… Üretici gücün tek gerçek güç olduğunu iddia etmenin… İddia etmenin…
Güçlü kadınlar yazmayı, oynamayı ve izlemeyi seviyoruz. Ancak pek çoğumuz hayallerimizde bile gücü erille tanımladığımızdan habersiz, kahraman kadınları fiziksel hüner, hırs ve akılcılıkla kısıtlıyoruz. Güçlü olmaya, gücü tarif etmek için sıkça başvurduğumuz “vahşi kadın arketipi” klişesini terk ederek başlayabiliriz. Hayatta kalmak için illa kurtlarla koşmak zorunda değiliz.
“Kadınların içgüdüsel doğasını temsil eden dişi, benliğin tutkulu, duygusal, atılgan yanını temsil eder,” diyen Campbell’a yine Ursula K. Le Guin’i kuşanarak direnebiliriz:
“Kadının bilgisini kültleştirmeye, içgüdüsel olanla, doğayla , karanlıkla ilişkilendirmeye direnmeliyiz çünkü bu kadınların daha ilkel olduğu yolundaki maskülinist fikri güçlendirir.”
İçimizde, gücün tanımı yeniden yaparak daha doğru bir hayat yaşamaya heveslenip oyunu daha doğru oynayabiliriz.
Ödevlerimizi reddemeyiz. Güç, önce iyilikte sürekliliktir. İyilik emek ister. Biz bu iyiliği hak ediyoruz. Biz emek verilmeye değeriz. Dünya emek verilmeye değer. Cinsiyetçi bir durumu, cinsiyetçi olmamaya çalışarak aktarmaktan da azad, derdimden emin, içimde ince telaş, şüphesiz umutlar ve bir ufak kederle o kurnadan bu kurnaya sürekli tekrarlıyorum:
“Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız . Devrim olabilirsiniz ancak.”