Kahraman – ‘Force Majeure’
Dilimize “Turist” ismiyle çevrilen, İsveçli yönetmen Ruben Östlund imzalı Force Majeure filmi vizyona girdiğinde yakalayamadığım için üzülmüştüm. Filmi GAİN’de izleme imkânım olduğunda gerçekten memnun oldum. Benim açımdan dijital platformlar özgün içeriklerinden ziyade sinemada ya da festivallerde yakalayamadığımız filmleri seyirciyle buluşturduğunda gerçekten anlamlı oluyor. Öncelikle “Turist” adlandırmasının yakışıksız olduğunu düşünerek özgün ismiyle anacağım filmi neden merak ettiğimi açıklayayım. İskandinav Sineması zaman zaman karanlık, puslu, iç sıkıcı yapımların önüne geçerek tüm dünyada duyulan, enteresan işlere imza atıyor. Bu noktada ismini anmadan geçemeyeceğim Joachim Trier filmlerine bakmanızı tavsiye ederim. Ülkemizde çok uzun süre Başka Sinema’da gösterilen Dünyanın En Kötü İnsanı dışındaki işlerinin de kesinlikle hakkını vermek gerekiyor. Östlund’a dönecek olursak, Kare (The Square) filmini hatırlarsınız. Bu film, sanat düşkünü zenginlerin sanat eserlerine neden ilgi duyduğunu haykırarak, şiddetle anlatan güçlü bir işti. Neyse ki sinemada yakalayabildiğim film, beni yalnızca izlerken değil, her üstüne düşündüğümde, bir yerlerde konuştuğumda etkilemeye devam etti. Dolayısıyla Force Majeure’u da izlemeliydim, aynı etkileyicilikle karşılaştığımı söyleyemeyeceğim ama öyle bir zamanda izlemiş oldum ki üstüne uzun uzun düşünecek bir konuyla karşı karşıya kaldım.
Neden ‘Force Majeure’?
Yabancı filmlerin isimleri çevrilirken kimi zaman iyi oturan (Çölde Çay– The Sheltering Sky) kimi zamansa filmin ismini söylemeyi kolaylaştıran (Sil Baştan–Eternal Sunshine of the Spotless Mind) adlandırmalar yapılıyor. Ancak “Turist”, bana kalırsa hem alakasız hem de komik durmuş. Zira Force Majeure’un doğrudan çevirisi “Mücbir Sebep” ki bu isim kullanılsaymış oldukça yerinde olurmuş. Zorlayıcı, zorlayan anlamına gelen mücbir; filmin içeriğine iyi oturuyor bana kalırsa. İsim meselesini bir yana bırakacak olursak bu filmin neden beni düşündürdüğüne değinmek istiyorum.
Filmi izlemediyseniz bile çeşitli film sitelerinin paylaşımlarından çığ düşme sahnesiyle hatırlarsınız. Bir aile masada yemek yerken onlara doğru bir çığ yaklaşıyor. Önce çığın kontrollü düşürüldüğünü varsayarak video çekmeye başlıyorlar ancak ardından panik oluyorlar. Bu sırada baba, eşyalarını alıp apar topar kaçıyor. Anneyse çocukları korumaya çalışarak restoranda kalıyor. Eğer çığ gerçekten üzerlerine düşmüş olsaydı muhtemelen anne de çocuklar da altında kalacaktı. Bu olay, kayağa gelen ailenin gergin bir sürece girmesine sebep oluyor. Kahramanlık yapması beklenen babanın korkup kaçması eşi tarafından sorgulanmaya başlamasını da beraberinde getiriyor. İşin içine hikâyeyi arkadaşlarına farklı biçimlerde anlatmalarının girmesiyle gerginlik gittikçe tırmanıyor. Nihayet film, iki erkek karakteri zorla kahraman haline getirmeye çalışıyor. Buradaki amaç seyircinin durumun farkında olmasından faydalanarak dalga geçmeye devam etmek de olabilir. Kare’den tanıdığımız yönetmen güçlü görünenle dalga geçmeyi seven biri olduğuna göre bana kalırsa bu ihtimal yüksek. Filmin devasa kar görüntülerinden, kurgusundan, hikâyenin akışından vs. söz etmeyeceğim. Beni düşündüren başka bir şey oldu.
Kahramanı Beklemek
Bir kurtarıcı, kahraman beklemek düşündüğümden daha evrensel bir meseleymiş, onu anladım. Ben kahraman seviciliğinin kültürel bir şey olduğunu düşünüyordum. Filmi yaşadığımız deprem sürecinde izlemiş olmak kahramanlık meselesine ilişkin düşünmeme sebep oldu. Bu süreçte gördük ki bizi kurtaracak kimse yok, bir kahraman yok, güçlü kollarıyla çekip alacak baba figürü yok. Bunu zorunda kalarak fark etmiş olduk. Yine de böylesi bir durumda yarattığımız bir kahraman oldu; halk. Meğer kahramanlar içimizdeymiş, bizmişiz. Kendi kendimizi kurtarmaya çalıştık, kendi kahramanlarımız olduk. Belki bundan sonrası için de bir kahraman beklemeyi bırakarak kendi kendimizi kurtarmanın bir yolunu ararız. Zira işaret edilenler bizim kahramanımız değil.