Killing Eve’e Veda Ederken: Havva’ya Uzanan Eller Kırılsın!
Bu yazı, Episode Dergi’nin Mart 2022 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Aşk nedir? Nasıl bir duygudur? Kimler âşık olur? Aşk nelere kadirdir? Nereye kadar aşkın peşinden gider insan? Tarih boyunca sayısız kere sayılamayacak kadar kişi tarafından yanıtlanmayan çalışılan bu sorulara Fleabag dizisinden tanıdığımız son dönemlerin parlayan yıldızı Phoebe Waller-Bridge de yaratıcısı olduğu Killing Eve üzerinden bakıyor.
Tiyatro kökenli bir senarist-oyun yazarı ve oyuncu olan Waller-Bridge, 2010’ların başında çeşitli dizilerde küçük roller aldıktan sonra ilk büyük çıkışını kendi yazdığı ve oynadığı Fleabag adlı tiyatro oyunuyla yaptı. Edinburgh Fringe Festivali’nde ilk gösterimini yapan oyun büyük sükse yarattı ve 2019 yılına kadar kapalı gişe oynadı. Waller-Bridge’in dünya çapındaki ünü ise Fleabag’in Amazon’da bir mini dizi olarak 2016’da yayınlanmasıyla geldi. Yine 2016’da senaryosunu yazıp başrolünde oynadığı Crashing dizisi de Netflix üzerinden uluslararası seyirciye ulaştı. 2018’deyse bir İngiliz casus ile peşinde olduğu uluslararası kiralık katil arasındaki sıradışı aşkı anlatan BBC dizisi Killing Eve geldi. Yaratıcısı ve ilk sezonun başyazarı olan Waller-Bridge, ilk başlarda Eve veya Villanelle karakterlerinden birini oynamayı düşünse de iki karakter arasındaki yaş farkını daha yüksek tutmak için bundan vazgeçti. İlk üç sezonuyla kendisine sadık bir izleyici kitlesi oluşturan dizinin dördüncü ve son sezonu şubat ayının sonunda başladı.
İki ana karakterden diziye adını veren Eve ile başlayalım. İlk bakışta şapşik ve sarsak orta yaşlı sıradan biriymiş gibi dursa da Eve’i takıntı derecesinde inatçı, zeki ve sezgileri güçlü bir kadın olarak tarif edebiliriz. Mutlu bir evliliği ve mutlu olmadığı bir işi olan (MI5’da çalışır) Eve’in hayatı genel olarak basit ve bir nebze sıkıcı. Casusların dünyasına daha gerçekçi bir taraftan bakan Len Deighton ve John Le Carré’nin romanlarında istihbaratçıları masa başı işi yapan ve monoton hayatlar yaşayan memurlar olarak resmeder. Eve de bürokratik çarklarda yoğrulan o memurlardan biri. Ta ki, dünyanın dört bir yanında güçlü ve önemli isimlerin spektaküler şekillerde öldürülmesinin ardında tek bir kişinin -bir kadının- olduğu fikrini ortaya atana kadar…
Burada Villanelle sahneye giriyor. 20’li yaşlarının başında son derece güzel ve çekici, insanları öldürme konusunda eşsiz bir yeteneğe sahip, psikopatlık düzeyinde empati yetisinden yoksun ama aynı zamanda fevri ve gösterişli bir kadın Villanelle. Şımarık bir prensesle psikopat bir seri katilin karışımı… Paris’te küçük bir apartmanda yaşıyor, bağlı olduğu gizli örgütün verdiği suikast görevlerini seve seve tamamlıyor, suikastlardan kazandığı parayla da kendisine güzel ve şık kıyafetler alıyor. Dünyadaki tek duygusal bağı, patronu ve aynı zamanda bir tür baba figürü olan Konstantin. Ta ki, kendisini yakalamaya çalışan küçük ve gizli bir ekibin başındaki Eve hayatına girene kadar…
Eve’in kovaladığı, Villanelle’in kaçtığı mücadele bir tür aşk ve baştan çıkarma oyununa dönüşüyor. Eve, Villanelle’de kendisinin sahip olmadığı olağanüstü bir zekâ ve radikal bir özgürlük imzası görüyor. Villanelle ise Eve’de dünyadaki yalnızlığına karşı bir sığınak, anlaşılma ve takdir edilme vaadi yani bir tür anne-sevgili figürü görüyor. Bu iki kadın arasında cereyan eden ölümcül ve cilveli zekâ oyununda karşılıklı saygının ötesine geçen bir erotik arzu ve aşk ortaya çıkıyor. Ve bu aşk, önüne çıkan her şeyi ve herkesi yıkıp geçiyor.
Geçen sene gösterime giren 25. James Bond filmi No Time to Die filminin senaryo ekibine eklenen Phoebe Waller-Bridge’in işe alınmasındaki temel referanslarından birinin Killing Eve dizisi olması tesadüf değil. Casusluk-aksiyon filmlerindeki klişeleri bol keseden kullanan dizi, aynı zamanda bu klişelerle oynama, onları dönüştürme ve tersyüz etme konusunda bir hayli başarılı. En başta, maskülen normların ve erkeklerin domine ettiği casusiye türünün ortasına lezbiyen bir aşk hikâyesini koyuyor. Villanelle ise Bond’un dizideki bir temsilcisi gibi bir izlenim verirken bir yandan da Bond kültünü tersyüz ediyor. Bond gibi Villanelle de dünyayı dolaşıyor, pahalı kıyafetler giyiyor, kadın erkek demeden gözüne kestirdiği herkesi baştan çıkarabiliyor, insanları fütursuzca öldürüyor, deşifre olmaktan çekinmiyor, uzun uzadıya plan yapmaktansa doğaçlamayla hayatını idame, mesleğini icra ediyor. Kısacası bütün dünyayı ve içindekileri kendine hak gören Villanelle, yenilmez ve çekici bir ölüm makinesi gibi çalışıyor. Bond’un temsil ettiği ideal erkek figüründe doğallaşarak gizlenen psikopati ve narsisizm Villanelle’de bariz hale geliyor.
Eve ise bizi casusların, suikastçilerin, uluslararası gizli örgütlerin tehlikeli dünyasına sokan karakter. İçine sığamadığı hayatından bir kaçış olarak gördüğü Villanelle’i yakalamaya çalışırken etrafındaki insanlar ölmeye ve hayatı altüst olmaya başlıyor. Fakat Eve vazgeçmiyor, hatta en yakındakileri çiğneyerek Villanelle’e uğraşma çabasını daha da arttırıyor. Bu yolda yürürken içinde gizlenen karanlık taraf da ortaya çıkmaya başlıyor. En yakın dostlarına, kocasına ve hatta işine ihanet etmekten geri durmuyor. Düşmanını arzulayan Eve’in casusluk işini de yasak aşkı için bir paravan olarak kullanıp kullanmadığını insan merak etmeden duramıyor.
Killing Eve’i casusluk-aksiyon ile kara komedinin muazzam bir karışımı olarak tarif etmek mümkün. Ama dizinin en güçlü tarafı karakterlerin derinliği ve zaman içinde geçirdikleri dönüşümün titizlikle işlenmesi. İşgal ettikleri pozisyonların ve içinde bulundukları durumların ciddiyetini aşarak şablon tiplerin ötesine geçen karakterler, aynı zamanda diziyi absürtlüğün ve komedinin alanına çekiyor. Pek çok eleştirmen ve akademisyen tarafından istihbarat dünyasının burlesk bir yorumu olarak tanımlanan James Bond ile bu anlamda benzeşen Killing Eve’in farkı ise Bond dünyasındaki seri üretim tiplerin aksine bu klişeleri kıran karakter özelliklerine ciddi bir yatırım yapması. Eve rolündeki Sandra Oh ve özellikle Villanelle rolündeki Jodie Comer’ın karakterlerine katkıları çok büyük.
İlk üç sezonu geride bırakırken dizi ilk sezona kıyasla tanınmaz hale geldi. Eve’in göreceli sıradan hayatı çok gerilerde kaldı. En yakın arkadaşlar öldü ve/veya uzaklaştı, evler-aileler dağıldı, güven duygusu ortadan kayboldu. Tabii bunlar casusların dünyasına girmenin doğal sonuçları. Ama insan izlediği dizilerde asgari düzeyde bir devamlılık da istiyor, aksi durumda diziye yabancılaşabiliyor. Devamlılık haddinden fazla olunca bu sefer de boğmaya, sıkmaya başlıyor, Eve’e olduğu gibi, herkese olacağı gibi. Bu yüzden 4. sezonuyla beraber Killing Eve’i sanki tadında bitiriyoruz gibi.