Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Kıssastory: Hikâye Anlatımı ve Diziler Üzerine
Hakan Atalay’ın Kıssastory yazısı Episode’un 23. sayısında yayımlanmıştır
“Özel sürücüsü olan motosiklet kaldırıma yanaşır ve durur. Esas adam, sürücünün arkasındaki yüksek koltuğundan iner ve köşe başındaki küçük bir büfeye girer. Büfeci oldukça küçük ekran bir televizyonda (sanırım otuz yedi ekran) futbol (Amerikan futbolu) izliyordur. Esas adam, ‘Merhaba, bir sigara alabilir miyim, ha bir de bu (çakmak)?’ der ve parayı uzatır. Büfeci, sigarayı verir, parayı alır ve bunları yaparken gözü ekranda. Esas adam çıkarken büfecinin hipnotize olmuşçasına izlediği futbol maçını da fırsat bilerek sol tarafında asılı duran pillerden alır yani çalar ve çıkar. Sonra gidip kaldırımdaki bir çöp kutusuna atar, motoruna binip gider.’’ Ve Bölüm sonu, film (dizi) biter.
Şimdi bu sahnenin ne önemi var ki? Evet, ne var?
O adamın (pili çalan) bir medya patronunun oğlu olduğunu biliyorsanız, daha birkaç bölüm önce babasını milyar dolarlık şirketinin yönetim kurulu başkanlığı koltuğundan indirmeye çalıştığını da biliyorsanız, kokain bağımlısı olduğunu ve bir gece, hiç olmayacak bir yerde, kız kardeşinin düğününde kokain bulmaya giderken arabayla bir nehire uçtuğunu, kendisinin arabadan ve nehirden sağ çıkıp yan koltuktaki genç garsonu kurtarmakla ilgilenmeyip o olay hiç yaşanmamış gibi davrandığını da biliyorsanız ve babasının bu kazayı esas adama karşı bir koz olarak kullandığını ve esas adamın yeniden bu büyük medya şirketinde babasının kanatlarının altında, babasını devirdikten sonra hayalini kurduğu internet yayıncılığı şirketini lağvettiğini ve artık sadece büyük patron ne derse onu yaptığını, kendi hayallerinden ve fikirlerinden ve kişiliğinden vazgeçtiğini biliyorsanız evet, bu sahne, bu yetmiş bir saniyelik, dokuz planda çekilmiş bu sahne, on iki bölüm sonra size hikâyenin özünün ne olduğunu anlatan bir mağara resmine dönüşüveriyor. Hani şu altmış beş bin yıl önce İspanya’da yapılan ilk resimlerden birine, bize kim olduğumuzu anlatan. Televizyon sayesinde pili çalan adam bir medya şirketinin temsilcisi olarak bize, gözünü benden ayırma ki bütün enerjini çalabileyim mi diyor yoksa?
Ve işte yine kayboldum okyanus görmemiş aklımın okyanusunda…
En çok çeşitliliğe ihtiyaç duyulan ve hatta doğası gereği de çeşitliliği içinde barındıran bu sanat, tekdüzeliğin içinde debelenip duruyor
Bütün koca hikâyeler her zaman tek bir söz için anlatılagelmiştir elbette, kıssadan hisse meselesi. Gel gör ki kıssadan hisse silsilesine mecbur bırakılarak yaşadığımız da bir gerçek. Çok gerçek. Bir kıssadan hisse kaç dakika sürer? Hikâyeci hissesini verebilmek/alabilmek için ne kadar uzun bir kıssa anlatabilir?
Dijital ve karasalın hikâyeciliğindeki bu uçurumun müsebbibi kimdir? Elli dokuz saniyede anlatılabilen kıssanın sekiz bin dört yüz saniyede anlatılandan daha mı büyük ya da küçüktür hissesi? Hisseniz ne kadar kudretli ise siz de o kadar kudretli ve her şeyi yapabilir mi olursunuz? -suz, siz?
Hikâye onu anlatanın mı, dinleyenin mi olur sonunda? Herkes iyi bir hikâyesi olsun ister ya da en azından bir parçası olmak onun, hissesine düşeni almak için. Gelgelelim işler sarpa sardı da sardı. En çok çeşitliliğe ihtiyaç duyulan ve hatta doğası gereği de çeşitliliği içinde barındıran bu sanat, tekdüzeliğin içinde debelenip duruyor. İnsanlar kendi dijital mecralarında kendi hikâyelerini “yaratıyor”, sektör kendi dinamiklerinde minimum riskli hikâyeler üretip sanki hissesi ilk kez dile gelmiş gibi bir imaj yaratıyor hikâyesine. Salgınlar oluyor, ekonomiler çöküyor, bir kıta yenilip yutuluyor sıra diğerine geçiyor, bizde hâlâ o eski biçimsiz Bizans şarkısı* çalıyor. Bir dakika, burada bir sorun var deyince de, “N’apalım insanlar bunu istiyor!” deniliyor.
Değer yargılarını kaybetmiş bir toplumun ve onun üreteceği sanatın artık ilkel anlatıdan başka üreteceği bir şey de yoktur.
Değerler çatışması üzerine kurulu bir sanatın değerlerini çalarsanız ve değersizleştirirseniz onu, değer çatışması dediğimiz şeyi vücut vücuda bir çatışmaya çekerseniz kazanılması yüzyıllar sürmüş medeniyeti ellerinizle gömmüş olursunuz. Oluruz, hep beraber. Değer yargılarını kaybetmiş bir toplumun ve onun üreteceği sanatın artık ilkel anlatıdan başka üreteceği bir şey de yoktur. Peki, bu değer yargıları nasıl kaybolur ya da kaybolmuştur?
“Özel sürücüsü olan motosiklet kaldırıma yanaşır ve durur. Esas adam, sürücünün arkasındaki yüksek koltuğundan iner ve köşe başındaki küçük bir büfeye girer. Büfeci oldukça küçük ekran bir televizyonda (sanırım otuz yedi ekran) futbol (Amerikan futbolu) izliyordur. Esas adam, ‘ Merhaba, bir sigara alabilir miyim, ha bir de bu (çakmak)?’ der ve parayı uzatır. Büfeci sigarayı verir, parayı alır ve bunları yaparken gözü ekrandadır. Esas adam çıkarken büfecinin hipnotize olmuşçasına izlediği futbol maçını da fırsat bilerek sol tarafında asılı duran pillerden alır yani çalar ve çıkar. Sonra gidip kaldırımdaki bir çöp kutusuna atar, motoruna binip gider.’’ Ve bölüm sonu, film (dizi) biter. (Succession, 2. Sezon, 2. Bölüm)
Ve Social Dilemma, bütün bu yazının kafa karışıklığının müsebbibidir.
* Sait Faik Abasıyanık, Şimdi Sevişme Vakti şiiri.