Kitap Uyarlamaları Ağırlıklı 2018 Dizi Seçkisi I Didem Tekeli

 Kitap Uyarlamaları Ağırlıklı 2018 Dizi Seçkisi I Didem Tekeli

Bu yıl ağırlıklı olarak kitaplardan uyarlanan dizileri izlemişim. Listeme tüm izlediğim dizileri alamadım, henüz izlemeye fırsat bulamadıklarım da sırada. “Distopik gelişmelere tanıklık ederken başka hayatları görmeye ihtiyacımız var,” diyor, 2018 dizi seçkime geçiyorum…

Listeme bakınca, bu yıl daha çok kitap uyarlamalarını izlediğimi görüyorum. Böylece dünyada ne yazılıyor veya yazılmış, ne okunuyor veya okunmuş, fikrim oldu. Aşağıya eklemediğim ancak izlediğim başka diziler olduğunu söylemeliyim: Vanity Fair, Bodyguard veya çok başarılı Chilling Adventures of Sabrina gibi. Bir o kadar da izlemek istediğim ancak henüz izlemediğim 2018 dizisi var: Maniac, The Looming Tower, Escape at Dannemora gibi. İzleyecek şeylerin birikmesine hiç itirazım yok. Distopik gelişmelere gerçekten tanıklık ederken başka hayatları görmeye, düşünmeye ihtiyacımız var…

Patrick Melrose

Patrick Melrose‘la tanışmak, 2018 yılının en güzel sürprizlerinden biriydi. Patrick’i yaratan kişi, yazar Edward St. Aubyn’i tanımak, kitaplarını okumaksa daha güzel… Patrick Melrose dizisi, 2018 yılında izlediğim ve ileride izleyeceğim diziler için çıtayı belirleyip onu oldukça yükseğe taşıdı. Ele aldığı konu, oyuncusu, yönetmeni ve müzikleriyle tam not verdiğim bir yapım, televizyonu “çöp” olmaktan kurtaran yüz aklarından. Diziye dair fikrimi uzun uzun yazmış olduğumdan daha önce dediklerimi burada tekrarlamayayım istiyorum. Yalnız Benedict, sana söylemek isterim ki herkesin sahip olamayacağı bir yeteneğin var ve doğrusu olgunlaştıkça tadına doyulmaz performanslar sergiliyorsun. O zaman beraber söyleyelim:

Informer

Londra’da yaşayan tatlı, zeki, kendisine ve insani değerlerine karşı dürüst genç bir adamla tanışmak isteyenler için. Raza’yı, ailesini ve hayatını, bu hayatı yerle bir eden düzeni izlemek hem zor hem güzel. Raza çok genç ve öğreneceği bir sürü şey var. O, hayatın zorluklarını bildiğini sanıyordu ancak insanlar çok daha tehlikeli, özensiz, zayıf. Ve ne yazık ki hayatımızın ipleri bizden çok bu insanların elinde. Londra’yı pek görmediğimiz bir gerçekçilikle tasvir eden yapım, baş kahramanları arasında müslüman, koyu tenlilerin olması ve bu karakterleri önyargıları yeniden yaratacak bir dille betimlememesiyle genel anlamda beğenildi. Terörle mücadele, polis, muhbir ve yerel halk arasındaki dinamiklere odaklanan, Londra’yı farklı bir yüzüyle karşımıza getiren diziye genç müzisyenlerin gözüyle bakmak gerekir. Bir örneği buraya bırakıyorum:

The End of the F***ing World

Charles Forsman’ın çizgi romanından uyarlanan dizi, 2017’de yayınlandı. Yalnız benim fikrim değil, genel kanı dizinin oldukça başarılı ve etkileyici olduğu yönünde. 2011-2013 yılları arasında parça parça basılmış çizimlerle okuyucusuyla buluşmuş, beğenilmiş ve daha sonra roman olarak bir araya getirilmiş bir eseri uyarlamak zor iş ancak Charlie Covell çok iyi iş çıkarmış, en az roman kadar naif, etkili diyaloglar yazmış. Romanda iki gencin aklından geçenleri, onların duygularını tek bir karede yer alan sözcük, duruş veya bakışla yakalamak mümkündü. Televizyon uyarlamasının da bu açıdan başarılı olduğunu düşünüyorum. Çekimler, renkler ve genç oyuncuların başarıya katkısı büyük. Dizinin soundtrack’i ise özel ilgiyi hak ediyor. Seçilen müzikler ve orijinal parçalarda imzası olan kişi, Graham Coxon. Onun müziğini hatırlamak, yeniden tatmak keyiflendiriyor. Eğer bu örnek sizi cezbederse hemen tüm soundtrack’i gözden geçirin!

The Kominsky Method

Öncelikle, 65 yaş üzeri, hatta 70+ insanları televizyon ekranında görmek güzel. Bu insanlar arasında Michael Douglas ve Alan Arkin’in olması harika. Kısa sekiz bölüm boyunca kahkahanın yanında yaşlanmak, aile, başarı, sevgi, hayal, arzu, olgunlaşmak vardı. Tüm bunlar yaşlanan bir aktörle menajeri arasındaki dostluk üzerinden anlatılıyor fakat çok derin, enine boyuna bir tartışma beklememek gerek. The Kominsky Method, lezzetli çerez gibi, çıt çıt yeniyor. Kaliteli, köklü, başkasına benzemez tarzda çerezler. Geriye bıraktığı tat güzel, biraz daha olsa yenir…

The Little Drummer Girl

Patrick Melrose gibi, geçmiş yıllarda yaşanan bir öykü daha. Üstelik hemen herkesten övgüler alan Park Chan-wook tarafından yönetildi. Mossad ajanlarının efsanevi Filistinli bir bomba yapımcısı ve ailesini yakalama öyküsü, John le Carré’nin aynı adlı romanından uyarlandı. Bu roman, 1984 tarihli bir Hollywood filmine de ilham kaynağı olmuştu. Diane Keaton ve Klaus Kinski’nin oynadığı filmi merak ettim, diziyi ise neredeyse sadece Florence Pugh ve Alexander Skarsgård için izledim. Florence oldukça yetenekli, “umut vaat eden” bir oyuncu ancak itiraf etmem gerekirse kusursuz fiziği ve anlamlı yüzüyle gözlerim daha çok Alexander üzerindeydi. Zaten pek çok yazıda onun dizinin “şeker”i olduğu eleştirisini okudum. Yapacak bir şey yok; adam yakışıklı, çekici, yetenekli. Dizi, Akropol’ün muazzam atmosferindeki canlı çekimiyle sinema-dizi tarihine geçmiş olabilir. Florence ve Alexander’ın yer aldığı sahneler için özel izin alınıyor, gün batımında ve gece çekimler yapılıyor. Bu sahnelerde Florence’ın karakteri kendi kendine konuşuyordu, böyle bir deneyimden sonra bir daha nasıl âşık olabileceğini soruyordu. Cidden! O sahnelerde sanırım herkes, izleyici dahil, yalnız Akropol ile ilgilendi.

A Very English Scandal

John Preston’ın romanından aynı adla uyarlanmış ve gerçek bir öyküye dayanan yapım, Jeremy Thorpe skandalını öğrenme ve Hugh Grant’ı yeniden görüp değerlendirme isteğime rağmen beni içine alamadı. Ha, skandala dair okumamı sağladı, o ayrı. Dizinin Hugh Grant kadar büyük diğer ismi, Ben Whishaw’du. Nedenini bir çırpıda tanımlayamasam da her iki oyunculuk da beni etkilemeyi başaramadı. Sanki izlediğim her şey bir karikatürdü, gerçek değildi. Dizinin çok iyi eleştiriler aldığını da hatırlatmalıyım. O nedenle izlemekte fayda var…

A Discovery of Witches

Arkası yarın dizi formülünün vampir, cadı, iblis sosuna bulanmış hali. Sos çok tanıdık, hatta yavan. Teresa Palmer ve Matthew Goode arasındaki uyum sayesinde ve çekimlerin güzel renklerine, mekânların çekiciliğine bakarak 1-2 bölüm izlemek mümkün. Yine de Oxford, Fransa, Venedik için bile izlenmesi güç. Dizi, Deborah Harkness’ın, ki kendisi tarihçi, yazdığı romanlara dayanıyor ancak ne romanlar ne de 2. sezon için merak uyandırıyor…

You

Caroline Kepnes’ın romanından uyarlanan You‘yu laf olsun diye izlemeye başlamıştım ama beni tahminimden daha çok etkiledi. Ciddi kişilik bozuklukları olan Joe’nun bazı kadınlarla kurduğu takıntılı ilişkilere tanıklık ediyoruz. Bir kitapçı işleten ve kendisi de kitap kurdu olan Joe’yu Penn Badgley canlandırıyor ve bence oldukça iyi iş çıkarıyor. Diziyi genel anlamda çok başarılı bulmadım; belki senaryo, belki uyarlandığı romandan kaynaklanan “olağanüstü” durumların varlığı, bunun en önemli nedeni. Karşımızda çok becerikli bir adam var ve bazen “Ya bunu bir insan nasıl yapar?” dedim.

House of Cards

Son sezonu izlememek olmaz diye seyrettim. Claire ile yol almaya çalıştım, “Çok erkek, çok maço sistemde kadınlara geçit yok” mesajına sempati duydum ancak sonuçta yapımcıların da en fazla ayıp olmasın diye son sezonu yaptıklarını düşündüm. Bence sorun Frank Underwood’un olmaması değildi. Sorun, koştur koştur tüm kahramanların öyküsüne bir nokta koyma, boşluğu doldurma çabasıydı. Frank demişken, basına göre Kevin Spacey’nin birkaç gün önce yayınladığı garip video, dizinin son sezonundan daha fazla kişi tarafından izlenmiş! Yine de ben Kevin’i özlemedim, zaten etrafta o kadar çok Kevin ve Frank var ki, kalsın…

Didem Tekeli

Uluslararası İlişkiler okudu, sosyal kalkınma üzerine çalıştı. Türkiye'nin sivil toplum örgütlerinde ve onlar için faaliyet gösteren oluşumlarda görev aldı, hâlâ engelli bireyin insan hakları üzerine kafa yoruyor. Yaratıcı yazarlık ve yazma biçimleri konularını anlamaya çalışıyor, kısa öykü yazıyor. Öykülerinden birkaçı NOTOS Edebiyat Dergisi'nde yayımlandı. Kendi kitabının çıkmasını hayal ededursun, dizileri "Nasıl anlatmış?" sorusuyla izlemeye devam ediyor…

Related post