Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Kıyafetler ve Karakterler: Fringe | Erdoğan Eren
Moda yıllardır tartışılan, kimine göre sadece “elit” kesime hitap eden, kalburüstü diye tabir ettiğimiz belirli gelir düzeyinin üzerinde yer alan bir cemiyetin meşgalesi haline gelmiş ya da onlar için yaratılmış bir “türev” endüstri, kimine göreyse sadece kendine yakışanı giymek. Ekranlarda, dergilerde ve çokça kullandığımız sosyal medya mecralarında karşılaştığımız üzere “vücudunu tanımak ve ona göre giyinmek” gibi bir algı da yaratılmış durumda. Oysa giyinmek diye tabir edilen şey aslında yalnızca topluma sunulmak üzere bir ambalajın içine girmek değil, bireylerin kendini ifade etme biçimlerinden biri yani bir iletişim aracı.
Belçikalı ünlü moda tasarımcısı Dries Van Noten, tasarımlarıyla ilgili, “Amaç insanları değiştirmek değil; onlara, kim olduklarını kıyafetlerle anlatabilme fırsatı vermek,” derken tam da bunu kastediyor.
Öte yandan kimileri tarafından hor görülen, popüler kültürü esir eden ve dejenerasyonun etkin kaynaklarından biri olarak algılanan moda esasında doğru uygulanmadığında komik duruma düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğimizi anlatacak kadar dilimize işlemiş durumda. Üstelik bu sadece bizim kültürümüze, dilimize özel de değil.
Bizim, “Bu iş sana iki gömlek büyük” dediğimiz, İngilizcede de aynı şekilde “This is not your strong suit” gibi bir karşılık buluyor. “Sen bu işe uygun değilsin” ya da “bu iş sana uygun değil” demek yerine kişilerin üzerine oturmayan bir kıyafetle metaforik bir anlatım tercih ediyoruz. Dolayısıyla aslında kendimizi nerede ve nasıl gördüğümüz ile gerçekte kim olduğumuz arasındaki fark ne kadar azalıyorsa o üstümüze dar ya da bol gelen gömleklerden de o derece sıyrılıyoruz. Yani modayı bir iletişim aracı olarak görüp sadece vücudumuzu değil kendimizi, aynı zamanda kişiliğimizi kısacası benliğimizi tanımak bunu en doğru renk, tarz ve tasarımlarla çok daha başarılı bir şekilde dışa vurmamıza olanak sağlıyor.
“Fringe” Karakterleri ve Kıyafetleri
İzlediğimiz fim ve dizilerde de kahramanlar kim oldukları, geçmişleri ya da toplumdaki yerleri gibi çeşitli parametrelere bağlı olarak farklı kıyafetlerle izleyici karşısına çıkıyor. Fringe, 2005 sonrasında yayınlanmış en iyi bilimkurgu dizilerinden biri olarak kabul ediliyor ve Star Wars’un son filminin de yönetmenliğini yapmış J.J. Abrams dizinin yönetmen, senarist ve yapımcı koltuğunu paylaşıyor. 2008’de yayına giren ve beş sezon boyunca seyircinin ilgisini kaybetmeden yayın hayatına devam eden Fox’un unutulmaz dizisi, kahramanlarının hikâyesine farklı bakış açılarıyla değiniyor ve bize karakterimizin, kişiliğimizin ya da geçmişimizin giyim tarzımıza ne denli etki ettiği konusunda ciddi örnekler sunuyor.
Fringe; dünya üzerinde açıklanamayan üst düzey bilimsel yöntemlerle işlenen suçları araştıran, Boston şehrinde FBI’a bağlı bir birim olarak “Fringe” (sınırbilim) adı altında faaliyet gösteren bir teşkilatın çözdüğü vakalar sonrasında paralel evrenlerden dünyayı ele geçirme planlarına, dünyanın yok olma tehlikesinden dünya dışı işgale kadar çok daha tehlikeli durumlar karşısında kahramanların başından geçenleri konu alıyor.
Kahramanlarımız hem günümüz dünyasında hem de paralel evrende, ayrı dünyalarda farklı geçmişleri, farklı kişilikleri, farklı hayatları, aynı bedende farklı kıyafetler ve farklı dışavurumlarıyla karşımıza çıkıyor.
John Noble’ın hayat verdiği ve seyircinin gözünde hayranlık uyandıran Walter Bishop karakteri özünde çok da masum olmayan geçmişiyle karşımıza çıkıyor. Öyle ki renksiz, dağınık hatta hayatın neresine tutunduğu belli olmayan haliyle yardıma muhtaç biri olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak o acıma hissi uyandıran tatlılığıyla yaşlı ve çaresiz bir karakter çizen Walter Bishop, gerçek manasıyla aklının bir bölümünü yitirmiş biri için standart bir insanın oldukça üzerinde IQ seviyesiyle onca işin üstesinden geliyor.
Evladını kaybetmek üzere olan bir babanın çaresizliği, aklını bilerek ve isteyerek kaybetmesine yol açacak kadar ileri gitmesine sebep oluyor. Gençliğinin aksine darmadağınık, meczup bir adam görüyoruz karşımızda. Giydiği kıyafetlerin en belirgin özelliği özgüven yansıtmayışı aslında. Kahve-toprak tonlarında pantolonu, üzerine büyük gelen yine kahverengi paltosu, kareli gömleğinin altından görünen beyaz fanilası ya da kalın lastik tabanlı ayakkabıları içinde bulunduğu durumu oldukça güzel anlatıyor.
Elbette John Noble’ın oyunculuğuna şapka çıkarmak gerekiyor ancak o tüylenmiş ekose yün gömleği, grimsi yün hırkası, sabahlığının tekdüzeliği ya da her daim yanlış bağlanmış kemeriyle zaman zaman açık kalan fermuarı ve ahenkten uzak dağınık görüntüsü olmasaydı, aynı başarıdaki oyunculuğun seyirciye aynı tadı vermesi mümkün olmazdı.
Diğer yandan paralel evrende; yıllar evvel çok sevdiği oğlu kaçırılmış ve bambaşka bir dünyaya götürülmüş bir baba, evliliği kısmen tehlike altına girmiş bir eş ve bulunduğu evrende savunma bakanı olarak görevine devam eden bir dâhinin vücut bulduğu tam tersi bir karakterle karşı karşıya kalıyoruz.
Alternatif dünyadaki Walter yani Walternate, bulunduğu evrenin tanrısı gibi görünen, özgüvenin vücut bulmuş hali. Walternate’ı, “hot couture” diyebileceğimiz cinsten, tam üzerine oturan, oldukça şık ve pahalı kıyafetlerle görüyoruz. Gücü ve itibarı temsil eden siyah ya da lacivert koyu renk takım elbiseleriyle parlak kösele ayakkabıları, taranmış bakımlı saçları ve daha da önemlisi güçlü görünebilmenin hakkını veren dik duruşuyla bulunduğu makamı öyle bir dolduruyor ki adeta gücü esir almış bir kişilik olarak çıkıyor seyircinin karşısına.
Kontrolü her daim elinde bulundurmak isteyen ve çocuğunu geri almak için hiçbir şeyden çekinmeyip güç gösterisinden ödün vermeyen Walternate, evinde bile zenginliğin simgesi lacivert saten robdöşambr ile şıklığından vazgeçmezken günümüzün Walter Bishop’u, iş arkadaşı Olivia Dunham’ın evinde çıplak bir halde yemek pişirebiliyor.
Anna Torv’un canlandırdığı Olivia Dunham, hatırlamadığı çocukluğunda fiziksel ve psikolojik yüzlerce deneye maruz kalmış, zarar görmüş, sonrasında evlat edinilmiş, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan ve bunu kendi başına yapmaya çabalayan genç bir FBI yetkilisi olarak tasvir ediliyor. Siyah, maskülen bir takım elbiseyi üniforma edinmiş, kalın hafif topuklu ayakkabı ya da bot tercihiyle ve sürekli taranmış, salık ya da atkuyruğu yaparak kullandığı doğal sarı saçlarıyla kontrolü elinden bırakmak istemeyen bir karakter çiziyor.
Tabii bu sert, güçlü ve her daim düzenli görüntüsü hayatıyla ve kendisiyle ilgili de ipuçları veriyor seyirciye Dunham. Duyguları kısmen bastırılmış, etrafındaki insanlara hatta zaman zaman kendine bile güven sorunu yaşayan, mesleğinin tüm zorluklarına rağmen erkek meslektaşlarıyla aynı görevi paylaşmaktan korkmayan ancak mesleği ve kimliği arasında kalmış, kadınlığını tam olarak benimseyememiş, kafasında hep bir soru işaretiyle karşı karşıya kalan bir FBI ajanı olarak boy gösteriyor.
Hayatta karşılaştığı güçlükler, kötü geçmiş bir çocukluk, güven sorunları ve mesleğinin zorluğu mesafeli bir insan olmaya itiyor Olivia’yı ve o siyah erkeksi takım elbisesiyle karşımıza çıktığı resmi görüntüsünün altındaki güçlü görünme çabası da ruhunun ve hislerinin dışavurumuna başarılı bir örnek sunuyor.
Abiye elbise ve topuklu ayakkabı giydiği zaman yaşadığı rahatsızlığın yanında, aynı esnada beğenilme hazzını fark edip bir erkek karşısında aslında “olduğu gibi” bir kadın gibi hissederken takındığı tavır ve yüz ifadesi çok şey anlatıyor onunla ilgili. Tıpkı paralel evrendeki Olivia’yla yani Fauxliva ile karşılaştığı andaki hor gören, ayıplayan, bazen imrenen hatta zaman zaman kıskanan bakışlarının anlattığı gibi.
Fauxlivia ile Olivia arasındaki en belirgin fark elbette saçları. Olivia’nın mesafeyi koruyan düzgün doğal sarı saçlarının yarattığı etkinin aksine Fauxlivia, alnının üzerine dökülen kâkülleri ve uzun kızıl saçlarıyla daha davetkâr bir portre çiziyor.
Kızıl saçlılar genellikle cesur ve özgüvenli bir karakterde olurken, üzerine bir de alnının üzerine kırpma şeklinde düşen perçemler çekici olmanın çok daha ötesine giden bir bakış açısıyla Fauxlivia’nın içindeki kadını saf haliyle dışarı çıkarıyor. Giydiği modern kesim, beli kapatmayan kısa deri ceketi ve kalçaları geniş gösteren kargo pantolonun altındaki asker postalları da özgüveni doruklarda, güçlü bir kadına işaret ediyor.
Kadın olmanın verdiği çekiciliği kızıl saçlarıyla adeta tamamlayan, özgüvenini ve gücünü kıyafetlerine yansıtan Fauxlivia, duruşu ve yürüyüşüyle de karakteri bir bütün haline getiriyor. Günümüz dünyasındaki Olivia’ya göre çok daha rahat kıyafetler tercih ediyor. Vücudunu sergilemekten çekinmeyen, üstünü saran tişört ve bodylerle kendine inancını taze tutan Fauxlivia’nın paralel evrende daha iyi ve varlıklı bir çocukluk geçirmiş, hırslı ve korkusuz, esprili, iltifattan hoşlanan, tatlı dilli olmakla birlikte yeri geldiğinde sözünü esirgemeyen bir ajan olarak karşımıza çıkması da bu sebeple hiç ama hiç yadırganmıyor.
Dizinin kıyafetleri ve aksesuarlarıyla tuhaf bir görünüm çizmelerine rağmen yadırgamadığımız bir diğer önemli karakteri de “Observer” olarak nitelenen gözcüler. Her iki evrende de görünen gözcüler, aslında kaderin işleyişine şahitlik eden ve önemi olaylar sırasında ortaya çıkan, saçları ve kaşları olmayan, siyah ya da füme takım elbiseli, fedora şapkalı, bond çantalı adamlar. Olaylara müdahil olmaktan ziyade olan biteni gözlemlemekle görevli bu insanüstü yaratıklar giydikleriyle yaptıkları işin de son derece ciddi ve mühim olduğunu anlatıyor seyirciye. Algıları son derece açık, öncesini ve sonrasını şimdide yaşayan ve dolayısıyla geçmişi ve geleceği bilen bu dâhi yaratıkların herhangi bir inisiyatifi de yok.
Bütün gözcülerin aynı şekilde giyinmesi hatta bu kıyafetlerin üniforma algısı yaratması da aslında bu inisiyatifsizlikle alakalı ancak hep aklımıza ilk gelen o armalı, apoletli askeri üniformalar ya da belirli bir iş için tasarlanmış hastane ya da fabrika üniformaları gibi değil. Bildiğimiz tek renk siyah, füme ya da lacivert takım elbiseler. Aslında toplumun bir parçası gibi görünen, dikkat çekmeyen, 17. yüzyılda tohumları atılmış ve modern anlamda ilk kez 1860’larda ortaya çıkıp bu zamana kadar asla eskimemiş bir çizgiye sahip, dünyanın her yerinde de kabul gören, her erkeğin gardırobunda muhakkak bulunan, geçmişin, şimdinin ve geleceğin yani geniş zamanın kıyafeti takım elbiseler.
Kısaca her iki evrende de yer alan ve bütün tuhaf hallerine rağmen kabul gören “Observer”lar yanında, günümüz dünyasında ve alternatif evrendeki halleriyle farklı dışavurumlarla önümüze çıkan karakterler seyircide farklı etkiler yaratıyor. Walter’ın ilgiye muhtaç, samimi ve saf görüntüsüyle Walternate’ın gücü elinde bulunduran zengin ve zalim hali… Olivia’nın başından geçen onca olay sonrasında içine kapanık olması, doğal hali, dürüstlüğü ve mütevazı görüntüsüyle Fauxlivia’nın çoğu zaman küstahlığa kadar uzanan özgüveni ve o serseri görüntüsüyle çizdiği güçlü kadın imajı… Tüm bunlar seyirciye aynı boyutlarda iki elmanın farklı renklerde, farklı tatlarda sunuluyor. Biri kırmızı biri yeşil; biri tatlı, diğeri ekşi…
Karakterlerin kıyafet üzerinden temsili, filmlerde ve dizilerde karşılaştığımız karakterlerin çok ince bir süzgeçten geçirilmesi gerektiğini gösteriyor bizlere. Oyuncuların rolündeki başarısı kadar, rolü gereği giydikleri ve giydiklerinin karaktere ne kadar uygun olduğu da o derece önem arz ediyor.
Belli ki Fringe’in sanat yönetmenleri, Gianni Versace’nin, “İyi bir kıyafet yaratmanın anahtarı kendin olmaktır. Sadece kim olduğuna, giyim tarzın ve yaşama biçiminle neyi ifade etmek istediğine karar ver!” mottosunu hazmetmişler ve karakterleri ayrıntılı şekilde inceleyerek doğru tercihler yapmışlar. Kemerinden kâkülüne, saçından ayakkabısına kadar her türlü ayrıntıya dikkatle çalışarak karakterleri kıyafetleri üzerinden de izleyiciyle buluşturmayı başarmışlar. Yani oyuncuları giydirirken onları yalnızca seyirciye sunulmak üzere bir ambalajın içine sokmak yerine, karakterleri ifade etme biçimlerini muazzam bir iletişim aracı olarak kullanmışlar. Sanat yönetmenliğinin film ya da dizilerde ne denli önemli olduğu konusunda izleyiciyi ikna ettikleri için de büyük bir alkışı hak ediyorlar.