Netflix, The Night Agent’ın 2. Sezonunun Yeni Fragmanını Paylaştı
Kötülüğü Sevmek
Kızılcık Şerbeti dizisinin kurgusal felsefesi, bana göre daha sezonun başında bir yerlerde çökmüştü. Bununla ne demek istiyorum? Bir “kesimlerin karşılaşma öyküsü” olarak başlayan dizi, bu haliyle çok sevilmiş, aynı dönemde aynı izlekle yayına giren diğer dizilerden daha başarılı olmuştu. Örneğin hemen hemen aynı dönemde başlayan Veda Mektubu, karşısında Kızılcık Şerbeti olmasaydı belki dayanabilirdi. Aynı kulvarın enteresan ters köşe dizisi Ömer bile bitti, Kızılcık Şerbeti yeni sezona hazırlandı.
İlk izleyicilerin bir kısmı, konuştuklarımla hemfikir olduğumuz üzere galiba büyük ölçüde kurucu felsefenin çöküşüyle birlikte diziyi bıraktı ama buna karşılık yeni kuşak izler kitle oluştu. Duruma uyanınca sezon finaline giden son üç bölümü izledim, bir anlamda, diziye döndüm. Meraktan… Neyi atladım, bu dizinin izlenirliğini tahmin ederken diye…
Bu sorudan önce, “felsefenin çökmesi”yle ne kastettiğimi açayım: Hani diziler, belli bir tartışma derinliği içermekle pembe dizi kıvamında olmak arasında bir yerlerde salınıyorlar ya… Tartışma derinliğine, yanıtlamanın anlam üretebileceği bir ya da birden fazla soru üretebilme kapasitesi dersek pembe diziyi de klişe olmayan hiçbir unsur içermemek olarak tanımlayabiliriz. Örneğin Yasak Elma, tatlı kitsch diziydi, altı sezon sürdü. Ancak sağlam konulu, içeriği güçlü dizilerin süreceğini ileri sürüp Öyle Bir Geçer Zaman ki, Asmalı Konak ve İkinci Bahar’ı hatırlatanlara cevap niteliğindeki Yasak Elma, bir aksiyon-erkek dizisi olan Arka Sokaklar’ın pembe-kadın dizisi muadiliydi. Bu dizilerin klişeler dışında özel biri sorusu yoktu, olmadı, hiç olmadı.
Kızılcık Şerbeti’nin kulvarıysa Asmalı Konak, İkinci Bahar türü dizilerinkiydi, buradan bence özellikle Alev-Apo aşkıyla çıkılıp pembe dizi kulvarına geçildi ya da tam olarak geçilmediyse bile, gövdesinin yüzde 70’i bu kulvara yerleşti. Bunu ahlakçı gözlerle söylemiyorum. Yapımcılar, dizi jeneriğinde ifade ettikleri üzere, “gerçek hayattan” menşe aldıkları yönünde savunma geliştirseler bile buna gerçek hayatın her zaman kurmacalardan daha abartılı olduğunu söyleyerek itiraz ederim.
Uzatmayalım, Alev’le Apo aşk yaşamaya başlayınca iki ailenin mümkün her ferdi ilişkiye girmiş gibi göründü ki adeta Selin’i kurtarabilmek için yurtdışına gönderdiler… Olmalıydı-olmamalıydı, tartışılır ancak geçkin okurların hatırlayacağı, mümkün her türlü ikili aşk kombinasyonunun yaşandığı Yalan Rüzgârı dizisinin kıvamına geldiği düşüncesiyle izlemeyi bıraktığım dizinin reyting kaybetmemesi, diziyle ilgili daha fazla şey anlamam gerektiğini gösterdi. Kim ya da kimler izliyor bu diziyi?
Ben İzmir’de yaşıyorum ve İzmirli üniversite mezunu kadınlar arasında izlenirliğinin yüksek olduğunu biliyorum. İzlemeyenler bile, iyi-kötü takip ediyor, konuşmalardan anlıyorum. İzmir niye önemli? Kemalizmin ve Kemalist değerlerin sembol kenti olarak değerlendirildiği için. Siyasi derinliği olmayan kesim hafiften “gıybet merakı”na benzer bir motivasyonla izliyor, görebildiğim kadarıyla. “Gıybet merakı” güncel öz-ifşaatlarımızdan biri olduğuna göre Kızılcık Şerbeti’nin kafa dağıtma dizilerinden biri olması da ihtimal dışı sayılmamalı, ki bu saptamayla yine pembe sizi argümanına dönüyoruz. Aslında hem muhafazakârların hem de Kemalistlerin bir tür özsavunma refleksiyle izledikleri, izlemeyi sürdürdükleri de düşünülebilir, bütün bu sözünü ettiğim felsefe tasfiyesine rağmen… Yine de sanki artık “eğlencelik” yanı ağır basıyor. Her şey bir yana, tartışmaya açık ilişki sayısının fazlalığı, herhangi biri üstünde derinleşmenin önünü de kapatıyor ve matematiksel olarak mümkün her türlü ikili kombinasyonun denenmesi, dizinin ciddiyetini zedeliyor.
Nitekim kendi ikinci izleme dönemimde, diziyle ilgili kurabileceğim ilk cümle de yine eğlencelik niteliğini pekiştirecek türden: Ekranların temposu en yüksek dizilerinden biri hiç kuşkusuz Kızılcık Şerbeti… Tempo, aksiyon dizilerini aratmayacak ölçüde yüksek. Zamanın yavaş geçmesi yerli dizilerin en tipik özelliklerinden biriyse -ki bunun 1990’lardaki Güney Amerika dizilerinden öğrenildiğini düşünüyorum- dinamizm de Kızılcık Şerbeti’nin en belirgin niteliği olarak görülebilir. Bir bölümde bakıyorsunuz ilişkiler bitiyor, bir vaka bütün gidişatı alt üst ediyor; bir sonrakinde ondan daha büyük bir olay, bütün raydan çıkanları yoluna çeviriyor. Yaz romantik komedilerinde sıkıştırılmış ve yapay duran bu entrikalar ve minik taklalar, Kızılcık Şerbeti’nde bu dönem şifresiz kanallarda izlediğimiz hemen bütün dizilerden daha başarılı yerleştirilmişti. Bunun yanı sıra senaristler, vicdanları rahatlatmayı önemsiyorlar, adalet yerini buluyor, ağızdan çıkan söz kader bağlıyor. Örneğin Selin’in dini nikâhı, adını bile anmak istemediğimiz kocası, ya da Görkem’in kibri…
Elbette içinde bulunduğumuz kutuplaşmaya ilişkin olma iddiasını taşıyan böyle bir yapım için adalet çok önemli… İyi kötü başardıklarını düşünüyorum. İyi kötü, çünkü adaletin kıyamadığı bir karakter var, aslında bu yazıyı onun için kaleme aldığımı söylemek abartı sayılmaz.
Nilay’ı tartışmadan önce bazı asgarilerde anlaşalım: Günün sonunda izlediğiniz kendiniz ya da size yakın gelendir. Bu, iletişim fakültesi öğrencilerine okulda öğretilir, basında ve medyada da ustalar çaylaklara hatırlatır. İkincisi, bir süredir, ya da birkaç kuşaktır demeli, bir kötü-seviciliğimiz oluştu dizilerde… Dizileri antikahraman götürüyormuş gibi davranıyoruz. Oysa bizim antikahramanlar basbayağı kötücül karakterler… Kötü nedir, tabii onun da tanımını iyi yapmak gerekiyor. Herkesin iyi ve kötü olduğu anlar, hatta birilerinin zararına çalıştığı zamanlar var. Niyetimiz olmasa ve hatta bundan hiç hoşlanmasak bile mızrağımızın ucu birilerinin derilerine batıyor, hayat böyle bir şey… Antikahramanlar, olması gereken şekliyle, en fazla bu batardan rahatsız olmayan karakterler olabilir.
Nilay sempatizanları onu muhtemelen “diğerlerinden kötü olmadığı” gerekçesiyle savunacak, kafasının iyi çalışması, her şeyin dibindeki gerçeği görebilmesi sonucu kendi oyununu oynayan bir küçük fetbaz olduğunu ileri süreceklerdir. Dahası, sınıfsal hıncını travmatik çocukluğuyla meşrulaştırmayı deneyip, “Onunla aynı sınıftan olmadığınız takdirde Nilay’a kötü deyip geçmek kolayınıza gelir,” diye kontratağı da deneyenler çıkacaktır. Kabul etmek gerekir ki Nilay, Türkiye’deki sınıfsal hıncın bedenlenmiş hali gibidir, geri dönen bastırılmışın Türkiye şubesidir ve neoliberal kültürün sıradan lümpen model başarı hikâyesidir çünkü sınıf atlamayı başarmıştır. Üst sınıf kibrini deneyimlediğimiz Görkem ve ailesinde de Nilay hıncını meşrulaştırmanın kaynaklarını bulmamız oldukça kolay olacaktır. Bu hıncın Doğa’ya yansıtılmasının adil olup olmadığını tartışmak yersizdir zira sözkonusu hınç, tıpkı sahibinin deneyimlediği gibi, ezilebilen, altında kalabilen herkese yönelecektir. Benim iddiamsa Nilay’ın haklı gerekçelerinin onun kötü olduğu gerçeğini değiştiremeyeceği… Onu kötü yapan asıl özelliği, başkalarının çektiği acı karşısında duyduğu hakiki haz; yani merhamet yoksunluğu…
Nilay, ortalık karışınca keyiflenir. Kalp kırmaktan zevk alır, birini zora sokabilme fırsatını kaçırmaz ve bunları yaparken de yaptıktan sonra da yaptıktan çok sonra da vicdanı çalışmaz. Nilay, dizinin Mephistopheles’idir. Kötülük ilhamı da verir, bizzat kötülük de yapar, kötülük ihtimalini de en çabuk teşhis eden odur. Bundan hâlâ kuşkusu olan varsa internetten onun Görkem’i ifşa ettiği sahneyi yeniden izleyip ev karıştığında dudağının kenarında bükülen gülüşü izlesin.
Kızılcık Şerbeti bizi kötülükle hesaplaşmaya götüren bir Dr. Faust’tan yoksun elbette… Zaten böyle bir iddiası da yok. Ancak bende, dizinin sınırsız kötüsü Nilay’ın asla ceza görmeyeceğini çünkü kötülüğün kaynağı olduğu duygusunu rahatça uyandırıyor. Soru sahici: Nilay hiç ceza görmeyecek mi?
Belki görür. Ancak göreceği herhangi bir ceza yarattığı tahribatın yanında devede kulak kalacaktır. Otuz yıl önce olsa kolayca dizinin “olumsuz karakteri” olarak tanımlanacak Nilay’a bugün “antikahraman” diyebilmemiz bile geçirdiğimiz değer dönüşümünü gösterirken Nilay’ın uğrayacağı ceza da “ön tekerlek nereye arka tekerlek oraya, zaten kızcağız doğuştan talihsizdi” tipinde yorumlarla değerlendirilebilecek, hatta bunu yapanlar olacaktır. Standart tanımlarıyla antikahraman etik ve ahlaki değerlere ilişmeyen değil, onlarla felsefi bir kavgada bulunan anlatı kişisidir. Nilay değerlerle çatışmıyor, onlardaki yasal boşlukları istismar ediyor ama üzerinde düşünmüyor: Yalın bir pragmatist sadece…
Bir mağduriyet kıyaslaması yapılacaksa aynı şekilde sözlü mevzuatı istismar ederek kendi fırsat alanını azami genişleten Görkem’le kıyaslandığında, varsıllık sıkıntısı yaşamayan Görkem’in kişiliğini ve varlığını hiçe sayan ailesinin içinde özsaygı geliştirememiş olmasını da meşrulaştırabiliriz. Elbette her şeyin para üzerine kurulu olduğu bu dizi ve genel olarak sistemde biz Görkem’i şımarık bir psikopat olarak okuyup geçiyoruz. Ve adalet sağlanmış oluyor: Kötü Görkem cezasını bulurken Nilay seyyal ruhunda bir süre sonra izi bile kalmayacak küçük bir pişmanlıkla tahliye ediliyor.
Nilay ve diğer kötücül karakterlerin bedenlerinde kötülüğe duyulan sempatinin artışında bana göre sorulası sorular var. Bir kurmaca kişisinin olumsuz olması bir şeydir, kötücül olması başka bir şey… Nilay’ın yaptıkları ya da azmettirdikleri küçük , çocuksu çelmeler değil, bilakis insan hayatıyla oynayan, ilişkileri bozan kötülükler oldu. Alev’le Pembe’nin mücadelesine kadar iyi kötü bir masumiyet iddiası koruyan hamleleri, Doğa’nın Pembe’yle geriliminin yükselmesini kolaylaştırdı. Dolaylı da olsa küçük bir bebeği de olan çiftin kopmasında hissesi bulunuyor. Tabii Fatih’in ihanetine Nilay’ı bahane ediyor değilim. Ancak o ihanete giden kopuşta onun entrikalarının hissesi var, bunu söylüyorum. Hatta tam bir hüküm vermek gerekirse Nilay ilk göründüğü günden itibaren fitne üretebileceği hiçbir fırsatı kaçırmadı, ortalığı karıştırmak için her koşulda elinden geleni yaptı ve her türlü kötülük olanağını değerlendirdi.
Mephistopheles gibi, uzun vadeli düşünmeye direndi, kötülüğünün etkisini yanlış öngördü, yanıldı ama asla geri adım atmadı. Yasak savma türünden özür dilediği oldu ama asla sahici bir nedamet getirmedi. Daha çok, “hep benim üstüme geliyorsunuz, hep benim yaptıklarım görünüyor” tipi savunmalar yaparken gördük onu… Yaptığı kötülüklerin yol açtığı zararlara şaşırdığı oldu ama nedameti hemen her seferinde yakalanması halinde görüldü. Mephistopheles’in Gretchen’in annesinin ölümünü “akıl edemediği” gerekçesini anımsatan bir şeyler vardı nedametlerinde…
Peki, Nilay’ın kötücüllüğünü neden hoş görüyoruz? Tahmin kümesinde birkaç gerekçe öne çıkıyor. Öncelikle Nilay’ın trajik çocukluğu yani yoksulluğu ve kimsesizliği onun kendini savunmada biraz hoyrat(!) olmasını meşrulaştırır görünüyor. En azından kötülüğü sıradanlaştırırken bu gerekçe altında rahat ediyoruz. Bu arada kötülüğü yoksulluk ve başarısızlıkla ilişkilendiren neoliberal kafayı burada bir kez daha saptayalım. İkinci olarak, bu kötülük bildiğimiz ve alıştığımız kötülük, diyerek bütün savunmaları çökertmek istiyorum. Nilay’ı kanıksadık çünkü onunki gibi kötücül pratikleri etrafımızda çok görüyoruz. Mutlaka biz yapmıyoruzdur, bu tür şeyleri hep başkaları yapar ama ofis dedikodularından gelin-kaynana ilişkilerinde köpürtülen, hatta gençliğin biz üst kuşakları görmezden gelmeyi tercih eden dünyalarına bile hâkim olan böylesi kötücüllük öbekleri… Whatpad romanlarında da bunlar anlatılmıyor mu?
Yeri gelmişken dizide edindiğimiz en önemli deneyim bütün kötülüklerin derin faillerinin kadınlar olduğunu ortaya koyuyor. Sistematik entrikaları genelde Pembe-Nilay-Zülkâr ittifakı geliştirirken, erkekler Kayhan ve Gökhan gibi ucuz ve zayıf kişilikli olabiliyor ancak kötülük yapmak için kötülük yapmayı tercih etmiyorlar. Başkalarının acı çekmesinden etkilenmeyen erkek karakterler var ama birilerinin canını yaktığında Pembe ve Nilay gibi dudakları tebessümle kıvrılan bir erkek karakter dizimizde yer almıyor. İstisnaları tanzih ederek söylemeliyim ki, galiba yerli yapımcılar, “kötü adamlar”ı ancak mafya ya da alkolik formunda düşünebiliyorlar.
Kızılcık Şerbeti’ni odağa alıp bütün dizilerdeki güncel gelişimi buradan okuduğumuz bir iç değerlendirme öneriyorum. Öyle Bir Geçer Zaman ki’de Caroline ve Ali ile sınırlı kalan bu büyük kötücüllük, ki Ali’yi intihara sürüklemişti, günümüz dizilerinde özellikle kadınlar arasında çoğaltılarak semiriyor ve bizler kötü karakterleri kimi zaman iyilerden çok seviyoruz. Belki de kötülüğün bir başarı değil bir uğrak olduğunu anlatacak bir şeylere ihtiyacımız var… Sahi, kötüyü ne zamandır bu kadar rahat seviyoruz?