Kuvvetli Bir Alkış: Sorunlu Bir Seküler Orta Sınıf Yergisi, Muhafazakârlaşarak Fakirleşen Türkiye ve Male Gaze
Berkun Oya, Türkiye’nin önde gelen oyun yazarlarından, senaristlerinden ve yönetmenlerinden. Özellikle Krek Tiyatro Topluluğu için yazdığı oyunlar ile kaleminin parlaklığını gösteren Berkun Oya, son yıllarda Netflix için yaptığı işlerle gündemde.
Bayrak isimli oyunundan uyarlanan ve BluTV‘nin en nitelikli dizilerinden biri olan Masum‘un da senaryosunu yazan Berkun Oya, ana akımdaki “total” dizi algısını değiştiren isimlerden. Bilhassa Bir Başkadır dizisi ile mevcut iktidarın keskinleştirdiği ve ayrıştırıcı bir siyasi rant modeli olarak kullandığı muhafazakâr-seküler kutuplaşmasını odağına alarak TV’de yeni bir anlatı yolu açtığını da belirtmek lazım.
Toplumdaki her kesim tarafından merakla izlenen reyting rekortmeni Kızılcık Şerbeti ya da yasaklarla boğuşan Kızıl Goncalar gibi dizilerin Bir Başkadır‘ın açtığı kapıdan ilerlediği de aşikâr.
Ancak Berkun Oya’nın “deus ex machina”lar (bir kurgu veya dramada meydana gelen beklenmedik, yapay veya imkansız olaylar) ile ördüğü Bir Başkadır‘da yazdığı karakterlerin “stereotip” olmaktan öteye gidemediğinin altını çizmeliyim. Hatta bu seri Batılı yaşam tarzını benimseyen, seküler orta sınıfa dair önyargıları da besliyordu. Bu sebeplerden ötürü de hem politik hem de sosyolojik açıdan hayli sorunlu tarafları vardı.
Maalesef Kuvvetli Bir Alkış’ta da benzer bir durum söz konusu. Berkun Oya; Kuvvetli Bir Alkış‘ta da basmakalıp karakterleriyle ve acemice kullandığı psikanalitik ögeleriyle Türkiye’deki “küçük burjuvazi” temsillerini merceği altına alarak hicvediyor ama Türkiye’nin son 20 yıldaki hegemonik değişimini, sermaye dönüşümünü, sınıfsal kutuplaşmasını, kültürel yozlaşmasını ve asıl üstünde durulması gerekenleri görmezden gelerek.
Bu nedenle Berkun Oya’nın Türkiye gerçekliği de yine eski ve modası çoktan geçmiş bir temele oturuyor. Belli ki uzun süredir etkisini hissettiren ekonomik buhrana da yabancı ve Orhan Pamuk benzeri bir toplumsal kopuş yaşıyor.
“Yeni Türkiye”nin Muhafazakâr Pratikleri ve Eriyen Orta Sınıf
Buradan Kuvvetli Bir Alkış‘ın omurgasını oluşturan orta sınıf dinamiklerine geçelim: farklı yaşam tarzları, dünya görüşleri, toplumsal cinsiyet rolleri, beğenileri ve tüketim örüntüleri orta sınıfların oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Türkiye özelinde ise Batılı yaşam tarzı ve laik perspektif orta sınıflar içindeki en önemli ayrıştırıcı etmen olarak karşımıza çıkıyor.
Sahip olunan kültürel sermaye ve habitus da tüketim pratiklerini doğrudan belirliyor. Bu açıdan kültürel sermayesi daha düşük olan kesimlerin kimliklerini oluştururken daha yerel, daha milliyetçi ve daha muhafazakâr bir pozisyon aldıkları da bir gerçek.
Tüketim örüntüleri üzerinden Türkiye’de yapılan orta sınıf çalışmalara baktığımızda da iki başat kültür görüyoruz. Birincisi, Batılı yaşam tarzı ve sekülerlik üzerinden oluşan kültür. Öteki ise dini yaşam tarzı ve muhafazakârlık üzerinden oluşan kültür. Ancak son 20 yılda Türkiye’deki sınıfların konumlarında ciddi bir kayma yaşanıyor, bilhassa sekülerlik üzerinden oluşan kültürde.
Elbette bu kaymanın temelinde de üretilen gelirin ve zenginliğin bölüşümündeki adaletsizlik yatıyor. Hatta Türkiye, “ultra zenginlerin” artışı yönünden de zirvede yer alıyor. Buna karşılık toplumun çok geniş bir kesimi zenginliğin çok küçük bir kısmını paylaşıyor. Çok büyük bir kesim giderek proleterleşiyor ya da prekaryalaşıyor ve alt sınıfa doğru hareket ediyor, tabana doğru yığılıyor. Öyle ki Türkiye’deki “eğitimli” kesimin çok önemli bir bölümü, işçi sınıfından daha düşük bir gelire ve daha zor yaşam koşullarına sahip.
Dolayısıyla “Yeni Türkiye” adı verilen bu çarpık sistemde, ideolojik farklılık gösteren orta sınıf her geçen gün biraz daha eriyor ve cezalandırılıyor. Tabii ki bunda “Gezi” sonrasındaki sürecin de bir payı bulunuyor. Muhafazakâr pratikler ve klancılık ise her alanda ödüllendiriliyor.
Kuvvetli Bir Alkış: Bağımlı Anneler, Çocuk Bireyler ve Ana Rahmine Dönme İsteği
Kuvvetli Bir Alkış, bir çiftin anne-baba olma telaşı ile başlatıyor anlatısını. Sonrasında ise karanlık ana rahmine yöneliyor, orayı imliyor ve bunun üzerinden absürd bir inşa kurmaya çalışıyor.
Şehirli, seküler ve eğitimli orta sınıf olarak tanımlanabilecek kesimin çocuk bireyliği, varoluş sancısı, kimlik sorunları, ebeveyn travmaları, iletişimsizliği ve yabancılaşması alaycı bir şekilde işleniyor. İktidarın sillesini yediği için artık eski konumlarında olmayan ve gelecek kaygılarına teslim olmuş bu sınıf, yer yer bir nefret ögesine de dönüşüyor.
Açıkçası Berkun Oya, “küçük burjuva”lardan ve “Beyaz Türk”lerden ekonomi politik anlamda geri kalmış bir biçimde intikam alıyor. Fakat toplumsal kopuşu nedeniyle yergisinin siyasal bağlamda ne kadar tehlikeli yerlere açıldığını fark etmiyor ya da bunu umursamıyor.
Ayrıca Sigmund Freud’un dogmatik travma kuramının bir parçası olan Oedipus ve kastrasyon (iğdiş) kompleksini de anlatısının merkezine koyuyor. Bir fetusken, portakaldaki vitaminken yaşam döngüsü belirlenen Metin, ne istediği belirsiz ve hayatını mahveden annesinin artığı oluyor. Ne yazık ki bu açıdan da seride bir “male gaze” (erkek bakışı) bulunuyor.
Aslıhan Gürbüz’ün canlandırdığı Zeynep karakteri de aciz, bağımlı ve kendisini oğlu üzerinden tanımlayan bir kadın hikayesine dönüşüyor. Fatih Artman’ın canlandırdığı Mehmet ise basit bir baba olarak karşımıza çıkıyor. Disfonksiyonel olarak ifade edilebilecek bir ailenin travmaları da kırılgan egolu, büyüyemeyen ve yaşam döngüsünün başına dönmek isteyen erkek çocuğu yaratıyor.
İşte, bu noktada Jacques Lacan‘a dair bir parantez açmak gerekiyor. Lacan’ın yapısalcı psikanalizinde, Ferdinand de Saussure’ün dilbilim, Martin Heidegger’in bilinç felsefesi ve Claude Lévi-Strauss’un antropoloji çalışmalarının etkisi çok önemli bir yer kaplar. Freud sonrasındaki psikanalist çalışmaların en önde gelen isimlerinden olan Lacan’ın görüşünün temelinde de bu disiplinler arasındaki toplam mevcuttur ve bilinç dışının “dil” gibi yapılandığı önermesi vardır.
Bireysel bastırma mekanizmaları yerine de kültürel yapı belirleyicidir ve her kimlik bir yabancılaşmadır. İmgeselden simgesele geçen bireyler, esas olarak baba figürü ile karşılaşır. Bu “baba” ise toplumsal sistemin ve kültürün kendisidir. Özne de kendini tanımadaki başarısızlığın aracılığıyla belirlenir.
Dolayısıyla Berkun Oya’nın Kuvvetli Bir Bakış‘ta karakterlerinin üzerine saçtığı Freudyen işaretlemeler de özgün olmaktan çok uzakta bulunuyor. Charlie Kaufman dünyası ile Ruben Östlund hicvini yerel bir ölçekte birleştirmeye çalışan Berkun Oya, yapısal olarak çuvallıyor. Maalesef serideki rejisi de tecrübesine yakışmıyor.
Sonuç olarak Kuvvetli Bir Alkış, yergisini doğru temeller üzerinde şekillendiremeyen ve okumaları açısından da hayli geri kalmış bir seri olarak karşımızda duruyor. Umarım Berkun Oya bundan sonraki işlerinde toplumsal çerçeveyi daha nesnel bir yerden çizmeyi başarır ve kolaycılıktan vazgeçer.
Kuvvetli Bir Alkış fragmanını izlemek için buraya tıklayabilirsiniz.