Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
La casa de papel’i Neden Sevdik?
[highlight]Mutlaka bazılarımız Nairobi’yi çok sevdi, bazılarımız Profesör’ü. Bazılarımız hiç hazzetmedi Tokyo’dan, bazılarımız ona âşık. Fakat hangimiz İspanya Devleti’ni destekledik La casa de papel‘i izlerken?[/highlight]
Bu yazı spoiler içermektedir.
Soygun yapımlarına hep zaafım oldu. The Clash’in “Bankrobber” (1988) şarkısını her şarkısından daha çok sevdim, Heat (1995) filmini kaç defa izlediğimi bilmiyorum ama birden fazla olduğu kesin, bir ara en sevdiğim roman karakteri Arsène Lupin’di, Ultima Online oynadığım dönemlerde her karakterim hırsızlık yapmayı bilirdi ve GTA V oynarken de sabaha kadar banka soyabilirim. Hal böyleyken, henüz Netflix tarafından alınmadan önce bir şekilde bulup izlediğim La casa de papel’i sevmeme olasılığım zaten çok düşüktü. Nihayetinde çok orijinal bir fikirdi soygunu para basarak gerçekleştirmek. En kötü ihtimalle, “Eh, fikir güzel!” diyecektim. Ancak La casa de papel, ilk sezonundan itibaren soluksuz izlediğim bir dizi oldu. Bu yazıyı okuyan sizler için de durumun pek farklı olduğunu sanmıyorum.
Dünya üzerinde birçok insan bu diziyi çok sevdi, karakterlerin resimlerini duvarlara bile resmetti. İspanyol yapımı dizinin orijinal sezonlarının ardından Netflix tarafından alınıp asıl hikayesi bitmesine karşın devam edeceğinin duyurulması belki çoğumuzu endişelendirdi, çuvallayacaklar mı diye düşündük. Ancak hangimiz Profesör’ü, Tokyo’yu, Denver’ı, Nairobi’yi, Helsinki’yi ve diğerlerini yeniden göreceğimiz için heyecanlanmadık ki?
“La casa de papel’i çok sevdik, çok merak ettirdiği için değil, çok heyecanlandırdığı için.”
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: 3. sezonu sevdim, bu son sezonu ise öncekilere nispeten epey zayıf buldum. Yine de gelecek sezonu şimdiden heyecanla bekliyorum. Heyecanla bekliyorum, çünkü Nairobi alnının çatına bir mermi yedi. Heyecanla bekliyorum, çünkü Lizbon bütün sezon görmeyi beklediğimiz kurnazca bir operasyonla nihayet polislerin elinden kurtarıldı ve ekibe katıldı. Heyecanla bekliyorum, ne olacak diye merak ettiğimden değil, heyecanla bekliyorum çünkü zafer heyecanı beni harlıyor.
Ne çok kullandım “heyecan” kelimesini, değil mi?
Doğrusu, diziye başladığımda birçokları gibi beni de cezbeden ve bir bölümden diğerine nefes alıp verir gibi atlamamı sağlayan unsur, Profesör’ün incelikle hazırlanmış planı ve ekibini en fena durumlardan bile zekice çözümlerle kurtarabilme becerisiydi. Aksiyon sahneleriyle bezenmiş bir satranç maçı izliyor gibi hissediyor, bir sonraki hamleyi merak ediyordum. O kadar merak ediyordum ki diziyi bitirmem bir günden bir fazla sürmüştü. Birçok detay harikaydı; eğlenceli sahneler, nefis bir “Bella Ciao” yorumu, açık bir düzen eleştirisi… Ancak dizinin uyandırdığı “merak” duygusu hepsinin önüne geçiyordu. En azından öyle gelmişti bana.
Bugün artık La casa de papel ile ilgili fikrim değişti. Dördüncü sezonu da bitirirken “merak” yerini “heyecan” kelimesine bırakıyor; La casa de papel’i çok sevdik, çok merak ettirdiği için değil, çok heyecanlandırdığı için.
O ne demek sevgili Onur?
“Alex Pina’nın ‘La casa de papel’de yapmak istediği, bir futbol maçı oynatmak. İki taraf var: Devlet ve isyancılar (artık ‘soyguncular’ demek onlara haksızlık olur). Biz de günahıyla sevabıyla bu taraflardan ikincisini tutuyoruz.”
Braveheart (1995) filmini senede birkaç defa izlerim. William Wallace, Stirling Muharebesi öncesinde yaptığı o meşhur konuşmasını bitirirken ben de binlerce yoksul İskoç’la beraber kılıcımı çeker, “Alba gu bràth!” diye bağırırım: “Sonsuza kadar İskoçya!”
Kuşkusuz tüm zamanların en sevilen filmlerindendir Braveheart. Ancak bu sevgiyi, William Wallace’ın gerçek hikâyesine mi borçludur? Hayır. Zaten filmde anlatılan William Wallace’ın gerçeğine ne kadar benzediği de tartışmalıdır. Braveheart çok sevilmiştir çünkü bizi “heyecanlandırmıştır”. Bize açıkça taraf tutturmuş, macerayı o tarafla yaşamamızı sağlamıştır. Zaferi de göstermiştir yenilgiyi de ama İskoçların kavgasını kendi kavgamız gibi gördüğümüz için Braveheart’ı çok sevmişizdir. La casa de papel’e olan sevgimizin kaynağı da bundan farklı değil.
Bir futbol takımını desteklemek gibi. Sahadaki futbol kötü de olsa iyi de, takımın son sırada da olsa ilk sırada da, maç başladığında o üçlüyü çekersin. Sen de takımın parçasısındır çünkü ve bu his, dünyanın en vazgeçilmez hissidir.
Mutlaka bazılarımız Nairobi’yi çok sevdi, bazılarımız Profesör’ü. Bazılarımız hiç hazzetmedi Tokyo’dan, bazılarımız ona âşık. Fakat hangimiz İspanya Devleti’ni destekledik La casa de papel’i izlerken?
Dizinin yaratıcısı Alex Pina, kimlerle empati kuracağımızı daha baştan belirlemişti ve o isimler arasında mesela bir Albay Prieto yoktu. Onun ailesiyle ilişkilerini, geçmişini bütün detaylarıyla öğrenmediğimiz için iç çatışmalarını da bilemedik. Haliyle yaptığı kötü davranışların hiçbiri vicdanımızda aklanmadı. Öte yandan, öldüğünde Berlin için bile biraz olsun üzülmedik mi? O Berlin ki Ariadna’ya tecavüz etmişti. Bundan âlâ çirkinlik olabilir mi?
Alex Pina’nın La casa de papel’de yapmak istediği, bir futbol maçı oynatmak. İki taraf var: Devlet ve isyancılar (artık “soyguncular” demek onlara haksızlık olur). Biz de günahıyla sevabıyla bu taraflardan ikincisini tutuyoruz.
Nasıl ki desteklediğimiz takımda forma giyen ahlaksız bir futbolcuyu bile gol attığında alkışlarız, çünkü önemli olan takımın zaferidir, burada da önemli olan takımın zaferi. Çünkü biz, izleyenler, o takımın bir parçasıyız. İşte, La casa de papel’i sevmemizin altında yatan asıl sebep bu. Annem, Nairobi ya da Moskova öldüğünde ağlıyorsa, bu yüzden ağlıyor. Aksi halde son üç bölümüne kadar diziyi meşhur eden o Profesör kurnazlığından yoksun dördüncü sezonu bir solukta nasıl izlerdik? Zaferin heyecanı ya da hezimette bile birliktelik bizi hikayenin içinde tutmayı başardı.
“Ekiple ilişkisi çok zayıf işleniyor Palermo’nun, bu da onu manasız bir serseri mayın yapıyor. Kendimizi onun yanında konumlandıramıyoruz. Sanki yalnızca işleri karıştırması, olayların ilerlemesini sağlaması için katılmış ekibe.”
La casa de papel, bunu her şeyden önce Alex Pina’nın yazarlığına borçlu. Yakın zamanda yayınlanan bir diğer dizisinde, The Pier’de de aynısını yapıyor Pina: Empati kurmamızı istediği karakterleri incelikli, derinlikli şekilde resmediyor ve ortaya koyduğu çatışmada “haklı” tarafı çok aşikâr işaret ediyor. Bununla beraber, dördüncü sezonuyla birlikte La casa de papel için tehlike çanları da çalıyor.
Bu zamana kadar karakterler üzerinden anlatılan hikâye sanki olaylar üzerinden anlatılma yoluna giriyor. Bütün bir sezon Nairobi’nin ölmesini bekledik ve bu süreçte yeni yeni tanıdığımız Palermo dahil hiçbir karakter gerçek bir dönüşüm geçirmedi. Üstelik ekibin en “korkunç” karakteri Berlin’le bile empati kurmamızı sağlayan yazarlık meziyetini Alex Pina, Palermo karakterinde ne kadar sergileyebilmiş, tartışılır.
Ekiple ilişkisi çok zayıf işleniyor Palermo’nun, bu da onu manasız bir serseri mayın yapıyor. Kendimizi onun yanında konumlandıramıyoruz. Sanki yalnızca işleri karıştırması, olayların ilerlemesini sağlaması için katılmış ekibe. Nihayetinde o güvenlik şefini kaçmaya ikna etmese bugün Nairobi hayatta olacaktı. Ancak neden böyle bir şey yaptığını gerçekten anladık mı? Ben anlamadım. Ekiple büyük bir ihtilafa düşmüş de olsa, delicesine âşık olduğu adamla (Berlin’le) yaptıkları soygun planını ona ithafen gerçekleştirirken böyle bir harekette bulunması pek anlamsız durdu.
Velhasılıkelam, La casa de papel hâlâ La casa de papel: Önceki sezonlara nispeten kurnazlık nüansından epey yoksun da olsa karakterlerin derinlikli işlenmesi açısından zihnimizde gelecek sezona dair soru işaretleri bıraksa da, son bölümde yine ekibe katılmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz: “Nairobi için!”
Dilerim, 5. sezon (artık her ne zaman gelecekse), dördüncü sezonun açtığı o tehlikeli “yüzeyselleşme” kapısından girmek yerine önceki üç sezonun izinden gider. Kendimizi ekibin parçası saymayı, onları heyecanla desteklemeyi ve bu arada kurnaz hamleleri merakla takip etmeyi sürdürürüz. “Nairobi için!” bağırışları unutulup gitmesin diye…