Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
“Labirente Hapsedilen Bir Fare Labirentin İçinde Kaldığı Sürece İstediği Yere Gitmekte Özgürdür”
Bu yazı, Episode Dergi 26. sayıda yayımlanmıştır.
The Handmaid’s Tale, yayınlandığı günden bu yana fırtınalar koparan, bizi dehşete düşüren, şahane sinematografisi ve oyunculuklarıyla gözlerimizi ekrandan ayırmamızı epey zorlaştıran, son yıllarda ekranda karşımıza çıkan en güçlü yapımlardan biri.
Bu çarpıcı Hulu dizisinin konusuna çoğumuz aşinayız. Kadınları güçlerinden mahrum eden, onları sadece üreme aracı olarak gören, heteroseksüel olmayan herkesi ortadan kaldırmayı amaçlayan distopik bir toplum düzenini gözleri önüne seren The Handmaid’s Tale, günümüzde karşı karşıya kaldığımız birçok kırmızı noktaya dokunuyor: Göçmen hakları, beyaz olmayan insanların hakları, kadın hakları, çevre ve hayvan hakları, savaş gerçeği ve bunun sonuçları, dengesiz bir ekonomi sisteminin doğurdukları, din sömürüsü ya da dini hoşgörüsüzlük, homofobi, ırkçılık… The Handmaid’s Tale, etkisini de tam olarak buradan alıyor. Sorular soran, tartışma doğuran ve birçok şeyle yüzleşmemizi sağlayan bir iş.
The Guardian tarafından 21. yüzyılın en iyi 100 TV dizisinden biri seçilen The Handmaid’s Tale, 1985’te kaleme alınan, yakın gelecekte geçen ama aslında tam olarak bugünle ilgili olan bir romandan uyarlama. Dilimizde Damızlık Kızın Öyküsü başlığıyla yayımlanan Margaret Atwood romanı bir distopya, bir spekülatif kurgu ve bilimkurgu eseri. Çok güçlü, çok katmanlı bir kaynak. Diziyi romandan ayrı tutmak pek mümkün değil aslında, o nedenle Atwood’dan, romandan ve romanın ekrana uzanan yolculuğundan da biraz bahsetmek istiyorum.
Usta Margaret Atwood, Kanadalı bir şair, romancı, eleştirmen, öğretmen, çevre aktivisti ve mucit. 1961’den bu yana 18 şiir kitabı, 18 roman, 11 kurgu dışı kitap, dokuz kısa hikâye koleksiyonu, sekiz çocuk kitabı ve iki çizgi roman kaleme aldı. Booker, Arthur C. Clarke, Franz Kafka ödülleri gibi birçok önemli ödüle layık görüldü. Edebiyat, politika, yaratıcılık, sanat, sosyal aktivizm konularında derya deniz bir yazar Atwood. Dolayısıyla eserleri de toplumsal cinsiyet, toplumsal kimlik, din, mit, iklim değişikliği, dilin gücü ve politikanın gücü gibi temalar barındırıyor.
Margaret Atwood’un 40 küsur yıla yayılan edebi kariyerinde Damızlık Kızın Öyküsü’nün de önemli bir yer var elbette. 1985’te yayımlanan roman, yazarın edebi şöhretini epey artırdı. Bununla birlikte Atwood eserlerinin ve dolayısıyla Damızlık Kızın Öyküsü’nün farklı okumaları da ortaya çıktı. Aynı okumalar çok sonradan diziye de yöneltildi.
Atwood’un çalışmaları, feminist edebiyat eleştirmenlerinin her zaman ilgisini çekti. Atwood aslında “feminist” etiketinin eserlerine yapıştırılmasından rahatsızdı. İlk romanı Edible Woman yayımlandığında da, “Bu romanda yatan şeyi feminizmden ziyade toplumsal gerçekçilik olarak görüyorum,” demişti. Tüm bunlara rağmen çoğu eleştirmen, Atwood’un eserlerini, eserlerinde öne çıkan cinsel politikaları, mit ve masal kullanımını, keşfettiği cinsiyetçi ilişkileri feminist mercekten incelemeye meyletti.
Bir zamanlar, bir yerlerde gerçekleşmeyen hiçbir şeyi romanında yazmadığını belirten Margaret Atwood ise Damızlık Kızın Öyküsü’nü kaleme alırken belirli bir ideolojiyle yola çıkmadığını belirtiyor ve ekliyor: “Gördüklerimden ve topladıklarımdan yola çıktım.” Hikâyeyi bu kadar çarpıcı yapan da tam olarak bu bana kalırsa.
Damızlık Kızın Öyküsü Feminist Bir Roman Mıdır?
Margaret Atwood, 2017’de düzenlenen Los Angeles Times Kitap Festivali’nin en önemli panellerinden birinde konuşmacıydı. Gündem elbette The Handmaid’s Tale idi. Festival alanında kırmızı pelerinleriyle gezen onlarca Offred, Ofjohn, Ofglenn ve Ofsteven vardı. Atwood aslında “feminizm” etiketinden duyduğu rahatsızlığın nedenine dair en açık ifadelerinden birini bu panelde dile getirdi. Kendisine yöneltilen, “Handmaid’s Tale feminist bir roman mıdır?” sorusunu şöyle cevaplıyor: “İnsanların bu kelimeyle (feminizm) tam olarak ne demek istediklerini anlamak istemişimdir hep. Bazı insanlar pozitif anlamda kullanıyor, bazıları negatif anlamda. Bazıları çok geniş bir anlamda kullanıyor, bazıları kısıtlı anlamda. O yüzden bu sorunun cevabını verebilmem için o insanın feminizm derken ne kastettiğini bilmeliyim.” Başka bir röportajında bunu biraz daha açıyor: “Örneğin tarihsel olarak bazı feministlerin ruja veya trans kadınların kadınlar tuvaletini kullanmalarına karşı çıktığını gördük. Bunlar benim aynı fikirde olduğum duruşlar değil.”
“Feminist” Gündem “İnsan” Gündeminden Ayrı ya da Farklı Mıdır?
Yıllar boyunca, dizinin yayınlanmasıyla da birlikte Damızlık Kızın Öyküsü’nü “feminist” bir hikâye ya da “insan” hikâyesi olarak niteleme etrafında gelişen birçok tartışma da oldu. Atwood bu tartışmalara, “Yalnızca kadınları insan olarak göremeyenler bu romana insan hikâyesi değildir diyebilir,” cevabını verdi. Atwood, 1980’lerde kaleme aldığı romanın, kısmen o dönemin siyasi iklimine bir tepki barındırdığını da belirtiyor. Atwood, o dönemde kullanılan retoriğin giderek daha muhafazakâr ve daha kadın karşıtı olmaya başladığını söylüyor. Kadın hakları, özellikle üreme hakları konusunda elde edilen kazanımları geri alma motivasyonu barındıran teşebbüsler olarak görüyor bunları. Meseleye buradan bakarsanız bu bir feminist romandır diyebilirsiniz, diyor. Ancak feminist ajandaların insan ajandalarından ayrı veya farklı olduğu fikrine sonuna kadar karşı çıkıyor.
Damızlık Kız’ın Ekrana Uzanan Yolculuğu
Evet, Damızlık Kızın Öyküsü, 1985 yılında yayımlandı. O zamanlar okurların ve izleyicilerin epey ilgi gösterdiği Açlık Oyunları gibi distopik roman serileri yoktu. Ama zaten bu muhteşem Atwood romanı çok güçlü bir mesajla öne çıkıyordu. Tasvir edilen dünya epey kasvetli ve karamsar olabilirdi ancak hiç kimse bu dünyanın, gerçeğe umduğumuzdan çok daha yakın olduğu düşüncesine karşı çıkamazdı. 1985 yılında ne kadar güçlüyse günümüzde belki çok daha güçlü olan bir mesaj bu. Atwood da o zamanlar verdiği bir röportajda bununla ilgili şunu söylüyor: “Romanım, buradaki insanların rahatlıkla tahayyül edebileceği bir geleceği konu alıyor.”
Tabii Hulu dizisi, Damızlık Kızın Öyküsü’nün ilk uyarlaması değil. Roman ilk defa 1990’da, Nobel ödüllü İngiliz oyun yazarı, senarist ve yönetmen Harold Pinter tarafından sinemaya uyarlandı. Başrolde Faye Dunaway, Robert Duvall ve Natasha Richardson karşımıza çıkıyordu. Bunun yanında bir radyo dizisine, bir tiyatro oyununa, operaya, baleye ve tek kişilik bir gösteriye de uyarlandı. Yayımlandıktan 30 yıl sonra da Margaret Atwood’u yine uluslararası sahneye taşıyacak şahane bir televizyon uyarlaması gündeme düştü.
Her Şeyin Başlangıcı
Hulu dizisi The Handmaid’s Tale’in arkasında epey büyük bir ekip ve meşakkatli bir süreç var elbette. Doğru insanların bir araya gelmesiyle ortaya harika bir iş çıkmış ve bu süreç kısaca şöyle gelişmiş:
The 100 ve Eureka gibi yapımlarla bilinen iki Emmy ödüllü yapımcı ve senarist Bruce Miller, Damızlık Kızın Öyküsü’nün ekrana uyarlanacağı duyuyor. Bu roman, Miller’ın en sevdiği romanlardan biri. Üniversitede ilk okuduğu günden bu yana romanı defalarca okumuş. Kendisi büyük bir Margaret Atwood hayranı fakat önünde bir engel var. Bruce Miller, dizi uyarlamasının kadın odaklı bir proje olmasından dolayı yapımcıların kadın senarist aradığını düşünüyor. Şansını çok düşük görmesine rağmen bir umut, yapımcıların onunla görüşmesini bekliyor.
Tabii dizi projesi o zamanlar geliştirilme aşamasında. The L Word’ün yaratıcısı Ilene Chaiken, Showtime kanalı için projeyi geliştirmekle meşgul. Fakat nedendir bilinmez, Showtime projeyi istemediğine karar veriyor. Romanın yapım haklarını elinde bulunduran MGM Television da diziyi Hulu’ya satıyor. Fakat o noktaya gelindiğinde Chaiken, Fox’un Empire dizinin yürütücü yapımcılığını üstleniyor. The Handmaid’s Tale dizisinde yaratıcı yapımcılardan biri olarak var olmaya devam etse de Fox’la imzaladığı anlaşma gereği senaryoya katkı sağlayamıyor.
Durum böyle olunca 2016 yılının başlarında sahneye Bruce Miller çıkıyor ve projeyi yeniden yaratmaya başlıyor. Miller, ilk iş olarak Gilead’i olabildiğince gerçek dünyaya yakın çizmeyi amaçladığını söylüyor ve ekliyor: “Bir dünya inşa ediyorsunuz ve bu dünyanın pek çok yönden yaşadığımız dünyaya benzemesi gerekiyor. Aksi takdirde korkutucu olması imkânsız.” Tam bu sıralarda, Seinfeld ve Friends gibi yapımların ekranlarda fırtınalar yarattığı dönemde NBC kanalının başında bulunan ve özellikle Fargo dizisiyle inanılmaz bir başarı yakalayan yapımcı Warren Littlefield, projeye yaratıcı yapımcı olarak dahil oluyor.
Bir sonraki adım, başrol oyuncusunu kararlaştırmak. Yapımcı ve senaristler başrolde kesinlikle Elisabeth Moss’u istiyor. Moss ise o sıralarda Top of the Lake dizisinin çekimleri için Avustralya’da. Yakın zaman önce, Mad Men dizisinde canlandırdığı güçlü ve hırslı Peggy Olson karakterinden sonra Moss aslında epey yorgun hissediyor. Birkaç bağımsız filmde rol ayan oyuncu, bir başka dram dizisinde ve özellikle başrolde yer almak istemiyor fakat tabii ki senaryoyu okuyunca fikri değişiyor. Hem başrol oyuncusu hem de yaratıcı yapımcı olarak projeye dahil oluyor ve sıra yönetmen seçimine geliyor.
Miller, Littlefield ve Moss çok katı olmamakla birlikte bu proje için bir kadın yönetmen arıyor. The Handmaid’s Tale oldukça rağbet gören bir iş dolayısıyla ünlü bir yönetmenin bu işe talip olması işten bile değil. Fakat yapımcılar, o zamana kadar sadece sinematografi kariyeri olan Reed Morano’yu seçiyor. Normal şartlarda Reed Morano, The Handmaid’s Tale gibi bir yapımın çok önemli ilk bölümünü yönetmek için ilk sıralarda yer alacak biri değil. Fakat tutkusu ve vizyonuyla yapımcıları etkilemeyi başarıyor. Littlefield, Morano’nun sunduğu bakış açısına, hazırladığı görsel kataloğa, dizi için düşündüğü çekim açılarına, renklere ve özellikle önerdiği müziklere bayılıyor. Nihayetinde, özgeçmişin ne önemi var diyor ve Morano’yu yönetmen olarak seçiyorlar. Tabii bu, Morano için de büyük bir sürpriz oluyor. Aslında sadece ilk bölümü yönetecekken dizinin ilk üç bölümünü yönetmesi için teklif alıyor. Ve böylece kendisinden sonra yönetmen koltuğunda oturacak isimler için şahane bir model oluşturuyor.
Bruce Miller, beş kadın ve bir erkek senaristten oluşan bir ekip kuruyor ve çalışmalara başlanıyor. Tabii bu sırada Atwood’la da yakın temastalar. Yazar, dizinin uyarlama sürecinde ekibe danışmanlık veriyor. Miller da kostüm tasarımlarından oyuncu seçimlerine, sinematografiden müziklere her konuda Atwood’a danışarak ilerliyor. Atwood uyarlamaya epey dahil oluyor ve dizinin ilk sezonunda ufak bir rol da alıyor.
Hulu dizisi de roman gibi, doğurgan kadınların, tek işleri çocuk doğurmak olan damızlık hizmetçiler olarak görev yaptığı bir dünya resmediyor. Üst düzey yetkililerin evlerinde, eşleriyle birlikte yaşayan bu damızlık kızlar her ay, çocuk doğurabilmek adına korkunç bir seremoninin parçası haline geliyor. Sevmedikleri erkeklerden -adeta tecavüze uğrayarak- hamile kaldıktan sonra komutanlar ve eşleri, bu bebekleri annelerinden koparıyor. Hikâye, birçok düşünce kaynağını Hıristiyanlıktan alıyor ve iktidardakiler her korkunç eylemi haklı göstermenin bir yolunu buluyor. Muhaliflere işkence ediliyor, kürtaj yapan doktorlar asılıyor ve tüm bunlar yapılırken kutsal kitaptan seçilmiş pasajlar kullanılıyor. Arzu, şehvet tamamen kanun dışı. Evli çiftlerin bile sadece “eğlenmek” için cinsel ilişkiye girmesi yasak. Damızlık kızlar toplumda ikili gruplar halinde yürümek zorunda. Bunu hem birbirlerini erkeklerin teşebbüslerinden korumak hem de herkesin kurallara uyduğundan emin olmak için yapıyorlar. Kadınlar ve cinsel arzular üzerine konulan bu sınırlamalar toplumun nefes almasını engelliyor.
Bu gibi kapsayıcı temaların çoğu aynı kalsa da Hulu dizisi, romanın başaramadığı bir şeyi gerçekleştiriyor. Hikâyeyi anlatmak için onlarca saate sahip olan yapımcılar ve yazarlar yan karakterlerin hikâyelerini tamamlıyor, boşlukları dolduruyor ve hikâyeyi çok daha gerçek ve güncel kılıyor. Janine karakteri bunlardan biri örneğin. Ofwarren adını alan bu karakter romanda aslında ufak bir role sahip. Kadınların değişen topluma ayak uydurma stresiyle nasıl başa çıkamadığını gösteren bir karakter. Dizideyse çok daha büyük bir role sahip. Janine romanda açıkça gösterilmeyen bir konuda, bir annenin bebeğinden zorla ayrılması konusunda epey zorluk yaşıyor.
Komutan Fred ve karısı Serena da dizide çok daha zengin bir geçmişe kavuşuyor. Komutanı ve karısını bu yeni toplumun ortaya çıkışından önceki hayatlarında izleme şansı da yakalıyoruz. Sinemaya gitmek gibi, yoğun bir iş gününün ardından birbirlerini teselli etmek gibi günlük hayatımızdan tanıdık gelen faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu, her şeyi çok daha korkunç bir hale getiriyor.
Bir de Gilead mevzuu var tabii. Yeni dünya düzeninde Birleşik Devletler’in aldığı isim bu. Roman, Gilead’i dünya bağlamına oturtmakta biraz eksik kalıyor fakat dizide, başka bir ülkenin elçisinin yeni toplumu öğrenmek ve muhtemelen damızlık kızların ticaret anlaşmasını imzalamak adına Gilead’i ziyaret ettiği çok güçlü bir bölüm izledik örneğin.
Tabii bunlar dışında, günümüze daha yakın bir dünya çizmek adına birtakım eklemeler yapılmış. Bunlardan bazıları ufak tefek şeyler, bir yerde Tinder’ın bahsi geçiyor. Bazılarıysa dönemi bize nokta atışı veren daha büyük ifşalar. Dizideki Ofglen’in bir zamanlar bir kadınla evli olduğu ve hatta birlikte bir çocuk sahibi oldukları gerçeği örneğin. Bu eklemeler ve güncellemeler, kaynak materyalin yayımlanmasından 30 yıl sonra ortaya çıkan Hulu hikâyesine fazlasıyla somutluk ve gerçeklik katan kümülatif bir etkiye sahip.
Dizi henüz yayınlanmadan fark ettiğimiz bazı değişiklikler de vardı elbette. Romanda, Offred’in yani June’un asi arkadaşı Moira beyaz bir kadındı ve bu aslında biraz zorunlu bir seçimdi çünkü hükümet, beyaz olmayan tüm insanları Gliead’ın dışına, batıya sürmüştü. Dizideyse Moira karakterini Orange Is the New Black’ten tanıdığımız siyah oyuncu Samira Wiley canlandırıyor. Ve bunun yanında, romanın aksine, dizide beyaz olmayanların ülkeden sürülmesi gibi bir durum da sözkonusu değil. Bruce Miller bu karar hakkında konuşurken beyaz olmayan insanları uzaklaştırma fikri sayfada işe yaramış olsa da ekrandaki izleyiciler için aynı etkiyi yaratmayacağını söylüyor. Dünyayı kurarken, doğurganlığın öneminin her şeyin önüne, ırkçılığın bile önüne geçmiş olmasını tercih ettiğini söylüyor.
Romanın Ötesine Geçmek
Dizinin ilk sezonu, Atwood romanıyla paralel gitti. Yani dizinin son bölümü, romanın da son sayfasıydı. Dizinin 13 bölümlük ikinci sezonu 2018’de ekrana geldi. Gerçekten iyi bir sezondu fakat yine de çoğu eleştirmen, ilk sezonun bıraktığı etkiyi yaratamadığını düşündü. Tabii dizi ikinci sezonuyla birlikte yazarın da onayını alarak, Margaret Atwood’un romanının ötesine gitti. Önemli bir yazarın eserini, kurduğu dünyayı, karakterlerini devam ettirmek zor olsa gerek. Ama yapımcılar, senaristler ve yönetmenler gerçekten çok önemli detaylar ve renkler katarak ikinci sezonun da güçlü olmasını sağlıyorlar. Rejimin detaylarını görüyoruz örneğin. Dünyanın geri kalanının Gilead Cumhuriyeti’ni nasıl algıladığına tanıklık ediyoruz. Bu nedenle bazı eleştirmenler de dizinin ikinci sezonunun, bir romana getirilebilecek en iyi devam hikâyelerinden biri olduğunu savunuyor.
İkinci sezonun finalinde Emily’nin (Alexis Bledel) June’un küçük kızı Nichole ile birlikte bir kamyonun arkasında Kanada sınırına doğru gittiğini görüyoruz. Dizinin üçüncü sezonu da bu noktadan devam ediyor. Büyük kızı Hannah’yı Gilead’de tek başına bırakmayı kabul etmeyen June, bu sefer bilerek ve isteyerek komutanın evine dönüyor. Bu, üçüncü sezonda ne izleyeceğimize dair verilen en büyük ipuçlarından biri. The Handmaid’s Tale‘in ilk iki sezonunda, içinde bulunduğu durumdan çaresizce kaçmak için çabalayan bir karakter izledik. Umutlarımız tamamen June’un özgürlüğüne kavuşmasına bağlıydı. Tabii aslında bu durum istemeden de olsa diziyi bir kaçma ve yakalanma sarmalının içine çekti. June’un özgürlüğün sınırından sonra anda döndüğünü, çığlıklarla, yakarışlarla karanlığa geri hapsedildiğini daha kaç defa izleyebilirdik ki? Ama üçüncü sezon, işlerin artık böyle olmayacağını gösterdi. Kaçmaya çalışan bir kadının hikâyesi değil bu artık. Karşı koyan, savaşan ve direnen bir kadının hikâyesi.
Dizinin dördüncü sezonu da geçtiğimiz günlerde ekrana gelmeye başladı. Üçüncü sezonun sonunda, June’un bir uçak dolusu çocuğun sağ salim Kanada’ya varabilmesi için kendini kurban ettiğini görmüştük. Neyse ki çocuklar sorunsuz bir şekilde Kanada’ya ulaştı fakat June epey kötü bir yara aldı ama bununla birlikte arkasında güçlü takipçiler toplamaya başladı. Tıpkı onun gibi, gitmek yerine geride kalıp savaşmayı seçen onlarca damızlık kız. June’un bu ezilen kadınların tek umudu olduğu fikri bir süredir arka planda olgunlaşıyordu. Zaten birçok insanın Gilead’den kaçmasına yardımcı olduğu için düşman ilan edilmiş durumdaydı. Peki, June gerçekten de korkunç bir duruma düşene kadar neler yapabileceğini bilmeyen bir “kahraman” mı? Yoksa bütün bunlar, tutsak olduğu ve hayatta kalıp kalamayacağını veya nasıl hayatta kalacağını bilmediği için uyguladığı bir mücadele mekanizmasının sonucu mu? The Handmaid’s Tale’in dördüncü sezonu devam ediyor. Ve dizi geçtiğimiz sene, henüz dördüncü sezon yayınlanmadan önce beşinci sezon onayını da almıştı. O nedenle bu soruların cevabını öğrenmek için yeterince vaktimiz var.