Mert Fırat: Kendi Oyununu Kurman Lazım, Ben de Bunu Yapıyorum
[highlight]Tiyatro, sinema, dizi, sosyal sorumluluk projeleri derken belki başını kaşıyacak zamanı yok ama Mert Fırat, hayatı dolu dolu yaşamaya gayret edenlerden. Her salı Ufak Tefek Cinayetler dizisiyle evlerimize konuk olan oyuncu, Türkiye’nin gidişatından rahatsız ama bakışı da net: “Ünlü olalım ya da olmayalım, üslubumuza, davranışımıza, duruşumuza dikkat edeceğiz ki gücümüzü koruyabilelim. Öbür türlü bizi “tahrik edip işaretlemenin” peşindeler zaten. Onun oyununu onun kurallarıyla oynadığında zaten onun oyununun içinde olursun. Oyunun senin kurallarınla oynanması lazım, kendi oyununu kurman lazım. Ben de bunu yapıyorum, kendi hayatımı kuruyorum.”[/highlight]
Siyaset bizim ülkemizde bireyler için sakıncalı şeydir. “Aman politikaya bulaşma!” “Ben hiç anlamam o işlerden…” “Gençliğinin kıymetini bil, uğraşma anlamsız şeylerle…” “Siyaset kirli, işim olmaz…” Apolitikliğin makbul sayıldığı bir ortamda, politikliğin gündelik hayattan, insanın karakterinden bağımsız bir şey olmadığını bilen ve buna göre yaşayan insan sayısı maalesef az. ülke gündemindeki baskıyı düşündüğümüzde, politik tercihlerini dışa vurabilmek artık bir lüks. Ve pek tabii cesaret işi… Hele de medya sektöründeyseniz… Hele de oyuncuysanız… Hele de tanınmış, dizilerde, reklamlarda oynayan bir oyuncuysanız… Kendinizi ifade etmek hayatınızı kazanmanıza, kariyerinizin elinizden alınmasına, linç edilmenize yol açabilir. Bunu göze alıyorsanız cesur bir oyuncusunuz demektir.
İşte o cesur oyunculardan biri Mert Fırat. Üretkenliği, politik duruşu, sosyal sorumluluğu ve yeteneği tek potada eritebilmeyi başarmış, bunu da gündelik hayatına yedirebilmiş nadir sektör insanlarından biri. Ufak Tefek Cinayetler‘de rol alan Mert Fırat’la yaklaşan filmlerini, sosyal sorumluluk projesi İhtiyaç Haritası’nı, Birleşmiş Milletler elçiliğini, tiyatroyu ve daha birçok şeyi konuştuk.
Röportaj: Ezgi Özcan
Fotoğraf: Ozan Balta
Önce filminizden başlayalım…
10 Kasım’da Yavuz Hoca’nın filmi Yol Ayrımı vizyona girecek. Çok güzel castı olan bir proje. Gülengül Arlıer tasarımcısı, genel koordinatörü. Gülengül, Eşkıya‘nın da genel koordinatörüydü, o yüzden onun da olması çok acayipti.
Yavuz Turgul mu belirleyici oldu filmi kabul etmenizde, Şener Şen mi?
Hepsi aslında. 7 yıldır onlarla birlikteyim. Hem Gülengül hem Şener Abi hem Yavuz Hoca’yı yakından görme şansına eriştim. Fakat bunun hiçbir etkisi yok çünkü Yavuz Hoca ciddi bir audition yaptı herkese, ben de audition sonunda seçildim. Yavuz Hoca’nın kendi çocuklarına, çevresine, herkese dair duruşu aynı. Gerçekten bir cerrah titizliğiyle işini yapıyor, liyakatı her şeyin üstünde tutuyor.
Ne kadar sürdü çekimler?
6 hafta sürdü. İstanbul’un her yerine gittik diyebiliriz ama ağırlıklı olarak Kemerburgaz, tuz ambarı taraflarında çekildi.
Yavuz Hoca, sizin tavrınıza göre senaryoyla oynama, replik düzeltme gibi şeyler yapıyor mu?
Her şeyi yapıyor, zaten bütün yolculuk öyle ilerliyor. Mesela okuma provaları başlıyor, okuma provalarında senin ne okuduğunu, ne duyduğunu, onun ne duyduğunu akort ediyor. Akort sürecinde Yavuz Hoca’nın ne istediğini anlıyorsun ama anlamak yetmiyor; uygulama kısmında, sete çıkana kadar neredeyse bir kısmı tamamlanmış oluyor. Sette hiçbir şeyi tesadüfe bırakan bir yönetmen değil. Tesadüfün sanatta yeri yok bence. Yavuz Turgul’un her anlamda çok iyi kurgulanmış çalışma pratiği ve devamında da ne yapacağını bildiği dünyanın içine kendini bırakıyorsun. Bir oyuncunun bir yönetmene kendini bırakması için böyle şeylere her zaman ihtiyaç olacağını düşünmüyorum açıkçası ama Yavuz Hoca’nın yanında da kendini bırakamayan bir oyuncuysan hayatta hiçbir şeye kendini bırakamazsın. İnsanlar kasılır, çekinir ama galiba kendimi en güvende hissettiğim setti diyebilirim. Güvende hissetmek başka bir şey çünkü en başta filmi, sonra beni ve herkesi düşündüğünün farkındayım. Çok iyi bir orkestra şefi ve tek istediği, orkestranın bütün parçayı çok iyi çalması. Bir tuşluk timpaniden tut da bir orkestrayı sırtlamış taşıyan piyanoya, kemana kadar o çoksesliliği akort edip bir arada çalmalarını sağlayabilen bir yönetmen. Müzikle tarif ediyorum çünkü Yavuz Hoca’nın müzik bilgisi de kulağı da inanılmaz. Sesin fonetiğinin samimiyeti ve nereye gittiğiyle çok ilgili, bu konuda çok bilgili. Ne mutlu ki iyi duyan biri…
Set ortamı nasıldı?
Ekibin çoğu, daha önce çalıştığım insanlardı. Tatlı ve çok profesyonel bir ekip öncelikle. Yavuz Hoca’nın başka bir ekiple çalışacağını düşünmüyorum zaten, Gülengül Hanım’ın gerçekten harika katkısı, etkisi. Nisan Turgul… Oyuncuyla, ekiple, setle kurduğu ilişkiyi Nisan’a bırakmak çok önemli gerçekten. Herkesin tanıdığı, bildiği, diyalog kurmayı başarabilen biri, anlaşamayacağı kimse yoktur. Herkes bulunduğu noktayı, görevini çok iyi yerine getiriyordu. Herkesin derdi filmdi. Genelde insanlar aynı motivasyonda olmaz ama bu filmde öyleydi. Bir kişinin de “Ya, of ne yapıyoruz abi!” dediğini duymadım. Yavuz Hoca’dan korkulur, çekinilir ama onun özellikle set ekibinden kimsenin kalbini kırdığını görmedim ki zorlu bir setti. Çok büyük bir iddia 6 haftada film çekmek, zamanında yetişti, bir gün bile aksamadı, çok planlıydı. Günde de ne yalan söyleyeyim, 6-8 saat çalıştık genel olarak.
“Yol Ayrımı” dışında hangi projeleriniz yolda?
En Yakın Arkadaşım Evleniyor adlı romantik komedi filmimiz yolda. Cem Karcı çekti. Hazal Ergüçlü, Burcu Biricik ve İlker Aksum’la beraberiz orada. My Best Friend’s Wedding filminin uyarlaması. Senaryoyu İlksen Başarır adapte etti. 5 Ocak’ta Cem Yılmaz’la filmimiz gösterime giriyor. Benim aslında kasım ayından itibaren her ay bir filmim gösterime girmiş olacak.
Dizi çalışmaları nasıl gidiyor?
Ay Yapım’ın Ufak Tefek Cinayetler dizisinin kadrosundayım. Benim ilk 2-3 bölümde yoğun bir rolüm yok ama 3. bölümden sonra bu adam ne yapıyor diyecek seyirci. Genel olarak dört kadın üzerine odaklanmış bir hikâye. Heyecanlıyım. Daha önce plaza insanı çok oynamadım ama patron, takım elbiseli tipleri oynadım, bu seferkinin daha psikolojik bir derinliği var. Adamın sürekli başka sorunları var. Bu da iş hayatıyla, aile hayatıyla ilgili total olarak bazı sapmalara sebep oluyor. Tüm bunlar karakteri daha derinlikli bir karakter yapıyor.
Mesleği ne?
Yatırım danışmanı. Beni heyecanlandıran ve daha çok ilgilendiren kısmı tabii ki karakterin yavaş yavaş açılması, bir derinliğinin olması. Derinliği olan karakter oynamak çok önemli. Türkiye’de ne yazık ki jön diye tabir ettiğimiz başrollere pek fazla hikâye yazılmıyor. Onlar dursun, tatlı tatlı baksın, fazla ağlamasın, fazla gülmesin, onların hepsini yan hikâyeye yazalım, bu ikisi birbirine baksın, birbirini sevsin, azıcık ağlasın, o kaçsın, o kovalasın… Halbuki yabancı yapımlara baktığımızda ana karakterlerin en az yan karakterler kadar hatta onlardan daha fazla derdi, çabası oluyor. Bir tarafıyla da bizim hikâyelerimizde yazılanların çoğunun uygulanabilir halleri yok. Kadına, adama bir geçmiş yazılıyor ama o geçmişin, o karakter analizinin edebi niteliğini bir tarafa bırakırsak -olabilir, niye olmasın, çok iyi senaristler var o anlamda, romancı gibi yazan- hiçbir anlamı yok. Bir kişinin fiziksel olarak cebimize koyabileceğimiz, uygulamalı gösterebileceğimiz bazı derinlikleri yoksa karakter derinliği var diyemeyiz maalesef. Ama Ufak Tefek Cinayetler‘de öyle değil. Burada dört kadın da birbirinden ayrı kadınlar, bayağı yırtıcılar, sıkılar, hepsi birbirinden farklı konuşuyor, farklı davranıyor, farklı şeyleri beğeniyor, kocaları da farklı tipler… Farklı olması önemli. Sekiz karakterin farklı konuşması, hayatlarının, dertlerinin başka derinlikte olması, bir taraftan da birbirleriyle buluşabilecek çokça noktaları olması… Yani iyi kurgulanmış bir metin var önümüzde.
Metinde başka cazip gelen neler var, katmanda, atmosferde?
Katmanı, atmosferi başka. Daha önce oynadığım şeyler gibi değil. Daha psikolojik bir zemini, altyapısı, derinliği ve bunları pratiğe dönüştürebilecek bir alanı var aslında.
Türkiye’deki televizyon seyircisinin profilini nasıl yorumlarsınız?
Bizde televizyon, siyaset, toplumun şekillendirilmesi, her zaman dışarıdan etkiyle olduğu için, hiçbir zaman kendi doğal yapısına bırakılmadığı için insanların gerçekten neye ihtiyacı olduğu hesaba katılmıyor. Reyting ölçülen seyirci profiliyle, reyting ölçen şirketlerle ilgili o kadar oynandı ki… Bu işler o kadar hatalı bir yerden yapıldı ki… Şu an bir canavar yaratılmış durumda ve kimse bununla nasıl başa çıkacağını bilmiyor. Bazen, “Bu iş nasıl tutar ya?”, bazen “Bu iş nasıl tutmaz ya?” diyorsunuz. Yıllardır bu işi yapan şirketlerin çoğu, tepetaklak olmuş durumda. Bu, profilin çok değişmesinden ve profili nasıl analiz edeceklerini bilememelerinden kaynaklı. Televizyonculuğumuz, sanatsal üretimimiz tarım işçiliğinde olduğu gibi ilerliyor. Herkes bekliyor. Sonra birisi sarmısak ekince herkes sarmısak ekiyor. Ondan sonra sarmısağın fiyatı 12 liradan 1 liraya düşüyor. Bir romantik komedi tutunca herkes romantik komedi çekiyor. Dolayısıyla sorunun seyircide olduğunu zannetmiyorum. Tamamen yanlış kategorizasyondan kaynaklanan bir sıkıntı.
Peki, bu seyirci kitlesinin özelliklerini nasıl görüyorsunuz? Kadın-erkek yoğunluğu açısından bir gözleminiz var mı?
Bence TV’yi 30 yaş üzeri kitle izliyor. Türkiye’deki kadın-erkek eşitsizliği yüzünden TV başında zaman geçiren kadınların sayısı, erkeklerden daha fazladır muhtemelen. 30’dan daha genç kitle Instagram’da, Twitter’da 30 saniyelik, 1 dakikalık videoları izlemeyi tercih ediyor. Ya da diziyi TV’den değil, internet üzerinden izliyorlar. Bilgisayar, telefon ya da tabletlerinden.
Bu da izleme ve izlenme alışkanlıklarını değiştiriyor…
Kesinlikle. 30 yaş altı profil benim gözümde, çok zeki, seçici, ne istediğini bilen bir kitle. Diğer kitle öyle değil demiyorum tabii ki. Yalnız aralarında temel bir fark var. TV seyircisi kendisine sunulanı kabul ediyor. Daha iyisini ayrıca talep etmiyor.
Ama sunulduğunda daha iyisini de alabilir…
Neden almasın? Orada da genel refleks şu oluyor: “Ama bizimki çok AB kaldı.” Hayır, neden AB kalsın? Hikâye anlaşılmadı. Hikâyeyi ulaştıramadın, ulaştıramadık. Bizim arthouse sinemamızın bazı problemleri de bununla ilgili. Bize destek veren bir Kültür Bakanlığı yok artık. Bu bir kenara, bunun öncesinde de hikâyesinde çatışması olan çok az filmimiz var. Bu eleştiriyi dizi sektörüne yönelttiğimizde şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Çok ciddi bir senaryo sorunumuz var. Hikâye kültürü bu kadar zengin topraklarda yaşamamıza rağmen nasıl böyle bir sorun yaşıyoruz, anlamıyorum. Tabii bu noktada yapımcıların da çok büyük etkisi var. Onlar onaylamadıkları sürece senarist onlara tabi oluyor. Ve yapımcı ne ister acabayı yazmaya başlıyor. Sonraki adım, Ben neyi 10 bölüm daha yazabilirim? oluyor. Bunların hepsi senaristi bir yere kısıtlayıp kapatıyor. Dolayısıyla bizim hikâyemiz de güdük, boyutsuz, günü kurtaran şeyler oluyor. Aslında benim derdim, bu hikâyeler neden derinleştirilemiyorla ilgili de değil sadece. Bizim yazımımızla ve anlatımımızla ilgili de sorunlar var.
Anlatım dilimizle ilgili demek istiyorsunuz galiba?
Evet, anlatım dili, genel yapısı… Çok Amerikanız, çok formülasyon kokan şeyler yazıyoruz… Tamam, formül gerekli de artık bu formüller çalışmıyor. Çünkü tarif edilen formülasyonların çoğu kaç kere uygulanmış, artık şablon olmuş. Bakalım seyirci gerçekten istiyor mu bu şablonları? Elbette dizi senaryosu, film senaryosu gibi değil. Doğrusunun ne olduğunu yüzde 100 bilmiyorum ama doğrusunun bu olmadığından eminim.
İşçi Filmleri Festivali’ne ilk günden beri destek veriyorsunuz, bu festivalin de ayrıntılarını konuşalım biraz…
11 yıl oldu, İşçi Filmleri Festivali hayalimizdi okul zamanımızda.Ankara’da Halkevi sanat atölyesi kurmuştuk arkadaşlarımızla. Biz zaten öyle büyüdük, öyle büyüdüğümüz için sanatla örgütlenmeyi öğrendik. Derdimiz kavga etmek, sokakta insanların canını sıkmak değil, tam tersine can sıkanları toplumdan sanatla uzaklaştırmaktı. İnsanların sanat etkinlikleriyle bir araya gelmelerini sağlamak ve aslında oradaki bilinci, farkındalığı artırmak, toplumsal barışa katkı sunmak… Çıkış noktalarımız bunlardı. Bizi heyecanlandıran şeylerin peşinden gittik.
Nasıl bir yapıydı?
Sanat atölyesi, mahalleliyle ilişkilenen, onlarla birlikte bağlama, gitar, resim, dans dersleri, yeni oyunların çalışıldığı, oyun analizi, okumalar, söyleşiler bunların yapıldığı bir alandı aslında. Cumhuriyet sonrası Köy Enstitüleri’nde uygulanan modelin güncel bir versiyonuydu. Biraz daha çevrenin sorunlarını da çözebilmek derdimiz, iletişimle, paylaşarak, empati kurarak. Buna inandık, bir süre uygulamaya çalıştık fakat maddi-manevi uzun süre sürdüremedik. Sonra, bu Halkevi sanat atölyelerinden Türkiye’nin her yerinde olsa ve biz 81 ilin festivalini gerçekleştirebilsek diye düşünürken İşçi Filmleri Festivali harekete geçmeye başladı yavaş yavaş. İlk duyduğum zamandan beri de ya çalışanı oldum, ya sunucu oldum… Festivalin ücretsiz gerçekleşmesi, emeğin festivali olarak çıkması şahane. Marks, en örgütsüz, en eğitimsiz, en alttan kesimin en büyük etkiyi de doğuracağını söyler, önemli olan onların bir şey talep edip evriltiyor olmasıdır. İşçi Filmleri Festivali biraz onun da hikâyesi. Kolektif bir iş olduğu için bu bileşenleri de çok seviyorum.
Çok büyük bir emek var anladığım kadarıyla. Filmlerin çevrilmesi, görüntülenmesi, gösterimlerin birçok yerde yapılması…
Buralarda insanların nasıl çalıştığını biliyorum. Bizim sunduğumuz katkı; paylaşmak, haberdar etmek, video çekmek, çıkıp sunmak, röportaj vermek ama arka planda dev bir emek var. Herkesin katkı sunabileceği, herkesin desteğine ihtiyaç duyulan bir festival.
Dizi-film sektöründe politik duruşunuzun iyi ya da kötü algısı var mı?
İnsanlara karşı mesafenle, oluşturduğun diyalog biçimiyle değişkenlik gösteriyor. Ne ekiyorsan onu biçiyorsun. Ben kimseye, ağıza alınmayacak bir şey söylemem kolay kolay, sosyal medyada birine hakaret ederek kendi siyasetimi üretmem. Bizim Halkevciler olarak bir koltuk sevdamız yok, iktidarı ele geçirme heveslisi değiliz. Halkın yanında, herkese rağmen halkla hareket eden bir örgütüz. Bu siyasetten bağımsız, kişi olarak da böyle düşünüyorum zaten. Artık haberlerimizi yapmayan birtakım gazeteler, bizi çağırmayan birtakım TV’ler var, artık kültür-sanat programı yok ülkemizde. Bu sadece beni değil, bizi, bir kitleyi etkiliyor. Kendi jenerasyonunu yaratmak için eğitim sisteminden günlük hayata kadar adım adım ilerleyen bir strateji var zaten. Bu strateji de mutlu ya da mutsuz olalım, kınayalım ya da kabul etmeyelim, kendi ideolojisini tesis ediyor. Ne kadar canımı sıksa da hayatımı değiştiremiyor. Yok sayıyorum anlamında söylemiyorum bunu. Ben oyun yazmakla, sergiye gitmekle, destek vermemiz gereken bir yer varsa onunla ilgileniyorum, sürdürülebilir projeler üretmekle, sanatla ilgileniyorum ve gerçekten buraya konsantre olup motivasyonumu kaybetmek istemiyorum; ama gündemden kopmuyorum tabii ki. Hepimizin sözünün, duruşunun çok değerli olduğunu, bu değeri de her anlamda korumamız gerektiğini düşünüyorum. Ünlü olalım ya da olmayalım, üslubumuza, davranışımıza, duruşumuza dikkat edeceğiz ki gücümüzü koruyabilelim. Öbür türlü bizi tahrik edip işaretlemenin peşindeler zaten. Elimine etmeye çalışan sistemin oyunundan başka bir oyuna geçmek lazım. Çünkü onun oyununu onun kurallarıyla oynadığında zaten onun oyununun içinde olursun. Oyunun senin kurallarınla oynanması lazım, kendi oyununu kurman lazım. Ben de bunu yapıyorum, kendi hayatımı kuruyorum. Üç ayrı tiyatronun içinde bir şeyi devam ettirmeye çalışıyorum ortaklarımla birlikte. Moda Sahnesi’nde 12, Bursa’daki Sanat Mahal’de 10, DasDas’da 5, İhtiyaç Haritası’nda 8, toplamda 35 ortağım var. Minimum 30-35 insanla irtibatta oluyorum. Bu işlerin hepsini kendim yüklenmiyorum, hepsinde iyi bir ekip çalışmasıyla, güvenle ve birbirimize bırakarak hareket ediyoruz. Hayatımız, koşullar her an değişebilir, buna hazırlıklı olmam lazım. Bizim işin en zorlu tarafı, seni belli bir standarda alıştırması. O standardın bir günde gidebilecek olması. 1 gün değil ama 3 yıl iş yapma, gider. 10 yıl sonraya yatırım yapmak için birisi rüzgâr panelleri diker, kimi yatının keyfine bakar, kimi dört daire alır, değerlenmesini bekler, ben de böyle şeyler yapıyorum.
İhtiyaç Haritası’ndan da konuşalım biraz…
İhtiyaç Haritası, herkesin birbirini görebildiği, ihtiyaç listesini güncelleyebildiği bir alan… İdema Şirketi’nin sahibi Ali Ercan’la tanıştım. Beraber çalışır mıyız derken sürecimiz başlamış oldu. 1,5 yıllık çalışma sonunda İlksen Başarır, Ali Ercan, Elif Kalan, Güler Altınsoy, Hazal Dut ve benim katkılarımla İhtiyaç Haritası ortaya çıktı.
Dünyada böyle başka bir uygulama var mı?
Karşılaşmadık. Biz örnek almak üzerinden yola çıkmadık zaten. Özgün içerik olmasından kaynaklı Deusche Welle’nin yarışmasına katılıp ilk 3’e girdik. Kalkınma Ajansı’nın katkısıyla Birleşmiş Milletler’de bu projeyi anlattık. Google’dan, IBM’den destekler aldık, alıyoruz. Silikon Vadisi’ne gittik. Proje orada da çok beğenildi. Şimdi ABD’de bir belediye bu projeyi uygulamak istiyor. Önümüzdeki yıl İngiltere’ye gitmeyi planlıyoruz.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın elçisi olarak atandınız, İhtiyaç Haritası’yla bir ilgisi var mı?
Onunla dolaylı ilgisi var. Tabii ki atanmamın tek sebebi ben değilim. İhtiyaç Haritası’nı yaptığımız ekip, o ekiple yürüttüğümüz 2 yıllık çalışmanın sonucu olarak Türkiye’de ve dünyada dikkat çekmemiz. İhtiyaç Haritası’nın ilk sunumunu Birleşmiş Milletler Zirvesi’nde yapmıştık zaten. Sivil toplum alanında yaptığım çalışmaların sürekliliğiyle de ilgisi var. Birleşmiş Milletler’in kalkınma programında 2030’a kadar gerçekleştirilmesi gereken 17 hedef var. Bunların farkındalığını oluşturmak ve anlatmak için beni seçtiler. Bu hedeflerin içinde spesifik olarak yoğunlaştığım maddeler: Kadınlar, eğitim, kadın girişimi, çevre ve iklim sorunu, sanat. Kadın başlığı altında He For She kampanyasını çok anlamlı buluyorum. Çünkü kadın zaten kendi sorununa vâkıf. Bu, daha çok erkeklerin bilinçlenmesi ve nelere yol açabileceklerini görmesi bağlamında bir kampanya. 17 hedefin hepsi tabii ki çok önemli ama benim önce çıkaracağım maddeler bunlar. Yerel ve kültürel kalkınmanın kol kola gittiği, kalkınmanın en önemli ayaklarından birinin de kültürel kalkınma olduğunu düşünürsek şimdiye kadar yaptığım girişimlerde de sanata yatırım yapmış birisi olarak, bununla ilgili çalışma yürütme noktasında fayda sağlayacağımı düşünüyorum.
İşten çok bahsettik. İş dışında Mert Fırat’ın hayatı nasıl? Neler yapıyor?
Bana hep “Ne kadar meşgulsün. Ne kadar çok çalışıyorsun,” deniyor. Kimi aylar 10 gün, kimi aylar 12 gün oyun oynuyorum. Kalan günlerde dizi çekiyorum. Mümkünse reklam çekiyorum. Yazları mümkün olursa film çekiyorum. Ve inanır mısın, bunların hiçbiri bana iş gibi gelmiyor. İstanbul Modern’e gidip oranın herhangi bir noktasında oturup bir şeye saatlerce bakmayı çok seviyorum. Bunu trans gibi görüyorum. Salt Galata, Pera benim için öyle. Çağdaş sanat çok ilgimi çekiyor. Çok bilgili değilim ama okumalar yapıyorum. Gelen hiçbir sergiyi kaçırmamaya çalışıyorum. Gidemediklerime internetten bakıyorum. Yurtiçinde, yurtdışında bienal olduğunda haftalık programlarına mutlaka bakıyorum. 3-4 saatimi ayırıp dijital ortamda bile takip ediyorum. Ve beni çok etkiliyor, çok besliyor.
Oyun olarak neleriniz var?
Şu ara DasDas’da Joseph K‘da, Moda Sahnesi’nde ise En Kısa Gecenin Rüyası ve Bütün Çılgınlar Sever Beni oyunlarında oynuyorum. Benim oynamadığım ama yeni olan oyunlarımızdan da bahsetmek isterim. Moda Sahnesi’nde 12 Ekim’de Fırtına başlıyor. DasDas’da Çirkin adlı oyun, 5 Ekim itibarıyla başladı. Kasımda da Ahmet Mümtaz Taylan yönetmenliğiyle Dürrenmatt’ın oyunu Uyarca sahnelenecek. Yücel Erten’in çevirisi… Oyuncu kadrosunda da çok iyi isimler var: Tansu Biçer, Kanbolat Görkem, Mehmet Ali Nuroğlu, Arif Pişkin, Serhan Onat, Zamire Zeynep Kasapoğlu… Aynı zamanda DasDas’da House of Cards‘ın senaristlerinden Laura Eason’un oyunu Çok Satanlar‘ı İlksen Başarır çevirisiyle Tansu Taşanlar ve Oya Unustası sahneliyor.
Bu aralar dizilerden ne izliyorsunuz?
Hayat tempom nedeniyle çok dizi izleyebilen biri değilim. Sizden alayım öneri.
Yerlilerden “Vatanım Sensin”, yabancılardan “Borgen”…
Tamam, ben de onlara bakayım o zaman…
Röportaj, Episode Dergi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır…