Murat Serezli: Komutan Rolü Doğamın Parçası Oldu, İçgüdülerime Yaslanarak Oynuyorum
[highlight]”Savaşçı, büyük sözler söylemeye çalışan, gizli mesajlar içeren, algı oluşturmaya çalışan bir iş değil,” diyor Murat Serezli. FOX’un başarılı dramasında Kopuz Albay’ı canlandıran oyuncu, Dağ 2 filminde başlayan süreçte komutan rolünü bir nevi refleks şeklinde, içgüdülerine yaslanarak oynadığını belirtiyor. Serezli’nin sektörün bugünü ve geleceğine ilişkin de söyleyecekleri var…[/highlight]
Rolünü giymek tabirinin son dönemde televizyon ekranına yansıyan örneklerinden biri Murat Serezli. Dağ 2 filmiyle başlayan komutan rolündeki başarısı, kısa zamanda önemli reytinglere ulaşan Savaşçı dizisindeki yorumuyla zirveye ulaştı. Hayatının her anını müthiş bir disiplinle dolduran Murat Serezli’yi konuk ettik; Savaşçı‘yı, dizinin satır aralarını, günün politik ve sosyokültürel durumu çerçevesinde konuştuk. Ders niteliğindeki sohbeti, Serezli’nin hayata ve sanata dair özel notlarıyla doldurduk.
Röportaj: Koray Sarıdoğan
“Savaşçı” dizisi de, sizin canlandırdığınız karakter de büyük beğeni topladı. Sanıyorum sizin kariyerinizde de farklı bir yerde duruyor, “Dağ 2″deki ve bu dizideki karakterleriniz. Nasıl oldu rolü kabul etme süreci?
Dağ 2 filmi elbette kariyerimin incisi. Başrolünde oynadığım bir filmin 2016 yılının en yüksek gişesini yapan filmi olması, 3,6 milyon kişi tarafından izlenmesi ve nicelikler dışında gerek seyirci gerek de sektör tarafından takdirlerle karşılanması oyunculuk yaşamımda kuşkusuz bir dönüm noktası. Hazırlık aşamasıyla birlikte hayatımın 8 ayını, büyük bir adanmışlıkla çalışarak ayırdığım bu parlama-yaratıcı iş için teşekkür etmem gereken kişi ise filmin yazarı/kurgucusu/yönetmeni Alper Çağlar.
Kısmen Dağ 2‘nin açığa vurduğu ilgiyle ivmelenen askeri temalı TV projelerinden Savaşçı‘dan teklif gelince, sinemada daha yeni oynadığım ve bu kadar dikkate mazhar olmuş bir karakterin mesleğinin aynısını, hemen onun üstüne ve bu kadar kısa zaman sonra TV mecrasında yapıp yapmamayı çok düşündüm. Aksiyon işlerine her zaman hevesim yüksektir. Ve Atatürk ilkelerine bağlı, kahraman ÖKK komutanı rolünü oynamayı ve o komutanların yaşadığı zorlukları, içsel çatışmaları keşfederek resmetmeyi sevmiştim. Elbette çok derinlemesine ön çalışma ve araştırmalar yapmıştım Dağ 2‘deki rolüm Veysel Yarbay için. Özetle istekli ve tamamıyla hazırdım.
Önümdeki asıl zorluk, aynı mesleği ve ilk bakışta saçıyla, kıyafetiyle dıştan aynı görünen bir adamı -ki askerlik mesleğinde bunlar biçimsel olarak diğer her mesleğe göre en eşbenzer durumdadır- görünümümde değişiklik yapabilme avantajı olmadan farklı bir karakter olarak oynamayı başarabilmekti. Ama bunun kendisi de bana cazip gelen bir oyunculuk sınavı olacaktı zaten. Zorlukları severim.
Bugüne kadar anlaştığım her projede olduğu gibi projenin içeriğini ve prodüksiyon unsurlarını dikkatle inceledim. Sadece senaryoyu ve genel hikâyeyi defaten okumakla kalmayıp işin temelinde dikkate alınan düşünceleri ve dizinin gidişatıyla ilgili tahminleri yapabilmek için yazarının, yapımcısının duruşunu da göz önüne aldım. Bence çok iyi hazırlanmış, planlanmış ve karakterleriyle, gündeme bakışıyla, söyleviyle benim için doğru yerde duran bir projeydi. Yapım şirketine, yazarına, senaryo danışmanına, yönetmenine ve yayıncı kanalına huzurla güven duyarak el sıkıştım.
Ailesinde askerlerin olduğu ve hatırı sayılır bir süre askeri lojmanda yaşamış biri olarak söylemem gerekir ki gerçekten rolü giymiş durumdasınız, bir komutan nasıl yürür, bakar, konuşur, bağırırsa öylesiniz. Askerliği gerçekten bir meslek olarak yapmak ister miydiniz? Diziden önce veya sonra böyle bir şey geçti mi içinizden?
Çok teşekkür ederim. Gerçekten de hem Dağ 2 hem Savaşçı‘daki performanslarım üzerine seyircilerden sayısız miktarda aldığım ve beni bir oyuncu olarak en mutlu eden övgüler, gerçek bir komutan gibi olduğum yorumu ve “Adam oynamıyor, yaşıyor,” iltifatı. Oyunculuktaki en büyük hedef de bu değil midir zaten? Gerçek olmak! Aslında bir metin doğrultusunda oynamanın yapaylığını minimuma indirebilmek.
Oynamıyor olma durumunu sağlayabilmenin en işleyen yolu da, gerçekten de artık oynamaya çalışmamak bence. Biz oyuncular çok fazla şey yaparız oynarken, halbuki gerçek insanlar çok az şey yapmaktadır. Dururlar, sadece bakarlar, düşünürler… Ve her düşündükleri şey yüzlerine yansımaz. Sürekli hareket etmez, sürekli konuştukları kişiye bakmazlar. Ben de artık her bir anımda şöyle bakayım, şu mimiği yapayım, lafımı şu vurguyla şöyle söyleyeyim gibi hazırlıklarla kurmuyorum oyunumu. Sadece karakterimin o sırada içinde bulunduğu anın planlanmış doğruluğu içinde, samimiyetle yaşamaya çalışıyorum. Dağ 2‘ye hazırlık sırasında yaptığım, gerek duygusal gerek entelektüel onlarca saatlik araştırma ve idmanlar sonucunda, komutan rolü benim doğamın bir parçası oldu. Bir nevi refleks şeklinde, içgüdülerime yaslanarak oynuyorum artık.
Askerliği meslek olarak yapabilir miydim? Hayata karşı sorumlu ve çevre bilincine sahip her birey, ailesinin hemen ardına vatanının selametini koyar. Ve vatana hizmetin en temel, en yalın noktası da askerlik olarak tanımlanır. Ama askerlik mesleğinde olmanın onurunu ve şerefini bir kenara koyarsak; askerlik benim meslek olarak tercih edebileceğim bir şey değil. Uyum sağlayamayacağım kuralcı ve nesnel yapısını kastetmiyorum elbette. Aldığınız sorumlulukların tehlikeli boyutundan, yaptığınız hataların olası bedeline; mücadele ettiğiniz duygularınızdan, yaşayacağınız candaş kayıplarına kadar, askerlikten daha zor bir meslek düşünemiyorum.
Tam asker dizilerinin farklı yaklaşımlarla ele alınmaya başladığı bir süreçte böyle bir projede yer almanın risklerini düşündünüz mü? Yani en baştan “Savaşçı” projesini farklı kılan neydi sizin için?
Aklımın elverdiği ve tecrübemin yettiği her şeyi düşünmeye, değerlendirmeye çalıştım elbette. Hayatta hiçbir alanda riski yok etmek mümkün değildir; ancak azaltabilir, kontrol altına almaya çalışabilir, nihayetinde de kısmen bedeliyle göze alırsınız. İlk soruda cevap verdiğim konular, yani dizinin içerik boyutu, söylemi, neyi hangi dengelerle nasıl söyleyeceği ve bunların benim hayat görüşüme/duruşuma uygunluğu en inanmam gereken şeydi. En elzem olan buydu. Bu anlamda yazarımız Süleyman Çobanoğlu ve senaryo danışmanımız Ahmet Yurdakul’un varlığı çok etkili oldu. Yapım şirketimiz Limon Film’in prodüksiyona ayırdığı bütçe, kurduğu ekip ve planladığı yapım kalitesi üst standartlardaydı. Kişisel açıdan da benim rolümün derinliği, çok iyi yazılmış bir karakter olması ve dramadaki ekseni benzersizdi. Hepsi yetenekli ve doğal oyunculuk tarzını benimsemiş oyunculardan oluşan cast, aralarında olmaktan mutluluk duyacağım kişilerden oluşuyordu.
90’larda TV’lerde Mehmetçik programları izlerdik. Orada daha çok evlerinden ailelerinden uzak erlerin “vatan borcunu ödeme” süreçlerine odaklanılırdı. Bugün farklı asker dizilerinde, aynı asker ve aynı ordu farklı yaklaşımlarla ele alınıyor. Bu yaklaşımların çeşitliliğini nasıl yorumlarsınız? Bir zenginlik mi yoksa bir toplumsal anlaşmazlık hatta ayrışma mı var burada sizce?
Benim gözlemleme fırsatı bulduğum projeler arasında -ki izleyebildiğim kadarlık bölümlerine bakarak- aynı asker için farklı yaklaşımlar olduğunu düşünmüyorum. Özünde hepsi kahramanlık öyküleri. Bir yandan da o askerlerin insan hikâyeleri. Türk ordusuna bakış konusunda toplumun genelinde bir anlaşmazlık olduğunu da düşünmüyorum. Elbette burada bir röportaj sorusuna sığdıramayacak kadar çok ayrıntı var artık. Ayrı projelerde bazı yan unsurların, değerlerin farklı seviyelerde öne çıkarılmasında bir farklılıktan bahsedebilirim ancak. Bu da sanatın zaten kendisinde olan ve subjektif doğasının içinden sökülemeyecek olan ayrışmanın ta kendisidir. Herkes, her söyleyecek sözü olan, düşüncelerini herhangi bir yöntemle genele aktarırken -ki buradaki örneğimiz drama ya da sanat- bunu kendi benimsediği/inandığı doğrular ışığında ve ağırlıklar oranında yapacaktır. Buna bir zenginlik de diyebilirsiniz; sanatsal söylem zenginliği. Ha, buradaki motivasyon, politik bir yaranma olduğunda zaten orada sanat yok olmuştur benim için.
Türkiye’nin politik ve sosyolojik durumunu göz önüne aldığınızda “Savaşçı” dizisi ne vaat ediyor sizce? Daha doğrusu, vermek istediği mesajla mı yoksa hikâyesiyle mi daha ilgilisiniz?
Savaşçı dizisi, gösterdikleri kahramanlıkları sadece yüzeysel olarak duyabildiğimiz ama toplulumuzda hayranlık ve saygı uyandıran Bordo Bereliler’in gerçek yaşamlarına seyirci için ışık tutmayı vaat ediyor. Arazide türlü zorluklarla ne şekilde mücadele ettiklerini gösterirken, bir yandan da asıl bilinmeyen bir katmanın üzerini açarak onların sivil hayatlarındaki hallerini, tim içi ilişkilerini, diken üstünde yaşayan ailelerini, aşklarını, dertlerini, acılarını, mutluluklarını göstererek onları insanlaştırıyor. Dünyanın en zor mesleğinin doğasını ve o kahramanları anlayabilmemizi vaat ediyor. Dizimizin üzerine kurulduğu temel ilkelerde kaba hamasetten, siyasi göndermelerden, provokatif mesajlardan, etnik milliyetçilikten kesinlikle uzak durmak var. Savaşçı, büyük sözler söylemeye çalışan, gizli mesajlar içeren, algı oluşturmaya çalışan bir iş değil. Bu, elbette, mesajı olmayan bir iş olduğu anlamına gelmez. Önermesi olan her anlatı, nihayetinde bir mesaj içerir. Şahsen ben, bugüne kadar içinde olduğum tüm işlerde genel mesajın ne olduğunu, hikâyenin ya da rolün güzelliğinin önünde tutmuşumdur. Benim inandığım sanatçı sorumluluğu bunu gerektirir. Bu hassasiyetle bugüne kadar reddettiğim çok sayıda iş, belki de kariyer çizgimin olabileceğinden daha yavaş tırmanmasına sebep olsa da.
Peki, buna bağlı olarak dizilerin bugün kamuoyunu yönlendirebileceğini, iyi/doğru mesajlar vererek bir şeyleri değiştirebileceğini düşünüyor musunuz?
Kamuoyu oluşturma konusunda bence asıl etkin ve tehlikeli olan, haberlerin halka sunum şeklidir. Manipüle edilen realiteyle halkın düşünceleri bir yönde toplanıp konular üzerine bir kamuoyu yaratılabilir. Ama diziler ise baştan zaten bir hikâye anlatmaktadır. Biçemi budur ve hikâye izlerken seyirci bunun bir kurmaca olduğu aklının bir köşesinde sürekli tutar. Ülke gündemiyle ilgili görüşünü/oyunu, özdeşleştiği dizi karakterine göre belirlemez. Ama geldik dizilerin asıl etki alanına: Bence diziler kamuoyunu şekillendiremez ama kamuyu şekillendirir. Hayatta olası sosyal durumları ve sorunları bize örnekleyerek, yaşamış olduğumuz ya da henüz yaşamadığımız ama hepsini yaşayarak deneyimlemeye hayatımızın süresinin yetmeyeceği kadar çok durumu ve onlar karşısında ne yaptığımızda ne gibi sonuçlar doğduğunu simule eder. Bu yolla da bir davranışlar haritası sunar. Herkes için sosyal yaşamı öğrenme kaynakları, başat olarak sosyal ortamlarda bizzat deneyim yaşamanın ardından, aile içi eğitim, dinlenen anılar ve nihayetinde roman-dizi-sinema ya da oyun olsun tüm kurmaca eserlerdir. Ergenlikteki ya da kapalı ortamlardaki bireyler için bunlar daha da önem kazanarak bir rehber teşkil eder. Tiyatronun tarihin en eski mesleği oluşunun nedeni de budur. Mağarada oynanan avın nasıl başarıyla sonuçlandığını öğreten ilk gösterilerden, Yunan tiyatrosuyla çıkan katharsis kavramına kadar, sosyal bir canlı olan insan, sosyalliğin inceliklerini kurmaca aracılığıyla gözler. Davranış olasılıklarını sonuçlarıyla görür; yordam öğrenir. Çok yüzeysel ve uç bir örnek olacak ama… Çözüm için ahlak dışı yollara sapan karakterlerin, içinde bulundukları sorundan mutlulukla ve hatta kazançla çıktığını defalarca izlersek, o yol, bizim için mubah görünmeye başlar. Bunu, bundan önemsiz tüm durumlar için küçülterek örnekleyebiliriz. Kaldı ki TV, mevcut en büyük kitle iletişim aracı. Yani içindeki bitmek bilmeyen içerikler sayesinde bize ait olduğumuz kitlenin bilgisini, değerlerini ve imajlarını, bunların önem ağırlıklarını sunuyor. Ve tüm bunların içinde eridiği hikâyeleri sırasında bilinçaltımızda insanların çoğu ne yapıyor/ne düşünüyor? kodları tanımlıyor.
“Savaşçı”, verdiği mesaj itibarıyla ölümü/savaşı yüceltme, militarizm konularından ziyade hayatta kalma, birlikte yaşama, vatanseverlik noktalarına vurgu yapıyor. Yine de sözkonusu eleştirilere karşı tutumunuz nasıl?
Askeri bir iş çekip de bu eleştirilere maruz kalmamak imkânsızdır. En antimilitarist film bile sahip olduğu savaş sahneleri yüzünden ikiyüzlü ve militarist olmakla suçlanabilir. Savaşçı dizisinin antimilitarist olduğunu söylemiyorum. Hatta sinemada Full Metal Jacket gibi antimilitarist örnekler yapılabilmesine rağmen, projenin tamamen bu amaçla tasarlanmış olması haricinde, TV’deki işlerin antimilitarist olamayacağını düşünüyorum. Hele bir de aksiyon işiyse. Çünkü film süresi içinde, filmin tüm hikâye örgüsünde belli bir omurga-mesaja bağlı kalabilirsiniz. Ama dizilerin karakter evreni ve süresinin büyüklüğü her şeyden bahsederken, sizin o ana mesajınızı flulaştırır. Bir aksiyon işi, aksiyonun kendisi olmadan, askeri iş de askeri operasyon sahneleri olmadan yapılamaz. Bunun olabilmesi için de sunulmuş kötüler günün sonunda kahraman öznelerimiz tarafından yenilecektir tabii ki. Bunu yaptığınız anda ve hatta erkeklik, kahramanlık, onur gibi kavramları kattığınız anda militarist oldunuz bile. Ama demeye çalıştığım, Türk ordusunu anlatan bir aksiyon-drama TV işi yaparken bu malzemeyi kullanmaktan kaçınamazsınız zaten. Şimdi burada asıl incelikler girer devreye. Bunu Rambo gibi de yapabilirsiniz, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi de, Platoon gibi de. Hangi temaların tuşlarına ne uzunlukta basacaksınız, hangi sahneleri nasıl bir yorumla göstereceksiniz, olayların sonuçlarının hangi kısımlarına hikâye kameranızı çevireceksiniz..? Kaldı ki bunlar bir de çağa, kültüre ve eğitime göre değişimler gösteren ölçütlere sahip. Size dün yüceltme gelmeyen şey, bugün ise aşırı gelebilir. Günümüzün dengelerine göre Savaşçı dizisi benim için savaş güzellemesi yapan bir yerde durmuyor. Savaş anlarını, operasyonel başarıyı daha hızlı geçip kardeşliği, fedakârlığı, sahip çıkmayı, kahramanlığı, milli ve ulusal duyguları işliyor. Milyonlarca seyircimiz var ve hepsinin zevkleri, demin belirttiğim ölçütleri, kodları farklı farklı. Bu yüzden de eleştirilere açık olmamam sözkonusu değil.
Sina Koloğlu “Kopuz Albay Evlenir mi?” başlıklı, pek de mantıksız gelmeyen bir yazı yazmıştı? Ne dersiniz, evlenir mi, evlenmeli mi?
Kopuz Albay uzun yıllar önce eşini ve çocuğunu kaybedişinden beri yalnız yaşayan, mesleğiyle evli birisi. Ama hepimiz tahmin edebiliriz ki, drama kuralı gereği, bu kadar zaman münzevi bir hayat yaşadığı tanımlanan bir ana karakterin karşısına, eninde sonunda onun dengesini altüst edecek bir kadın çıkacaktır. Ve bu kadın, gerek karakteriyle gerek görüntüsüyle bu adamı tekrar sevebilmeye teşvik edecek çarpıcı özelliklere sahip olacaktır. Diziden ipucu verdiğimi sanmayın, hiçbir plan yok henüz. Kopuz’u otoritesiyle komuta ederken, operatör hassaslığında savaşırken, askerlerine yüreğinden konuşurken gören ve seven seyirci, onun nasıl bir sevgili olduğunu, aşkını nasıl yaşadığını da merakla izleyecek, bu kadar zaman yalnız olan bir adamı bir aşkın içine çekebilen kadının özelliklerini de dikkatle inceleyecektir. Evlenip evlenmeyeceği konusunda ise “Bence çok zor evlenir,” diyebilirim. Eşinin yasını ve alamadığı intikamını içinde çok taze tutuyor çünkü. Ama nihayetinde… Aşk!
Sektöre dair genel bir soru: Son 10-20 yıllık süreci düşündüğümüzde yerli dizi sektörünün geldiği ve gittiği noktayı nasıl değerlendirirsiniz?
Tüm prodüksiyon, reji ve oyunculuk kalitesi açısından daha çok sayıda dünya standartlarında dizi çekiyoruz artık. Kamera, lens, ses ve montaj alanında son teknoloji ürünleri kullanabiliyoruz. Birçok ülkeye dizilerimizi ihraç edebiliyoruz, bu sayede kimi yapımcılarımız çok yüksek bütçeli prodüksiyonlar tasarlayabiliyor. Süresi iyice uzamış dizileri çekebilmek için artan dizi bütçeleri yüzünden, düşük reytingler karşısında dizilerin yayında kalabilme payı eskiye göre çok daha azaldı. Ve son 10 yıla göre, yılda daha az sayıda dizi çekiliyor. Ama çekilenlerin büyük çoğunluğu daha kaliteli işler, çünkü doğal olarak incelikle seçiliyor. Buna karşın sektörde endüstrileşme hâlâ olması gereken yerden uzakta. Seyirci tarafındaysa artık çok daha geniş bir kesim, dizileri programlı TV yayınından değil, istediği zaman internetten izliyor. Diziler sosyal medyanın gücünü daha çok kullanıyor. Reyting ölçüm panelinin son halindeki izleme eğilimlerini kimse anlamadığını söylüyor. Beni ise bu Türkiye maketinin kendisinin tartışmalı olmasından çok, sadece 2 bin 200 civarında olduğu söylenen hanenin, tüm Türkiye’nin ne izleyeceğine karar veriyor olması üzüyor. TV’nin genç kuşakları şekillendirebilmesiyle ilgili dediklerim nedeniyle… Her tekil TV ünitesinin ve internet izlemelerinin ölçülebileceği günlerin gelmesini arzu ediyorum.
Yerli ve yabancı kaynaklı dijital TV platformlarının Türkiye pazarında yer almasını nasıl buluyorsunuz? Sizce sektöre ve dizi kalitelerine dair sorunları değiştirebilecek unsurlar mı bunlar?
Yeni mecralari yeni dinamikleri ve imkânları beraberinde getirir. Ve yeni özgürlükleri de tabii ki. Dizilerin 45 dakika olması belli ki kanalların maliyetlerini kurtarmıyor ya da dizilerin kısa sezonlu olması ve belli sayıda bölümde bitmesi de yapımcıların başlangıç yatırımını kurtarmıyor. Dijital platformlardaki gelir modelleri büyüyüp imkân verdikçe, mini dizileri de, normal bölüm sürelerindeki dizileri de, yaş sınırı yüzünden TV’de yayınlanamayacak işleri de, hatta tür ve konu açısından genelgeçer TV kitlesinin almadığı ama spesifik kitlelerin pekâlâ çok ilgisini çekebilecek yapımları da bu platformlarda görebilecek olmamız sayesinde, dizi sektörümüzün içinde bulunduğu konu ve biçim güdüklüğü sorunu ortadan kalkacaktır. Korku-gerilim dizileri, daha derin şeyler söyleyen felsefi diziler, bilimkurgu dizileri, TV seyircisi için sert temalara dokunan diziler hep dijital platformlar sayesinde olası olacak. Kimi iyi yazılmış ve iyi oyuncular tarafından oynanmış diziler, hikâyesini daha açamadan reytinge kurban gitmeyecek; kamera önü veya arkası sektör çalışanları TV tipi işlere mahkûm olmayıp yapmayı hayal ettikleri türdeki işlerin peşine takılabilecekler.
Şu an yerli dizi sektöründeki en önemli sorun ne sizce ve nasıl çözülür?
Dizi süreleri tabii ki. Yıllardır içinden çıkılmaz bir kilit içinde sektör. Ve benim öğrenebildiğim dinamiklerden anladığım kadarıyla; yapımcı, yayıncı ve reklamverenin her şeyi paradoksal bir şekilde birbirinin ardına bağlı olduğu için sadece altı günde dünyanın en uzun dizilerini çekip montajlayabilen tek sektörüz. Artan maliyetleri reklamla çıkarabilmek için uzatılan dizi sürelerini çekebilmek için maliyetlerin artması gibi daha bir sürü birbirine bağlı etken var: Yurtdışı satışları, reyting bonusları, girilebilen maksimum reklam süresi, uzun dizilerin reytingdeki karşılığı, reklam bedelleriyle reytingin bağıntısı gibi. Ama hepsinin sonucunda bunların yaratıcı/üretici ekiplerdeki yansıması yıkıcı. Yazarlar, bu sürelerdeki dizileri her hafta yazmaya çalışırken yaratıcılıklarını eritiyor; yönetmenler, tarzlarını konuşturabilecekleri biçimleri bırakın, işin tamamını idare etmeye ve çekmeye imkân bulamıyor; oyuncular, performanslarını yeterince irdeleyip derinleştiremiyor. Ve herkes ama herkes uykusuz, sosyal hayattan ve ailelerinden yana yoksun; çok uzun mesailer yapan ama gösterdikleri tüm özverili çabaya rağmen işlerinin kalitesinden ve sanattan yeri gelince ödün vermek zorunda kalan kişiler. Çözüm? Dijital platformlar bir nefes olacak umudundayım. Bu sene çok iyi işler yapıldı. TV’de ise benim kıt bilgimle anlayabildiğim kadarıyla, tahminimce reklamın birim fiyatının artması şartlardan biri gibi görünüyor. Reklamveren tarafından düşünürsek de, bunun için yayınlanan her bir reklamın halkın alım tercihlerinde daha büyük bir etkiye dönüşmesi gerekli. Buyurun; dizilerin uzunluğu gelip halkın alım gücüne de yaslandı. Halka düşen bir ödev de, kısa dizilere sahip çıkmaları, iyi reyting yaptırmaları.
Türkiye’de matbu bir dizi kültürü dergisi çıkmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Her bilgi kaynağının, derginin ve kitabın basılı olmak zorunda olduğu internet öncesi devirde çocukluğunu ve gençliğini geçirmiş birisi olarak, dergileri ve kitapları elimle tutmaya hâlâ düşkünüm. E-book, e-mag, tablet, PDF, CBR, MOBI, EPUB vs. her yeni teknolojiyi çıktığı andan itibaren kullanmama rağmen dergiyi eline alıp okumak gibisi yok. Basılı yayınların tüm dünyada azalmasını bu yüzden üzüntüyle karşılıyorum. İngiltere’yi ise kıskanmamak mümkün değil çünkü ne kadar sinema, oyun, teknoloji, bilim, dijital sanat dergisi varsa en çok orada basılıyor. Yepyeni bir dergi olarak Episode’u ilk çıktığı ay fark ettim ve ilk sayısından beri alıyor, baştan sona okuyor ve arşivliyorum. İçindeki özel dosyaları zevkli, röportajları doyurucu, çift taraflı okuma yapısını da çok akılcı buldum. Dileğim, Episode Yerli’ye ayrılan sayfa sayısının çoğaltılması ve derginizin çok uzun bir yayın hayatının olması.