‘The Penguin’: Gotham İçinde Açılan Farklı Kapılar ve ‘The Sopranos’a Göz Kırpan Bir Mafya Hikâyesi
Olsa Olsa Büyüdür: Lumiére!
Sinema ve büyü sözcükleri yan yana çok kez kullanılmıştır. Sinemanın büyülü bir dünya yarattığını söylemek kulağa hoş geldiğinden mi bilinmez ama ilk kez film izleyen insanlar için sinema sahiden büyü gibi bir şeydi, bu dünyaya ait değilmiş gibiydi. Belki de “sinemanın büyüsü” lafı, o perdede oynayan görüntüleri ilk kez görenlerden bu yana gelmiştir; “Bir şey gördüm, olsa olsa büyüdür,” diyen ilk sinema seyircisinin söylediklerini tekrarlıyoruz.
İlk büyücülerse Lumiére kardeşler. Şu hikâyeyi duymayan yoktur herhalde; ilk film gösteriminde perdede gara giren treni görünce insanlar kaçışmaya başlamış, trenin üstlerine gelmesinden korkmuşlar. Hah, Lumiére kardeşler o filmi gösteren büyücüler. Sahiden de ilk kez hareketli görüntüyle tanışan insanların kaçıştıklarını düşünmek tuhaf değil. Bugünün insanları için her yere taşınabilen aygıtların ekranlarından dünyanın istediğimiz bir köşesinin görüntülerini görmek olağandır, büyü değil; basbayağı teknoloji, bilim, büyük şirketler, çılgın paralardır. O günün insanı içinse henüz şirketler, internet platformları, teknolojiden böylesi para kazanma hali diye bir şey düşünülemezdi.
Ama bir düşünen oldu elbet; Edison. Sinemanın ilk büyücülerinden Edison’u yine kendisinin icat etmediği ampulle tanırsınız. Bilimi para olarak gören bu tipleme bugünün insanına daha tanıdık bir sima. Hareket gösteren oyuncaklara benzer kameranın atalarını gördüğünde şöyle dedi Edison; “Bu işte iyi para var, ha!” İcat fabrikası kuran kurnaz Edison, sinemaya pek gönül vermiştir! Lumiére’leriyse yukarıdaki anekdotla tanırız ama gerçekten haklarını vermiyorduk. Bu sene bir Lumiére çılgınlığı yaşanıyor, her yerde filmleri gösteriliyor. Sonunda sinemayı icat eden büyücüleri tanımaya başladık.
Öyleyse gelelim esas meselemize: Turkcell TV+ kataloğunda, Lumiére Kardeşler (Lumiére!) adında bir belgesel yer alıyor. Belgeselin görüntüleri Lumiére’lerin çektiği filmlerden oluşuyor, dış sesle neyi nasıl çektiklerini öğreniyoruz. Dış ses, filmin yönetmeni de olan Thierry Frémaux’ya ait. Frémaux, Lumiére Enstitü’de çalışan bir sinemacı, Lumiére’ler hakkında en güvenilir kaynaklardan biri olduğu kesin yani. Aynı zamanda arşiv görüntülerinde Martin Scorsese ve Pierre Bellingard’ın da katkısı var. Belgeselde Lumiére’lerin sinematografla çektikleri filmcikleri izleyebilirsiniz. Nedir bunlar? En çok anlatılanı “Trenin Gara Girişi”dir ama esasında Lumiére’ler ne buldularsa çekmişler. Kardeşlerden birinin bebeğine yemek yedirmesi, dünyanın ilk komedi filmi hortumla bahçıvanı ıslatıp sinirlendirme, gündelik hayatın içinden tam yüz sekiz an var bu içerikte. Ama benim en sevdiğim “Fabrikan Çıkan İşçiler” (1895) ki belgesel de bu filmi ve varyasyonlarını anlatarak başlıyor. Dünyanın ilk sinema filmi; “Fabrikadan Çıkan İşçiler”!
Kendi adıma romantik bir yaklaşımla bakmak isterdim bu meseleye ama Lumiére’ler işçilere bayıldıklarından çekmediler. Fabrika kendilerinindi ve gördükleri her şeyi çektiklerinden -bir de estetik olarak o akıcılığı sevmişlerdir, akıllarına ilk gelen şey olabilir- bu filmi çektiler. Yine de Lumiére’ler sinemayı yalnızca sinematografı icat ederek ve Edison’u geçmeyi başararak yaratmadılar. Kesinlikle tutkulu insanlardı. Büyü yapmadıklarını biliyorlardı. Bu iş hoşlarına gitmişti ve durmadan çektiler. Türkiye Sineması’nda, bağımsız yapımlarda maliyeti düşürmek adına anasını, babasını, kardeşini, kaynını oynatıyor ya yönetmenler, onlar gibi bütün akrabaları sıraya dizdiler. Kimi zaman bayağı kurgulu işler yaptılar; “Bak Hayri Dayı, sen şimdi hortumu tut. Bizim oğlan ayağıyla hortuma basacak, sen su geliyor mu diye bakınca da bırakıp seni ıslatacak. Hah, anladın mı? İyice ıslat yavrum, Hayri Dayı’yı. Dayı, sen de yakalamaya çalış, şöyle biraz poposuna vur, şahane.”
Lumiére kardeşler, bana kalırsa film çekerken iyi eğlenmişlerdir. Dünyada bir ilki yapıyorlardı ama ne kadar büyük bir işin başlangıcında olduklarını biliyorlar mıydı yoksa daha mı sade bakıyorlardı acaba? Sonraki büyücüler daha kırık insanlardı, insanlık Ay’a seyahat etmeden Ay’a Seyahat (1902, Melies) diye film çekecek kadar hayal gücüne sahip insanlar sinemayı eline aldı. Koca koca makinelerle üç saatlik film çeken büyücüler (Griffith, Bir Ulusun Doğuşu, 1915) devamını getirdi. İşte bu yüzden sinema tarihi, büyü değil belki ama birilerinin hayallerini anlatıyor. İlk hayalperestler Lumiére’lerle tanışmak için geç değil. Çektikleri filmleri de bence bu gözle izleyin, ilk film seyircisinin gözüyle, ilk sinemacının eğlenceli yaramazlığıyla…
Bu yazı, Episode’un 47. sayısında yayımlanmıştır.