Romandan Ekrana: The Man in the High Castle
ABD’nin başkenti Washington D.C. 1945’te Alman yapımı bir atom bombasıyla yerle bir edildi. Almanya, İtalya ve Japonya’ya karşı savaşan Müttefik Devletler II. Dünya Savaşı’nı kaybetmişti. Pasifik ve Atlantik kıyılarından işgal edilen ABD’nin batı yakası Japon İmparatorluğu’nun, doğu yakasıysa Nazi İmparatorluğu’nun hükmü altına geçti. İki imparatorluğun ortasındaysa Rocky Dağları boyunca uzanan, kaderine terk edilmiş bir tarafsız bölge vardı.
Müttefiklerin yenilgisinden sonra, en fazla on sene içinde dünya tamamen değişmişti elbette. Savaştan önce önemli bir politika, kültür ve ekonomi merkezi olan New York, savaştan sonra da önemini koruyordu ancak Times Meydanı artık Nazi bayrakları, propaganda posterleri ve “swastika” yani gamalı haçlarla donatılmıştı.
Manhattan’ın doğu yakasında, doğu nehrinin kıyısında New York’un en uzun gökdelenlerinden biri SS karargâhı olarak kullanılıyordu. Binanın ortasında, en tepeden aşağıya kadar uzanan bir Nazi sancağı vardı ve binanın tepesine Nazilerin simgesi olan şah kartal heykeli yerleştirilmişti. Özgürlük anıtının meşalesi elinden alınmıştı, Lady Liberty artık Hitler selamı veriyordu.
ABD’nin batı yakası da değişimden nasibini almış, San Francisco, Japon Pasifik Eyaletleri’nin başkenti haline gelmişti. Şehir, savaştan önce zaten Asyalı göçmenlerin yoğun olarak tercih ettiği bir yerdi. Dolayısıyla savaştan sonra Japon İmparatorluğu’nun bölge halkını asimile etmesi çok zor olmamıştı. San Francisco’nun ünlü yokuşlu caddeleri artık Japonca afişler, yön işaretleri ve tabelalarla doluydu. Golden Gate Köprüsü’nde Japon amblemi vardı ve Japonların ağır savaş gemisi Yamato’yu köprünün altından geçerken görmek mümkündü.
Oysa Amerikan kuvvetleri tarafından 11 torpido ve 6 bombayla vurulan Yamato, 1945 yılında batmıştı. Atom bombası Washington’a değil, Hiroşima’ya atılmıştı ve Nazi İmparatorluğu Hitler’in de intiharıyla son bulmuştu. ABD, II. Dünya Savaşı’ndan galip çıktıktan sonra kendisini Soğuk Savaş’ın eşiğinde ve siyahilere karşı yapılan ırkçılık politikalarının ortasında bulmuştu. Ancak yine de bu dönem ABD için Chevrolet arabalar, rock’n’roll ve renkli kıyafetlerle şekillenen iyimser bir dönemdi.
Yukarıda betimlediğim dünya, yazar Philip K. Dick’in, “Farz edelim ki Hitler kazandı, peki o zaman ne olurdu?” sorusuna cevaben yarattığı bir dünya. The Man in the High Castle (Yüksek Şatodaki Adam) gibi alternatif tarihi konu alan kurgu eserler tam olarak bu gibi soruları sorar ve bu sorular tarih boyunca sıkça sorulmuş sorulardır. Büyük İskender Roma’yı fethetmeye çalışsaydı ne olurdu? Napolyon Waterloo Savaşı’nı kazansaydı Fransa için bu ne anlama gelirdi? Bu gibi alternatif tarih senaryolarına yol açan en popüler soruysa şüphesiz, “II. Dünya Savaşı’nı Naziler kazansaydı ne olurdu?” sorusudur.
Philip K. Dick’in eserleri hak ettiği ilgiyi gerçekten de görmemişti
Bilimkurgu edebiyatının önde gelen isimleri arasında yer alan Philip K. Dick, 1928’de Chicago’da doğdu ve 53 yaşındayken geçirdiği felç sonucunda hayatını kaybetti. Dick, hayatına 44 roman, 120’den fazla hikâye sığdırdı. Bilimkurgu tarzında eserler çıkarıyordu ancak bunlar, geniş bir okur kitlesine ulaşamamıştı. Özel hayatında da sıkıntıları vardı, birçok defa evlenmiş ancak mutlu olamamıştı, uyuşturucu alışkanlığı nedeniyle de dengeli bir hayat sürdüremiyordu.
PDK’nın eserleri hak ettiği ilgiyi gerçekten de görmemişti aslına bakarsanız. En itibarlı eserlerinden biri olarak kabul edilen Yüksek Şatodaki Adam, 1963’te en iyi roman dalında Hugo ödülünü kazanmıştı ancak Dick maddi sıkıntılarla mücadele etmeye devam ediyordu. Oysa Dick’in alternatif evrenler yaratma konusunda inanılmaz bir yeteneği vardı. Romanlarında insandan daha çok insana benzeyen robotlarla, suçluları henüz suç işlemeden yakalayabilen polislerle ve uzaylıların elinde oyuncak olmuş insanlarla karşılaşmak mümkündü.
Dick’in yarattığı dünyalar, alternatif gerçeklikler ve yapay kimlikler, yapımcıların da dikkatini çekiyordu tabii. Nitekim Blade Runner, Total Recall, Minority Report ve The Adjustment Bureau gibi filmler PDK hikâyeleri ve romanlarından uyarlanmıştı. Eserleri aynı zamanda The Truman Show, The Matrix ve Memento gibi filmler için de ilham kaynağı olmuştu ancak henüz Dick eserleriyle aynı ismi taşıyan bir uyarlama yapılmamıştı. Ta ki The Man in the High Castle’a kadar.
Dick’in romanından uyarlanan ve yapımcılığını Amazon Studios’un üstlendiği The Man in the High Castle Kasım 2015’te, Amazon Prime’da yayınlandı ve kısa sürede Amazon Prime’ın en çok izlenen programı haline geldi.
“İlk 20 sayfada neredeyse 19 farklı hikâye var. Bunun üstesinden nasıl gelirsiniz?”
Dizinin idari yapımcısı Ridley Scott, Philip K. Dick ve eserlerine epey aşina zaten; 1982’de yayınlanan, yönetmenliğini üstlendiği Blade Runner, Dick’in Do Androids Dream of Electric Sheep? adlı hikâyesinden uyarlamadır örneğin. Dolayısıyla Scott bu işe kalkışırken neyle karşı karşıya olduğunun farkındaydı.
Nitekim Entertainment Weekly’ye verdiği bir röportajda Dick’in romanı için şunları söylüyordu: “Parçalara ayırması oldukça zor bir roman. İlk 20 sayfada neredeyse 19 farklı hikâye var. Bunun üstesinden nasıl gelirsiniz?” Dick’in eseri zengin olsa da kısa bir roman aslında. Dolayısıyla dizinin yapımcıları, niyetlendikleri gibi uzun soluklu ve çekici bir dizi ortaya çıkarabilmek adına romanın özüne sadık kalarak irili ufaklı birtakım değişiklikler yapmışlar elbette.
Özellikle karakterler konusunda yapılan en büyük değişikliklerden biri, diziye Obergruppenführer (General rütbesine denk bir SS rütbesi) John Smith karakterinin eklenmesi. ABD’nin Mihver devletlere teslim olmasının ardından SS’e katılan eski Amerikan ordusuna mensubu John Smith, romanda hiçbir karşılığı olmayan, yapımcılar tarafından diziye kazandırılmış önemli bir karakter.
İngiliz aktör Rufus Sewell’in canlandırdığı karakter, hikâyeye bambaşka bir boyut ve derinlik katıyor çünkü John Smith, Nazi hükmü altında yaşayan ve artık bu gerçeği kanıksamış Amerikalıları temsil ediyor. John Smith ve ailesini, New York’taki evlerinde tipik bir Amerikan ailesi gibi kahvaltı masasında sohbet ederken izlememiz mümkün.
İzleyiciler olarak bizi yaşadığımız gerçeklikten uzaklaştıran detaysa Smith’in oğlunun Hitler Gençliği’ne mensup olduğunu gösteren üniforması. Romanda yeri olmayan böyle bir karakterin diziye eklenmesi, romandaki “kötü karakter” boşluğunu da dolduruyor böylece.
Nazileri konu alan bir yapımda yeterince kötü karakterle karışılacağımız aşikâr elbette. Nitekim dizide de Nazilerin insanlık dışı uygulamalarına devam ettiklerini görmek mümkün. Yahudiler hâlâ katlediliyor, yaşlılar, genç veya yaşlı hastalar devlete yük oldukları gerekçesiyle yakılarak öldürülüyor. Adolf Hitler’in hâlâ hayatta olduğu gerçeği de bu korku ve endişe ortamını besliyor. Ancak John Smith karakterinin bir Amerikalı olarak Nazi ordusunda yüksek askeri rütbeyle yer alması bu distopik dünyanın can sıkıcı taraflarını iyice besliyor.
Dizinin yapımcıları belirli bir kötü karakter yaratılacaksa hikâyedeki çekişmeyi beslemek adına bu kötü karaktere karşı gelecek bir topluluk yaratmak zorunda olduklarının da farkındaydılar mutlaka. Bu nedenle yine romandan farklı olarak, John Smith’e suikast düzenlemeyi planlayacak kadar gözlerini karartmış bir direniş grubu da tasvir ediliyor dizide.
Romandaki karakterler, olaylar karşısında çok fazla kontrole sahip değiller ve koşullarını değiştirmek için herhangi bir çaba içinde olduklarını gözlemleyebilmek de pek mümkün değil. Ancak dizide eski ABD’yi yöneten iki faşist rejime karşı savaşan bir direniş hareketinin tasviriyle Amerikalıların henüz her şeyden vazgeçmiş olmadıklarını aktarıyorlar izleyiciye.
Eklenen bu yeni karakterler ve olayların dışında yapımcıların diziyi planlarken neredeyse hiç değiştirmedikleri karakterler de var elbette. Romanda da önemli bir karakter olan, Japon İmparatorluk Ticari Heyetinin başındaki Nobusuke Tagomi hiçbir müdahalede bulunulmadan ekrana alınmış.
Bay Tagomi, Philip K. Dick’e romanı yazması için ilham veren bir karakter
Ne tesadüf ki hem dizi hem de roman için önemli bir karakter olan Bay Tagomi, Philip K. Dick’e romanı yazması için ilham veren bir karakter. Dick, iki sene boyunca hiçbir eser kaleme alamadığı bir dönemde, San Francisco’daki evine doğru giderken birdenbire aklına bu karakterin geldiğini yazıyor bir arkadaşına ve o andan itibaren hiç vakit kaybetmeden romanı yazmaya başlıyor.
Tagomi karakteri hem romanda hem de dizide sembolik bir önem taşıyan yazılı bir eserle olan ilişkisi çerçevesinde karşımıza çıkıyor, 5000 yıllık bir tarihe sahip Çince kehanet kitabı olan I Ching. Bu kehanet kitabı, hexagram adı verilen 64 sembolden oluşuyor ve karakterler bir sonraki adımlarına dair kararlar alabilmek için bu kitaba başvuruyorlar. Dizide bu kitabı sadece Tagomi’nin kullandığını görüyoruz ancak romanda diğer bazı ana karakterlerin de bu kehanete başvurduklarını görmek mümkün.
Tabii, I Ching’in önemi, sadece karakterlerin bu kehanet kitabını kullanmalarıyla sınırlı değil. Philip K. Dick bir röportajında Yüksek Şatodaki Adam’ı yazarken yaratıcı bir yol gösterici olarak bu kitaba başvurduğunu söyler. Kullandığı zaman dilimlerini, sahneleri, karakterlerin hareketlerini ve anlatının diğer öğelerini inşa ederken bu kehanet kitabından yönlendirmeler almış ve hatta hikâyede kendisini tatmin etmeyen bazı kısımlar için I Ching’i suçlamış.
Romanda tıpkı Philip K. Dick gibi, I Ching’i kullanan bir yazar daha var. Yüksek Şatodaki Adam olarak bilinen, Grasshopper Lies Heavy adlı romanın yazarı Hawthorne Abendsen’ın da bu kehanet kitabına başvurduğunu öğreniyoruz.
İşin ilginç tarafı şu ki Dick’in romanıyla Grasshopper Lies Heavy arasında büyük benzerlikler var. İki eser de içinde bulunduğumuz dünyanın bir alternatifini sunuyor. Abendsen’in romanında Müttefik Devletlerin yani ABD, Rusya ve İngiltere blokunun savaştan galip çıktığı bir gerçeklik anlatılıyor. Ancak yine de bu romanda anlatılanlar tam olarak günümüz gerçekliğini yansıtmıyor. Grasshopper Lies Heavy’ye göre Sovyetler Birliği hiçbir zaman dünya çapında bir güç haline gelmiyor. Dünyaya hükmetme yarışı ABD ve İngiltere arasında geçiyor ve bu soğuk savaştan İngiltere galip çıkıyor.
Philip K. Dick’in kendini Hawthorne Abendsen olarak romana yerleştirmiş olması kuvvetle muhtemel. İkisinin eserleri de farklı bir gerçekliği anlatıyor ve romandaki karakterler Nazilerin olmadığı bir dünyayı resmeden bu romanın peşine düşüyor. Dizideyse Yüksek Şatodaki Adam karakterinin resmettiği dünyanın onlarca film makarasına dönüştüğünü görüyoruz. John Smith’in ve direniş üyelerinin peşinde olduğu bu filmler, hiçbir zaman Nazilere ve Japonlara ait olmamış bir Amerika’nın oldukça gerçekçi bir portresini çizen kısa haber videolarından oluşuyor.
“The Man in the High Castle”a bir bütün olarak baktığımızda, romanı ve diziyi sadece bir alternatif tarih örneği olarak adlandırmak yetersiz kalır.
Roman, diziye uyarlanırken yapılan en büyük ve önemli değişikliklerden biri bu aslında. Dizinin yapımcılarından Frank Spotnitz, ki kendisi The X Files’ın da yapımcılığını üstlenmiştir, romanı diziye uyarlarken aklından geçen ilk değişikliğin bu olduğunu dile getiriyor bir röportajında. Televizyon görsel bir araç olduğu için Grashopper Lies Heavy’yi dizide ufak film klipleri olarak tasvir etmeyi uygun görmüş. Bu, oldukça yerinde bir değişiklik aslında çünkü yaşadığımız gerçekliğin tam zıddı bir dünyayı tasvir eden bir romanı okumaktansa bu gerçekliği oldukça inandırıcı film kliplerinde izlemek, alternatif bir dünyanın var olabileceğine dair daha güçlü bir kanıt teşkil ediyor izleyici için.
The Man in the High Castle’a bir bütün olarak baktığımızda, romanı ve diziyi sadece bir alternatif tarih örneği olarak adlandırmak yetersiz kalır. Eser, insanların gücü neden ve nasıl ele geçirdiğini ve karakterlerin bu gücü ellerinde tutmak için neler yaptıklarını gözlemlememize imkân tanır.
Bildiğimizden farklı bir dünya sunan bir eseri okurken ya da izlerken mutlaka günümüz koşulları ve gerçekliğinin süzgecinden geçirerek birtakım çıkarımlarda bulunuruz. Alternatif gerçeklikle ilgili eserler kim olduğumuzu, bulunduğumuz konuma nasıl geldiğimizi ve kendi gerçekliğimizi değiştirmek adına neler yapabileceğimizi analiz etmeye itmeli bizi. Dizinin yapımcılarının da bu ilkeler çerçevesinde hareket ettiklerini görüyoruz.
Roman, diziye uyarlanırken önemli değişikliklere uğramış ancak The Man in the High Castle, orijinal eserden fazlaca uzaklaştığı için yolunu ve anlamını kaybetmiş yavan bir diziye dönüşmemiş. Tam aksine, Spotnitz’in de dile getirdiği üzere, değişikliklerin romandaki fikirlere çok daha sadık bir gerçeklik tasvir edebilmek ve bu fikirleri daha berrak bir şekilde ekrana taşıyabilmek adına yapıldığını rahatlıkla gözlemlemek mümkün.
Episode’un 12. sayısında yayımlanmıştır.