Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Röportaj: ‘Ben Bu Boşluğu Nasıl’ Dizisinin Senaristi Merve Göntem
Merve Göntem’i Çıplak dizisiyle tanıdım. BluTV’de yayınlanan Ben Bu Boşluğu Nasıl adlı yeni dizisi, yazarlığının tadına iyice varmamı sağladı. Diziyi izledikten sonra gerçek ve kendine has tarzıyla farklı şeyler yaptığını buram buram hissettiren Merve Göntem’le röportaj yapmayı çok istedim. Merve Göntem’le yazarlığı, ilham aldığı yerleri, işleri, özgün kalemi ve gelecekteki projelerini konuştuğumuz keyifli bir röportaj oldu. İyi okumalar…
İstanbul Üniversitesi Sinema-TV Bölümü mezunusunuz. Senaryo yazmaya nasıl başladınız?
Edebiyatla en başından beri çok ilgiliydim. Hatta İstanbul Üniversitesi’ne de yazar olmak istediğim için girmiştim. O zaman böyle gözüme kestirdiğim “yazarlık” okulu olmadığı için sinemayla daha çok ilişkilendirdim. Zaten sektörde çalışmaya başlamıştım. Okula 2012’de girdim, o yıl itibarıyla sektörde çeşitli görevlerde çalışıyordum; ne yapabilirim, ne yapamam, bunu yazarlığa nasıl kırabilirim diye. Yolum Onur Ünlü’yle kesiştiğinde ilk romanım henüz çıkmamıştı. 2018 yılıydı. O da bana şunu söyledi: “Sen roman yazıyorsun, roman yazıyorsan senaryoyu hayli hayli yazarsın, gel biz senaryo yazalım.” Bu şekilde beni yönlendirdi. Hakikaten de Onur Ünlü’nün “roman yazan senaryo yazar” yönlendirmesiyle senaryo yazmayı öğrenip yazdım.
Şu ana kadar sadece dijital platformlara iş yaptınız sanıyorum. Televizyona senaryo yazmayı düşünüyor musunuz?
Hayır, düşünmüyorum. Ama televizyon dizi gruplarında çalıştım. Fakat hiçbirini size söylemeyeceğim. (Gülüyor) Şu anda düşünmesem de düşünmem isteniliyor.
Neden düşünmüyorsunuz?
Şu an yapmak istediğim projeler, ulusal kanallar için uygun değil. Televizyona iş yapmayı düşünmüyorum derken televizyona çalışmayacağım gibi bir yerden söylemiyorum bunu ama anlatmak istediğim işlerin hepsi, şu anki ulusal kanallarda yapılamayacak işler, yapılamayacağını bildiğim işler. Birazcık daha Eylül gibi, Derin gibi kızlar anlatmaya devam edeceğim galiba.
Ben de bunu konuşmak istiyorum biraz. Cesur işler çıkartıyorsunuz. Hiç bu sebeple senaryolarınızın reddedildiği oldu mu?
Hepsi reddedilir senaryolar zaten. Benim şansım şu aslında, kendim yaptığım için yapıldı. Yani kendimiz yaptık bu işleri. Yoksa Çıplak’ın da, Ben Bu Boşluğu Nasıl’ın da kâğıt üstünde, çekildiğinden daha da fazlası var… Bunun nasıl yapılabileceğine çok kafa yorduk. Mesela Ben Bu Boşluğu Nasıl’a baktığınızda 300 ortak yapımcı görünüyor. Neden? Çünkü para toplayarak yapılıyor bu iş. Kimse tek başına bunun yapımcısı olurum diyerek risk alıp işe girmiyor. Evet, düşük bütçeli işler ama bugün en düşük bütçeli işin bile büyük bir maliyete ulaştığı bir dönemde olduğumuz için şansım, kendimizin yapmış olması.
Aslında burada hem siz risk aldınız hem de başkalarını risk almaya ikna ettiniz…
Tabii ki. Bu konuda uzmanlaştım gerçekten. İlk işimizi yaparken TN Yapım’ın yapımcısını monopoly oynayarak Çıplak’ı yapmaya ikna etmiştik. Çıplak’ın bütün kostümleri benim dolabımdan, mekânlar hepimizin… Yani o kadar gerilla bir şekilde yaptık ki. Yaparken de biz bunu YouTube’a yükleriz, YouTube’dan kaldırırlarsa internete yükleriz diye düşünerek yaptık. BluTV hiç yoktu aklımızda. Hatta o zamanlar o senaryoyu gören herkes, “Sakın bunu çekmeyin, kimse yayınlanmaz!” demişti. Evet, riskti ama ne olacağını görerek aldık o riski. Ben yaparken risk aldığımı düşünmüyordum, sadece yapımcı için riskti. Bunun nereye gideceğinden emin bir şekilde yapıyorduk. Her iki işte de öyle oldu.
Bir yandan da evet, birilerini ikna ettiniz ama biraz parayı veren işe de müdahale edebilir; riski azaltmak, törpülemek ister.
Hiç karışmayacak kişileri ikna ederek yaptık. Şimdi büyük yapım şirketleriyle de görüşmelerim oluyor ve onlar da, “Merve, biz senin yapmak istediğin gibi cesur bir iş yapmak istiyoruz,” diyorlar. Heyecanlanıyorum ve görüşmeye gittiğimde aslında benden istedikleri cesur iş denilen şey, bendeki “cesur” kelimesinin karşılığı olmuyor. Ortak bir yerde buluşamıyoruz. Belki onların bugüne kadar getirdikleri imaja uygun durmuyordur, sebebini bilmiyorum. Kendimiz yapmaya alıştık ve öğrendik. Evet, zorlukları var ama müthiş bir özgürlüğü de var. Senaryoma hiçbir şekilde hiç kimse müdahale etmiyor, bu çok önemli bir şey. Hatta yapımcı okuyor mu ondan emin bile değilim. Ben sadece, bunu yapacağız diye ikna ediyorum ve şimdiye kadar hep böyle oldu.
Burada küçük bir tebrik de sunmak isterim, çünkü genelde insanlar böyle bir yola çıkarken otosansüre başlarlar. Siz o otosansürü de ortadan kaldırmışsınız.
Asla. Bihter’de bile asla ki o, sipariş bir işti. Bihter’e başlarken, kendimi şuna ikna ettim: “Merve sen bunu al, yaz, zaten senin yazdığını onlar çekmeyecek.” Buna ikna oldum ve yazmak istediğimi yazdım. Aşama aşama yazarken hep bu hikâyeyi ben yazsam nasıl yazardım gibi bir yerden ilerledim. Yazarken de bunu çekmeyecekler diyordum. Ve şöyle söyleyeyim; gerçekten doğru düzgün bir revize bile gelmedi. Yapılan revizeler de sansür sayılabilecek, bu sahneyi çıkartalım, burayı küçültelim şeklinde değildi. O yüzden Bihter filmi için ekstra heyecanlıyım.
Çıplak ve Ben Bu Boşluğu Nasıl’da gördüğümüz gibi oldukça orijinal bir anlatıcısınız. Aşk-ı Memnu’nun Bihter’ini de birçok defa izledik aslında. Sizin Bihter’inizin farkı ne olacak? Nasıl bir Bihter izleyeceğiz?
Merve Göntem yazmış gibi bir Bihter izleyeceğiz. Tamamen! Diğerleriyle çok kardeş olduğunu düşünüyorum. Yani benim için dışarıdan gelen işleri genelde, ortak bir yerde mutlu olamayacağımızı fark edip reddediyorum. Ama bu reddettiğim şeyler Bihter’de yoktu. Neden şu an Bihter’i yazıyorum? Çünkü gerçekten tam benim yazabileceğim bir kız Bihter. Yaşı itibarıyla, Derin ve Eylül’le persona olarak benzemesiyle… Bu üç kızın da tahtasının farklı yerden eksik olduğunu düşünüyorum. Hepsinin aslında tutarlı bir sarkazmi var. Bihter’de de bunu köpürtebilme alanım vardı. Çok şanslıyım, Arman (Güvenç) orada hiç karışmadı bana. Arman neden bana geldiğini zaten biliyordu. Nasıl bir şey yazacağımı da aşağı yukarı biliyordu. Ben hiç otosansür uygulamadım. Sıfır.
Çıplak’ın üçüncü sezonu gelecek mi?
İsteniyor. Yapımcı da, platform da istiyor. Düşünmüyorum yazmayı şu an. İlk yazacağım işler arasında yok, öyle söyleyeyim. Ama özler ve yeniden Çıplak yapalım der miyiz? O kapılar bize hep açık ve garantili olarak duruyor. “Evet, özledik, yapıyoruz” diyebiliriz bir gün ama masamda şu an duran işler arasında değil.
Çıplak yurtdışında da oldukça ilgi gördü sanıyorum.
Tabii. Brezilya’da Top 10’de 1. sırada hâlâ. Globoplay adlı platformun en çok izlenen içeriği. Arjantin’e, Meksika’ya ve Tayland’a da satıldı ve satılmakta olduğu ülkeler de var. Güzel gelişmeler var orada.
Çıplak ilk çıktığında bir sansüre uğradı mı?
İki versiyonu var Çıplak’ın. Evet, Türkiye’deki ve Brezilya’daki cut’ı farklı. Bir uncut versiyonumuz var. Burada kullanmadığımız sahneler var. Türkiye’de çok ciddi bir LGBT sansürü var. O sahneleri kesinlikle istemiyorlar. Yurtdışında yayınlanan versiyonda grup seks sahneleri de var mesela. Zaten o sahneleri oradan izleyip burada internete düşürenler de oldu. Bizim nasıl çektiğimiz görüldü ama evet, buradaki versiyonu bizim de rızamızla kesilmiş bir versiyon.
Çıplak’ın ikinci sezonunda birinci sezondan farklı olarak mistik hava vardı. Nasıl ortaya çıktı bu?
Can Evrenol yüzünden. (Gülüyor) Benim hiç alakam yok o mistik havayla. Ben Eylül Kartal yazarıyım. Ben arabesk ve varoşlar aksında daha çok eğleniyorum ve keyif alıyorum. Can ile benim birleşimim de bu zaten. Hep şunu söylüyorum, ikimiz çok farklı iki mahallede büyümüş aynı çocuklarız. Birimizi oraya atmışlar, birimizi buraya. Hem çok aynıyız hem de büyüme ve yetiştirilme şekillerimiz çok farklı. O öyle bir kanal istedi, ben böyle bir kanal istedim ve birleştirebildik. İkinci sezonun o çorba halinin bir lezzeti olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de şu an, özellikle dizilerde bir güçlü kadın kavramı var. Ben sizin kadınlarınızı güçlü ya da güçsüz diye tanımlayamıyorum. Çıplak’ın pazarlama stratejisinde de bu güçlü kadın vurgusunun üzerinde çok duruldu. Bu vurgu yapılmasa belki ilk sezonu daha çok sevebilirdim. Strateji bu şekilde kurulunca da Eylül hangi özellikleriyle güçlü kadın olarak tanımlanıyor sorusu gündeme geliyor. Sizin için güçlü kadın nedir ve sizin işlerinizdeki kadınlar güçlü kadın olarak tanımlanabilir mi?
Benim karakterlerim güçlü olup olmamanın altını çizen değil de ayakları birbirine dolanan ve dolanabilen kızlar. Kesinlikle cesur kadın hikâyesi olarak yola çıkmış bir hikâye değil.
Biraz kafası karışık ve gerçek karakterler sanırım.
Daha gerçek. Yani benim kadar güçlü ve benim kadar güçsüz. Kendime, ben çok güçlü bir kadınım demem. O ne demek yani? Güçsüz de demem. Kıvırabildiğim şeyler de oldu hayatta. Hiçbir zaman ilk cümlelerim cesur kadın, güçlü kadın, aman biz çok marjinal bir şey yapıyoruz, olmadı. Bunlar o kadar üstümüze atıldı ki: İşte bir grup genç, marjinallik peşinde. Ay hayır, yani! Bizim dünyamız buydu, biz bunu yaptık gibi bir çıkışımız vardı.
Çıplak ve Ben Bu Boşluğu Nasıl’daki seks ve uyuşturucu sahneleri “gerçek” olsun diye mi vardı? Sizce fazla mıydı bunların kullanımı yoksa gerçek olan bu mu?
Bir hikâye anlatıyorum aslında. O hikâye kişisinin özelliklerinden bir tanesi. Ben Bu Boşluğu Nasıl, bir yas sürecini anlatıyor ve uyuşturucu da bunun bir parçası. “Merve abla biz seni çok seviyoruz ama uyuşturucuya özendiriyorsun,” diyenlere de çok üzülüyorum. Sezonlarca Euphoria izlediniz, kim uyuşturucuya özendi de içti? Kaldı ki uyuşturucu bağımlısı olmak bile şu an çok sınıfsal. Türkiye’de kimse kokain bağımlısı olamaz, öyle bir şey yok yani. Nasıl özendirebilirim diye düşünüyorum ve ilk onun alınmasına da üzülüyorum. Şimdi diyor ki, hastaneye gitti, babası ölmüş, coke içiyor mezarda. Ben de diyorum ki, bu karakter bir bağımlı. Uyuşturucu ve seks bağımlısı ve bu bağımlılıklar acı anlarında tetikleniyor. O acı anında ya sekse ya uyuşturucuya sığınıyor. Bunu doğru anlatamadıysam bu benim sorunum olabilir ama bu kadar da okumaya kapalı olduğunu düşünmüyorum. Elbette mezar taşında içiyor çünkü orada tetikleniyor. Hastanede içiyor çünkü orada tetikleniyor. Bu kız bağımlı olduğu için olur olmaz yerlerde içiyor. Bağımlılar zaten sık sık onu içmek istiyor ve ona ihtiyacı olan yer en sıkıştığı, en kendini kötü hissettiği yer. Aman şurada uyuşturucu içsin ve gösterelim gibi bir düşüncemiz rejisel olarak da yok. Öyle bir arzumuz yok ya da onun pazarlamasını yapmıyoruz. Benim karakterim seks ve uyuşturucu bağımlısı bir kız. Acı anlarında buna sığınan ve o boşluğu bunlarla doldurmaya çalışan bir kız. Finalle ilgili konuşmam doğru mu bilmiyorum ama günün sonunda hastaneye gidip bununla baş etmeye de çalışan bir kız. Buna özendirmek istesem niye kız kendini hastaneye kapatsın ve bununla ilgili tedavi görmeye çalışsın?
Ben Bu Boşluğu Nasıl, yas sürecini kalıplardan sıyrılarak anlatan bir dizi ve bence bu noktada çok gerçek. Çünkü insanlar yasta gerçekten sadece evde oturup ağlamıyor. Sizin yazar olarak yas süreciyle alakalı seyirciye aktarmak istediğiniz duygu neydi?
Seyirciye hiçbir şey aktarmak istemedim, sadece kendimdeki bir şeyleri dışarı aktarabilmek istedim. Seyirciyi hiç düşünmedim, ne yalan söyleyeyim. Babamı kaybetmiştim ve fark ettim ki o süreçte herkesten farklı bir şekilde yaşıyordum o yası. Bunu da şu şekilde fark ettim: Hem bir tepki hem kız kardeşlerimle ilişkim hem de “Ablama ne oluyor?” oldu. Dedim ki, yaz kızım, sen bundan ne yazarsan… Tamamen kendime odaklı ve kendimle alakalı bir senaryo yazma süreciydi Ben Bu Boşluğu Nasıl. Hiç çekeriz, çekmeyiz, izlenir veya izlenmez diye düşünmedim. Hiçbir işimde öyle düşünmedim neredeyse. O yüzden de bittiği yerde benim yas sürecimin bir aynası gibi oldu.
Dizide sektör eleştiriniz de var. Sürekli sektör göndermeleri var laf arasında. Hatta “Bir oyuncunun aşkına güvenecek değiliz babiş!’’gibi bir replik de vardı sanırım. Sektörün içindesiniz ama sisteme dahil olmamışsınız. Sektörle ilgili eleştiriniz nedir ve sizce yönetmenden, senaristten sevgili olur mu? Onların aşkına güvenilir mi?
Esas yazardan hiç olmaz! Bütün her şeyi yazıyorum işte baksana! Herkesi bir hikâyede patlatıyorum.
Siz daha risklisiniz yani başkaları için.
Evet, düşündüğün zaman. Sektör eleştirileri sadece oyuncuya değil ama. Derin hem içlerinde, bir platform açılış partisine de gidiyor hem de atlı kılıçlı dizi billboard’unun üstünde yazan “gideceksiniz” yazısıyla dalga geçiyor. Şuna şaşırıyor aslında, o diziler televizyonda dönerken hep nefret ediyor ama gidip dizinin başrolüne âşık oluyor. Kendisiyle de, kendi salaklıklarıyla da dalga geçen bir kız aslında. Sektörle de elimden geldiğince dalga geçmeye çalıştım, evet.
Derin’le aranızda bir bağ var.
Evet, “derin” bir bağ var.
Bu sizin gerçek hikâyeniz mi?
Yazdığın her karakterde mutlaka kendinden bir şey taşıyorsun, bu anlamda Derin karakteri yazar olması itibarıyla bana en yakın görünen karakter oldu.
Ben bir de Eylül’ü merak ediyorum. Eylül gerçek biri mi?
Evet ama Eylül ben değilim. (Gülüyor) Bu benim üstüme çok kalıyor ama Eylül ben değilim. Bir noktada Derin olabilirim ama Eylül değilim. Gerçek dedik, kim olduğunu da vermedik falan. Bir de, “Merve de hep kendini yazıyor” diye çok çıktı. Eylül gerçek biri ama ben değilim arkadaşlar. Eylül de benden çok şey taşıyan birisi tabii ki.
Bu dizi çıktıktan sonra, o ne düşündü peki?
Çok sevdiğini söyledi. Çok uzun ses kayıtları attı bize, çok mutlu olduğunu, çok duygulandığını söyledi. Ona zaten danışarak yazmıştık. Biraz sohbet etmiştik. Aslında küçük bir kısmını o kızdan aldık. Öyle tanıdığımız bir kız vardı, çıkış noktasını gerçek birisinden aldık. Gerisi aslında Can ve benden. Biraz Can’dan, biraz benden bir kız oldu. Sadece o yaşlarda, birinci bölümdeki gibi bir kızdı tanıdığımız. Onun dışında bir gerçeklik yok aslında yaptığımız işte.
Sizin karakterlerinizde hiç “cici’’ insan yok. Bizim celebritylerimiz de çok cicidir. Herkes mükemmeldir.
Herkes Disney prensesi.
Ama sizinkiler hiç öyle bir kaygı taşımıyor. Gerçekliğine daha çok kafa yoruyorsunuz anladığım kadarıyla. Diyaloglar da çok gerçek. O anlamda biraz bizim reddettiğimiz işlerden. Çünkü farklı bir hikâye anlatıcılığınız var. Bu ülke de dünyaya işler satan bir ülke. Siz mesela Türkiye’de üretilen işlerde bu ciciliğe ne diyorsunuz? Hiç gerçek karakter görmüyoruz. Hatta gerçekçi işler de çok görmüyoruz. Her şey dışarıdan fazla cici. Hiçbir ünlümüzün skandalı yok. Çok yavan geliyor bana.
Elimden geldiğince yaptığım işlerde bunlara bir şey söylemeye çalışıyorum. Çok kartonet buluyorum. Kimseyi hedef göstermek istemiyorum ya da kimsenin yaptığı işi küçümsemek istemiyorum. Bu bir sektör ve bu insanlar bu sektöre bu şekilde alışmış. Bizim yaptığımız onlara garip geliyor. Azınlık olan biziz aslında. Onlar, bu bir iş, bu bir sektör ve bu oyun bu şekilde oynanıyor diyor ve herkes buna çok okey. Herkes bir masaya oturunca bunu eleştiriyor ama kesinlikle yüksek sesle söyleyemeyiz bunu. Söyleyen de dışlanıyor aslında. Çünkü söylediğin zaman bizi satmış oluyorsun ama hepimiz aynı işi yapıyoruz. Benim kızlar cici mi, değil mi emin değilim ama gerçek olduklarını düşünüyorum. O anlamda arkalarındayım. Bir de benim kızların büyüdükleri evleri televizyonda göremiyorsunuz. Öyle evler de var. Eylül’ün babaannesinin evi, Güneşli’de bir yerde yaşıyorlar. Televizyonda hiç Bağcılar’da bir evde geçen bir hikâye yok. Varsa da bilmiyorum gerçekten. Ben 94 doğumluyum ve hep büyük evler gördüm televizyonda. Evler çok büyük, herkes çok şık, arabalar çok büyük. Her şey çok büyük ama aslında Türkiye’de her şey o kadar büyük gelmiyor benim gözüme ve küçük olanın içinde de çok büyük şeyler yakalanabileceğini düşünüyorum. Ya da beni şu an o daha çok heyecanlandırıyor. Yarın nasıl bir hikâyenin peşine takılabileceğimin garantisini ne kendime ne bir başkasına verebilirim.
Bir de insanlar galiba sizin projelerinizde gördükleri hayatları çok uzak zannediyorlar ama benim Derin, Eylül gibi birçok arkadaşım vardı.
Bu çok önemli işte. Bana “marjinal olma çabası” denilmesi çok üzüyor beni. Yemin ederim hiç marjinal olduğunu düşünmüyorum bu insanların. Acaba Kadıköy’ü mü biz çok normalleştirdik ya da Cihangir’i? Ama Eylül de Güneşli’de oturan bir kız, Moda’ya gidip geliyor. Ya da benim Instagram DM kutum gerçekten 2000’li ve daha küçük kızların “ben Eylül’üm, ben Derin’im” diyen mesajlarıyla dolu. O kadar onu içselleştiriyorlar ki aslında. Çünkü karakterlerim Türkiye’de yaşamak istemeyen kızlar. Eylül eskortluk yapıyor çünkü Galler’e gitmek istiyor. Derin, Tel Aviv’de yaşarız mesela, diyor. Burada olmak istemiyorlar. Burada barınamıyorlar. Burada nefes alamıyorlar ve bu jenerasyonun kızları da böyle. Kimse gerçekten burada barınamıyor. Ben, Eylül’de, genç kızları kolay yoldan para kazanmaya heveslendiriyorsunuz eleştirisini de çok aldım. Zor yoldan da kazanıyorlar, kazanıyorlar da ne oluyor yani? Birazcık bunun eleştirisini hep birlikte yapmayalım mı? Galler’e gitmek istiyor ve bunun için böyle bir yol bulmuş. Ben sana okulunu bırak ve eskortluk yap demiyorum ki. Buradan gitmek isteyen, burada nefes alamayan kızlar Derin de Eylül de.
Sadece siz yazınca var olmuyorlar aslında. Bunlar var olduğu için yazıyorsunuz belki de.
Evet, teşekkür ederim. Gerçekten öyle.
İnsanların kendi yaşamlarını genelgeçer yaşam zannetmesi ya da kendi doğrularını genelgeçer zannetmesi gibi bir salgınımız var.
Ne bileyim, kız ojeyle gidiyor cenazeye ve çok mantıklı bir açıklaması var. Bu kalıcı oje, şu an babam öldü ve bir güzellik merkezine gidip bunu çıkartamam diyor. Bu gerçek. Orada onun ayıp olması, genel kodlara uymaması onun daha az acı çektiği anlamına gelmiyor. Bu yas süreci o kadar delilik âlemi ki. Ben birkaç iş daha yaparım buradan kesinlikle. Kesmedi beni. Yasa bakış, yasın farklı oluşu. Bu masadaki herkesin aynı gün kaybı olsa bu kayıp her birimiz için de bambaşka bir şey ifade ediyor ve bu farklılık benim çok ilgimi çekti.
Varoşu, kenar mahalleyi de tanıyorsunuz ve bunun çok arabeskleşmeden, gerçek bir yerden anlatmışsınız.
Ben Bağcılar’da büyüdüm. Kitabım da onun hakkında. Kız kardeşlerim hâlâ Bağcılar’da yaşıyor. Aile evim orada ve o ikili dünyanın tadını çıkarmayı çok seviyorum. Hatta başıma gelmiş en iyi şeyin Bağcılar’da büyümek olduğunu hep söylüyorum. Kitabım Kurumuş Yeşil Bitkiler bir Bağcılar romanıdır bana göre. Bağcılar ve Cihangir. Cihangir’de yazılan ama Bağcılar’a gidip gelmeyle yazılan bir kitap. O yüzden Can ile eşleşmemiz de öyle bir yerden. Ben orayı biliyorum ve orada aklımda kalan çok şey var.
Kitap yazmaya devam edecek misiniz?
Evet, ikinci romanın çıkacak inşallah. Çok yakında.
En sevdiğiniz yazarı ve nedenini merak ediyorum.
Roman Gary galiba. Ama yaşayanlardan da Etgar Keret ve Zambra’dır. Karar veremedim. Keret ve Roman Gary diyeyim. Emile Ajar adıyla da çıkmış kitapları var. Bu ikisini çok seviyorum; acıyla dalga geçme şekilleri, kara mizahları… Etgar Keret’i zaten Ben Bu Boşluğu Nasıl’da çok kullandım ve referans verdim. Acıya yaklaşımları hoşuma gidiyor. Kurumuş Yeşil Bitkiler de o anlamda onlardan çok referans aldığım bir olaydır. Bana göre mizahı yapılamayacak hiçbir şey yok. Özellikle kendi başına gelenle ilgili yapıyorsan esebiliyorsun. Benim babam öldü. Benim de en kötü özelliğim, hep komedi yazmak isteyerek ağlatan şeyler yazıyorum. Kurumuş Yeşil Bitkiler’de de komik bir şey yazacağımı düşünmüştüm ve okuyan herkes çok ağladım demişti. Ben Bu Boşluğu Nasıl’da da aynısı oldu. Ağlatırım motivasyonu hiç yok. Tamamen komik bir şey yazayım diye çıkıp böyle birazcık duygusal yerlere gidiyor. O da kendimi doldurduğum o yazarlardan aslında. Onların mizahı çok hoşuma gidiyor.
İzlerken karakterle bağ kurma, hikâyeyi deli gibi takip etme gibi bir şey olmuyor sizin dizilerinizde. Bir adım geriden bakılıyor hep. Karakterle bağ kurma gereği de duymadım. Sadece dışarıdan, bir adım geriden her şeyi izliyormuşum gibi. Bir öykü anlatır gibi. Matematikle yapılmış bir iş değil.
Evet. Çünkü matematikle yapılmıyor. Hesaplanarak yapılmıyor.
Mesela son bölümü izlemedim ama finalde ne oluyor merakında da değilim.
Çok iyi. Çünkü her bölüm son bölüm aslında. Her bölüm tek bir bölüm ve her bölüm son bölüm. Benim mantığım ve kurduğum şey de bu. Matematikten hiçbir alanda anlamıyorum. İstanbul Üniversitesi’ni kazandım, kırkta kırk Türkçe yapıp eksi bilmem kaç matematik yaptım. Bir tane bile çözememişim ama sözelden giriyorum. Hayattaki tüm yaklaşımlarımda da matematik hiç yok. İkinizi etkileyip bir karakterin fanı yaparak iş kurmak matematikle çok kolay. Ödül almak da çok kolay. Reyting de çok kolay. Bunların hepsini yaptık. Bir sürü ödüllü film de yaptık. Matematikle yapınca evet, oluyor, çalışıyor ama kalbi çarpmıyor o projenin. Çok büyük projeler var, çok büyük hesaplarla yapılıyor ve dünyanın her yerine satılıyor, çok büyük tıklanmalar alıyor. Ama projede bana o gerçeklik duygusu geçmiyor. Kartonet. Çok yapılı, çok iyi ışık, her şey çok iyi. Anlatabiliyor muyum bilmiyorum ama ben daha çapaklı olanın daha iyi olduğunu düşünüyorum. Biz Çıplak’ı cep telefonuyla çektik. Onun çekilebilmesi hikâye anlatıcılığında yeni bir şey. İşte bu yeni bir şey söyleyebilme heyecanı bize bugün bunları anlattırabiliyor. Bu da yaşımızın avantajı tabii. Bu yaşın dinamiklerinde bunları yapmak daha kolay ve daha mümkün bence.
Mesela bu dosyayı bana getirseniz Çıplak’ı da diğer işi de, ben şevkinizi kırardım. Olmaz bu iş derdim. Eminim birçok insan demiştir.
Götürmedik o yüzden. Diyeceklerinden yüzde yüz emindik. Bu gördüğüm şey benim oyunu çok iyi anlamama sebep oldu. Oyunu çok iyi anladım ve nasıl yapabileceğimi çözdüm. Bunun nerelerden yapılamayacağını ama bir yolla yaparsak ne anlama geleceğini gördüm. Çıplak 1’de bunu gördük. Çünkü Çıplak 1, Türkiye’de olmayan bir şeydi. Biz oturduk ve dertlendik, kötü bir iş mi yaptık, kötü mü oldu diye. Sonra Intermedya bizi arıyor, şuraya satılıyor, buraya satılıyor, Brezilya’da bir numara oldu falan denildiğinde, “Hayır, biz kötü bir şey yapmadık. Biz sadece buranın bu zamanında karşılık bulması zor bir iş yaptık,” dedik. Çıplak’ı ilk yaptığımızda dijitalde de çok iş yoktu ve yapılmaya çalışılan işler hep büyük yapımların büyük prodüksiyonlu işleriydi. Ben Bu Boşluğu Nasıl’ın da direkt yurtdışı satışı hemen oldu. Bunun dünyada karşılığı var çünkü insanlar ilgileniyor.
Önce tamam istediklerini yapayım, ismim belli bir noktaya gelince artık kendi istediğimi yaparım diye düşünmediniz mi?
Çok şükür o yoldan gitmemiş görünüyorum. Gideyim desem bu geçtiğimiz yıllardan bugüne yani Çıplaklar olduktan sonra bana çok ana akım iş geldi. Görece iyi işler. Mesela büyük bir yapımın gençlik işi geliyor ve sen bunu çok güzel yazarsın diyorlar. Çok heyecanlanıyorum. “Oley, bana bunu layık gördüler!” Gidiyorum, şunu yapabilir miyim, bunu yazabilir miyim diyorum ve pazarlık yapmak adına sınırlarımı merak ediyorum. Beş soru soruyorsam beşine de ret alıyorum. Yazamam tabii ki öyle bir şey. Bir, acelem yok. İki, şu an yapmak istediklerimi yapabildiğim evrenler yaratabiliyorum. Birazcık daha buranın tadını çıkartmak istiyorum.
Biraz da inatçısınız anladığım kadarıyla.
Oğlak burcu. Aşırı! Bizim yaptığımız işi sevmemek beğenmemek tamam ama bu kadar karşısında durmak ve bu kadar görmezden gelmek bana çok garip geliyor. O zaman müstahak yani. Hepsi aynı diğer işlerin, en azından bir alan açılsın.
Türkiye’de genç bir yazar olmanın dezavantaj ve avantajları sizce neler?
Bence avantajı dezavantajından çok daha fazla. Dezavantaj diye anlattığım şeyleri hiç dezavantaj diye görmedim. Gençken üstüne gidebiliyor ve risk alabiliyorsun çünkü sen yoksun. Şimdi isim yapmış, belli bir kariyer oluşturmuş birisinin dönüp de, hadi ben bir de Çıplak yapacağım, deme olayı yok ama ben bir Çıplak yapıp bir onu bir bunu yapabiliyorum ve “okey, gençler aralarında bir şeyler deniyor” gibi görünüyor. Ama günün sonunda bu sana o kadar tutarlı bir persona yaratıyor ki. Bu işler biriktiği zaman bir anlama geliyor. Bunun bu şekilde olacağının ben farkındaydım. Bihter’i de bunların yanına ekleme sebebim Bihter’in bu işlerle aynı olmasıydı aslında. Yaş, gençlik tabii ki avantaj.
Yaptığınız işler sonrasında aldığınız ve unutamadığınız mesajlar var mı?
Cem Yılmaz’ın Çıplak 2’yi post atması. Hiçbir şey paylaşmayan Cem Yılmaz post attı. Hiçbirimizi de tanımıyor. Bu ülkede böyle bir iş var diye Çıplak 2’nin posterini post atmıştı. Çok mutlu olmuştum. Onun dışında da tabii ki var. Çok değer verdiğimiz insanlardan çok güzel mesajlar gelmişti.
Bihter filminde Mehmet Binay ve Caner Alper’le çalışıyorsunuz. Türkiye’de keşke senaryomu çekse dediğiniz bir yönetmen var mı?
Zeki Demirkubuz. Zeki Demirkubuz benim yazdığım bir şeyi çekmeden ölmek istemiyorum.
Biraz şaşırdım.
Zeki Demirkubuz’a yeni bir şey! Onunla arabeskimizi ve ondan beslendiğim yeri eşleştirmek. Bütün işlerimde de ona referans vardır. Bir Zeki Demirkubuz hayranlığı sezilir. Arkadaşlarım benimle hep dalga geçerler çünkü çağırdığım her şeyi hayatıma çekebilen bir yönüm var. Kimi ansam denk gelir, yönetmen olarak da yazar olarak da… Etgar Keret, Türkiye’ye geldi, beni aradılar, “Röportaj yapmak ister misin?” diye! Çıldırmıştım. Veya Gaspar Noe geldiğinde, onu da çok severdim, direkt bir araya gelmiştik. Zeki Demirkubuz’u çağırıyorum çağırıyorum gelmiyor. Onunla benim yapmak istediğim tarzda bir iş yapmayı çok isterim. Benim kızlardan bir hikâyeyi onun çekmesi. Oradaki o arabesk ve edebiyat müthiş. Bence çok iyi bir edebiyatçı. Zaten benim de sinemadaki ilk noktam edebiyat. Her çapak umurumda olmaz, kötü çekilsin, flu çekilsin umurumda olmaz. Ben sinemada da okuyucuyum. Müzik dinlerken bile söz okurum. O yüzden Zeki Demirkubuz çok ilgimi çekiyor.
Son zamanlarda izleyip beğendiğiniz yerli veya yabancı yapımlar neler? Bir senarist olarak bir senaryoda sizi ne etkiler?
Metin! Tamamen ne söylediği ve neyin altını çizdiği. Yerli yazarlarda Hakan Bonomo hayranıyım şu an. Hakan’ın Blu TV’de yayınlanan İlk ve Son’unu çok sevdim. Dijitalde de en sevdiğim iş galiba hâlâ İlk ve Son. Ben o işe metin olarak baktım. Beni tamamen orada da etkileyen şey metindi. O kadar iyi şeyler yazmış ki. Hatta Hakan’a geçen mesaj attım, “Yıllar sonra bana Show TV’yi açtırdın.” Aile’yi Hakan ne yazdı diye bakmak için izledim. Nejat İşler’in oynadığı karakterde Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’undan bir alıntı kullanmış. Buram buram edebiyatçı aslında ve ana akım bir yerde Sadık Hidayet diye karakter yapmak… “Hakan sen bunu yap, bize de yer aç biz de yapabilelim,” diye heyecanlanıyorum şu an. Çok gerçekçi. Televizyon izletiyor. Diyaloglar o kadar bam bam bam ki. İzliyorum Aile’nin bölümlerini.
Bir senarist olarak klişelerle ilgili ne düşünüyorsunuz? Mesela sizin kadın karakterlerinizde hiç yok ama erkek karakterlerinizde biraz klişeler var.
Erkekler klişe çünkü. Kadınlar değil.
Klişe çok negatif bir kelimeymiş gibi geliyor ama değil esasında.
Değil, sinemada özellikle hiç değil bence. Her şey klişe üstüne kurulu zaten. Ne anlattığın değil nasıl anlattığın önemlidir ya, klişe şeyleri severim de bu arada. Benim kızlar kendi kafa seslerinden dolayı klişe olamıyor ama erkekler… Benim karşıma çıkanlar klişe!
Bihter de kadın başrol. Bundan sonraki işlerinizde hepsi kadın başrol mü olacak?
Yüzde elli yüzde elli erkek-kadın olan bir film yazacağım. Yine erkek işi demem ona. İlk ve Son’daki kadar kadın ve erkek işi. Onun dışında bir dizi çalışıyorum, o da kadın, kadınlar hatta. Birçok kadın var.
Bu noktada izlemesi de bir kadın olarak ayrıca keyif veriyor. Bihter filmi cast süreciyle çok konuşuldu. Bihter’den ne bekliyorsunuz? Nasıl olacak sizce?
Yeni bir şey yapıldığının görüleceğini bekliyorum. Bu beklenti de değil, kaçınılmaz bir şey. Yaptığımız, yeni bir şey. Yeni bir anlatım ve yaklaşım. Eski zamanda, romanın döneminde yeni bir şey yapmaya çalıştık. Gördüğüm şeyler, çekimler de çok heyecanlandırdı beni. O projede çok şanslıyım. Ana akım sipariş bir iş ama gerek başına gelen yönetmenler gerek seçilen oyuncular gerek yapım tarafı her anlamda benim için bingo bingo bingo oldu. Ben de heyecanla bekliyorum.
Son olarak eklemek istediğim bir şey:
Bu, Ben Bu Boşluğu Nasıl hakkında konuşma fırsatımız olan ilk röportaj ve ben yaptığımız işin tanıtım sürecindeki bu sakinliğin öncelikle başrol oyuncumuz Merve Nur Bengi’yi, sonra bu dünyayı kurarken her aşamasında yanımda olan yönetmenimiz Orkun Göntem’i umutsuzluğa sürüklemesini istemiyorum. Bugün Merve Nur’un bu projeyi kabul ederken aldığı risklerin Türkiye’de bir kadın oyuncu için ne anlama geldiğinin son derece farkındayım. Cem Yılmaz’ın paylaşımı hikâyesi 🙂 Biz bunu Çıplak’ta da yaşadık ama emek veren insanlar için hakkında yazılan bir satır sözün bile ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Bu sebeple tüm ekip arkadaşlarıma bu röportaj aracılığıyla teşekkür etmek istiyorum.
Bu röportaj, Episode’un 48. sayısında yayımlanmıştır.