RÖPORTAJ: Nezaket Erden/Hakan Emre Ünal/Kayhan Açıkgöz
“Oyunculuğu Sevmek ve Rol Seçebilmek” – ‘Lekesiz’ Ekibi
Nezaket Erden, Hakan Emre Ünal ve Kayhan Açıkgöz’le Ayvalık Film Festivali’nde oynadıkları Lekesiz adlı kısa film hakkında konuştuk. Lekesiz’i konuşurken söz dönüp dolanıp kalıplara sıkıştırılmaya çalışılan oyunculuk biçimine geldi. Benim çok keyif aldığım bir röportajdı, umarım siz de okurken hem düşünür hem de gülümsersiniz. İyi okumalar…
Merhaba, öyle oyuncularla karşı karşıyayız ki son dönemin dikkat çeken, ana akımın dışında kalan bütün filmlerinde yer almışsınız. Çatlak, İki Şafak Arasında, Kız Kardeşler… Hepsini sıralayamayacağım belki ama hepinize sormak istiyorum; nasıl bu kadar iyi filmlerde oynadınız? Nasıl verdiniz bu kararları? Burnunuz iyi koku alıyor sanırım.
Nezaket Erden: Herhalde bütün yolculuğumuzun getirdiği bir şey bu.
Hakan Emre Ünal: Bence hem öyle hem de Türkiye’nin en iyi cast direktörlerinden biriyle (Ezgi Baltaş) tanışma imkânımız olduğu için.
Nezaket Erden: Bu üç filmin ortak cast direktörü Ezgi Baltaş.
Hakan Emre Ünal: Yeni bir soluk getirdi bence Ezgi Baltaş, bizi önermesi, bize güvenmesi… Bu sadece onun katkısı değil belki. Bizim de kendi alanımızda yaptıklarımızla ilgili. Kayhan’ın Kadir Has Üniversitesi’nde yaptığı bir mezuniyet projesi vardı mesela; Lunapark diye bir oyun. Ben onu izlediğimden beri Kayhan oyuncu olarak aklımda.
Nezaket Erden: Biz o oyunu izleyerek tanıştık.
Hakan Emre Ünal: Evet, Nezaket’le oynadığımız oyunlar… İnsanlar bunları gördükçe (yönetmenler, yazarlar…) bizimle çalışmak da istiyorlar sanırım. Hem Ezgi’nin varlığı, onunla tanışmamız, Ezgi’nin de çok oyun izleyip başkalarına yönlendirmesi hem de bizim de kendimizi bu oyunlarla tanıtmamız bir karşılaşma yarattı büyük bir ihtimalle. Tesadüf değil yani.
Nezaket Erden: Biz bir şeyler yaparken doğru insanlarla karşılaştık gibi bir şey oldu.
Kayhan Açıkgöz: O noktada cesaret gösterecek birine ihtiyaç vardı. O da Ezgi oldu. Cast direktörü olarak ismi duyulmamış, bizim gibi oyuncuları tiyatroda izledi, beğendi ve doğru yönetmenlerle, doğru projelerde, doğru zamanda, doğru şekilde buluşturdu. Sonra karşılığını alınca da o yönetmenler diğer yönetmenlere tavsiye etmeye başladı.
İyi ki de böyle olmuş…
Hakan Emre Ünal: Daha ne filmlerde oynayacağız… (Herkes gülüyor.)
O zaman tiyatrodan söz edelim. Hepiniz tiyatro da yapıyorsunuz, çok da iyi yapıyorsunuz. Nereden devam etmeyi düşünüyorsunuz? Bağımsız sinemada mı daha çok göreceğiz sizi yoksa tiyatro da devam edecek mi?
Nezaket Erden: Ben oyunculuğun her alanında var olmak istiyorum bir şekilde, tiyatroda da. Tiyatro zaten üçümüzün de deneyim kazandığı yer. Oynamayı en iyi bildiğimiz alanlardan biri ama sinemayı da hepimiz bence seviyoruz. Orada da varlık göstermek istiyoruz. Ben dizilerde de oynamak isterim, bağımsız filmlerde de dijital platformlardaki işlerde de. Sadece iyi senaryolarda, iyi ekiplerle, iyi oyuncularla çalışmak isterim. Her karakteri, her alanda oynamak için hevesliyim aslında. Ama o noktada tercih yapmak bazen zorluyor beni. İyi şeylerle karşılaşmak, tamamıyla içime sinmesi önemli. Şu an öyle bir durumdayım. Yani bekliyorum.
Kayhan Açıkgöz: Ben de çok benzer düşünüyorum. Biz oyunculuğun kendisini çok sevdiğimiz için inandığımız, sevdiğimiz tarzda oyunculuğu yapabileceğimiz mecra bulduğumuzda heyecanlanıyoruz. Bu ana akım dizi de dijital projeler de arthouse filmler de olabilir, tabii tiyatro da olabilir. Onu seçmek çok önemli geliyor bana. Çünkü bazen o seçtiğin, tam da içine sinmeyen proje yapabileceğin başka projeleri yapmanı engelliyor. Çünkü bir tiyatro oyunu kabul ettiğinde ona bütün sene odaklanman gerekiyor.
Nezaket Erden: Hem zaman hem emek…
Kayhan Açıkgöz: Onu seçmeye çok özen gösteriyoruz galiba hepimiz. Onun dengesini kurmak çok zor. Şahsen benimle de genelde arthouse film yönetmenleri ve kısa film yönetmenleri çalışma konusunda daha hevesli. Çünkü bu televizyon işlerinde dünya değişiyormuş gibi oluyor.
Nezaket Erden: Kriterler…
Kayhan Açıkgöz: Oranın temsilcileri ve karar vericileri farklı. Daha tereddütlü davranıyorlar. Onlar kendi mecralarında denenmiş, kabul görmüş oyuncularla çalışmak konusunda daha istekliler. Ama biz tiyatrodan sonra arthouse film camiasında biraz daha deneyim kazandığımız için orada iş üreten yönetmenlerin daha hızlı aklına geliyoruz. Dolayısıyla bu düzen de bizi biraz bu yolda yürütüyor. Kendiliğinden olmuş bir şey gibi oluyor bu.
Siz bir şey demek ister misiniz? (Hakan Emre Ünal’a)
Hakan Emre Ünal: Yoo, çok güzel dediler zaten. (Herkes gülüyor.) Sadece ben dışarıdan bakarak bir de içeriden bakarak (yani Kayhan ve Nezaket’i gördüğüm zaman) bir şey söyleyeyim. Nezaket, benim hem eşim hem de yönettiğim, yazdığım oyunların oyuncusu ya da dışarıdan da takip ettiğim Uysallar’da vs. birçok işte yer alan bir oyuncu. Kayhan da hakeza “Üç Kız Kardeşler”de izlediğim…
Kayhan Açıkgöz: Hala “Üç Kız Kardeşler” diyor. (Herkes gülüyor.)
Hakan Emre Ünal: Kardeşim de Üç Kız Kardeş diye bir dizide oynuyor şimdi de karıştırıyorum. Kız Kardeşler’de daha sonra Lunapark –bahsettiğim oyun- ve birçok şeyde izlediğim bir oyuncu. Bu tarz oyuncuların aslında, şu ana kadar Türkiye gibi bir yerde yaşamasalar çoktan ana akım işlerde, çeşitli filmlerde, birçok projede daha sık, daha başkarakterler oynayabilecek çeşitliliğe sahip olduklarını düşünüyorum. Ama maalesef burada belli yan karakterlere ya da belli kendini tekrar eden rollere…
Nezaket Erden: Sıkıştırmak istiyorlar.
Hakan Emre Ünal: Sıkıştırmak istiyorlar. Nezaket de Kayhan da ben de bu sıkıştırmaları kabul etmiyoruz. Yani bir yönetmen bana “Çatlak’taki gibi oyna,” ya da “Bozkır’daki gibi oyna,” dediği zaman benim için âşık olduğun biri vardır da bir şey yapar titreyerek uzaklaşırsın gibi bir şey oluyor. Bütün moralim, motivasyonum bozuluyor. Umarım o kalıplara sıkışmayız. Kayhan, Nezaket, benim gibi birçok bağımsız işler yapıp da belli şeylere sıkıştırılmaya çalışılan oyuncuları da gözlemliyorum dışarıdan. Para da kazanmak zorundasın sadece maneviyat üzerinden değil, kimileri bu projeleri ister istemez kabul ediyor.
Nezaket Erden: Para kazanmak da ama oynamak, işini yapmak, orada var olmak da istiyorsun.
Hakan Emre Ünal: Evet, var olmak zorundasın. Bunu kabul edip bunun üzerinden kariyerini inşa eden de olabiliyor. Bundan mutlu olan da olabilir. Ama biz biraz, yavaş yavaş o kalıpları başka şeylerde de oynayarak, birisinin bize başrolü daha güvenerek emanet ettiği filmlerde de daha sık oynayarak kırıyoruz. Yan karakter de olabilir, sıkıntı değil ama farklı rollerde yer almak önemli olan. Çünkü biz oyuncuyuz ve yapabiliriz. Bizim işimiz bu. Çatlak’ta ya da Bozkır’da oynadığım karakter gibi olduğumu düşünüyor hâlbuki hiç alakam yok. Hayattaki var oluşumla oradaki var oluşum bambaşka ama o fotoğrafı görünce yönetmenlerin aklında öyle bir şey kalıyor galiba.
Kayhan Açıkgöz: Tanışıp biraz vakit geçirmek ya da denemek, deneyimlemek hiç akla gelmeyecek bir şey gibi geliyor bazı sektörler için. Yani hızlıca denenmişe gitmek istiyorlar. Öyle olunca da bütün rollerin opsiyonları mecrasına göre iki-üç oyuncu arasında, “O mu, bu mu?” diye gidiyor. “Başka biri olmaz mı acaba? Biraz oturalım düşünelim, başka mecralarda bunu başarmış başka oyunculara baksak,” demek kimsenin aklına gelmiyor. İşin hızıyla alakalı olabilir, yargılamak için söylemiyorum ama iş böyle. O noktada biraz geçişkenliğin zor olduğu bir durum ve üzerine hızlıca bir şey yapışıveriyor; “ana akım dizilerin oyuncusu”, “oradaki şu tip rollerin oyuncusu” gibi kalıpların içine oyuncuları sokuyorlar. Yıllardır da söylenir, herkes şikâyet eder, cast direktörleri de şikâyet eder.
Nezaket Erden: Ama yapılmaya devam ediyor.
Kayhan Açıkgöz: Ama nedense bu iş böyle yürür gider. Kimse o tekere çomağı sokmuyor bir türlü. Neden bilmiyorum ama ben bir gün bunun değişeceğini umut ediyorum. bir noktada bu düzenin değişeceğini, risk alınacağını düşünüyorum.
Ama Lekesiz’de daha farklı bir rol oynadınız, değil mi? Orta sınıf bir kadını canlandırdınız. Size genelde yoksul roller geliyor. (Nezaket Erden’e, herkes gülüyor.)
Nezaket Erden: Evet, benim öyle bir sıkıntım da vardı. Bir dönem böyle bir şey oldu. Onları reddetmeye başladım. Yoksul insanları oynamak istemiyorum diye algılanmasın, karakterler de birbirine benziyordu.
Hakan Emre Ünal: “Yoksul bir insan” deyince bir sınıfı temsil eden karakterler ortaya çıkıyor, biricik bir karakter değil de.
Nezaket Erden: Sanki “yoksul kadın şöyle olur” gibi bir şey oluyor. Ondan çok sıkıldım bir dönem ve farklı şeyler tercih etmeye çalıştım. Lekesiz de onlardan biri. O yüzden onu deneyimlemek güzel oldu.
Onu da oynuyorsunuz az evvel söz ettiğiniz gibi.
Nezaket Erden: Evet, oyunculuğun böyle bir şey olduğunu görmek lazım. (Herkes gülüyor.)
Kayhan Açıkgöz: Oyunculuk zaten böyle bir şey. Herkesin bildiği bir gerçek ama öyle değilmiş gibi.
Nezaket Erden: Ve senin onu göstermek için çırpınman gerekiyor.
Hakan Emre Ünal: Tabii, cast denen bir şey de var. Bir halinin bir karaktere yakın olması ya da birini gözlemleyerek oyuncu olarak, insan olarak onun var oluşundan etkilenerek de bir şey yazılabilir. “Emre, ben seni düşünerek yazdım, sen oynar mısın?” da denebilir. Birinin bir hali ya da görünüşü o filme uyabilir ama bu hep böyle olunca düşündürücü oluyor. “Sakallı adam kötüdür,” ya da “Sarışınlar aptaldır” gibi klişeler oluyor. İnsanların kafasında bu kadar abartılı bir biçimde olmasa da böyle bir şey var. Tuhaf geliyor bana. Onu kırmak gerekiyor. Kıran filmler daha kuvvetli oluyor. Yetenekli bir oyuncu arkadaşım Erdem Şenocak’ı mesela Kerr’de başrol olarak izlemek içimin yağlarını eritiyor. Çok iyi yan karakter oyuncusu, çok iyi oynuyor başrol oynaması bir filme değer katıyor.
Kayhan Açıkgöz: Sonunda birinin buna cesaret edebilmiş olması önemli. Karşılığı da çok büyük. Yıllardır biz bu işin içindeyiz bir şekilde, iş üretiyoruz, bir yönetmen cesaret gösteriyor, başarılı oluyor. Sonra herkes bize şunu soruyor; “ Abi, sen neredeydin yıllardır?” (Herkes gülüyor.), ben buradayım da sen nereye bakıyordun? Biraz kafanı çevirip baktığın yerleri değiştirsen oralarda aradığın tipte insanlar var.
Hakan Emre Ünal: Çok küsen insan da oluyor. Gerçekten çok yetenekli oyuncular var bilmediğimiz, fark etmediğimiz. Biz belli şeyleri tekrar tekrar oynamaya devam ederek aslında başka potansiyeli olan bir oyuncunun da önünü kapatmış oluyoruz. Beni heyecanlandırmayan bir şey var ama başka çok yetenekli olan biri için ilk karşılaşmasında onu çok heyecanlandıracak bir şey var. Onu da kapatmış oluyorsun. Yavaş yavaş daha yayılan, karşılaşmaların daha sık olduğu bir şeye doğru evrileceğiz diye düşünüyorum.
Lekesiz’e dönecek olursak; söyleşide “Başta biz de anlamadık,” dediniz (Herkes gülüyor.), o anlamlandırma kısmından söz edebilir misiniz? Bir de “leke”nin neyi temsil ettiğinden söz edebilir miyiz?
Hakan Emre Ünal: Ben filmi, senaryosunu bilmeden ve provasını yapmadan izlesem ne düşünürdüm çok merak ediyorum. O imkânımız yok. Çünkü karmaşık bir film. Anlatmak istediği şey leke gibi somut bir şey üzerinden olsa da karmaşık duygularla da ilerleyen bir film. Ondan dolayı filme dışarıdan bakamıyorum, izleme deneyimiyle bakamıyorum. Kayhan’ın suratında leke olması, tezgâhtaki leke, kadının hiç leke var mı yok mu, kocasının derdi nedir diye umursamaması… Nezaket söyledi ya söyleşide; “Leke olup olmaması önemli değil, kendi cehennemlerimizi yaratıyoruz küçücük bir şeyden ötürü.” Kadının, kocasının kendisine yarattığı o cehennemle hiç ilgilenmemesi, herkesin kendi dünyasında olması… Lekenin varlığı ya da yokluğu önemli değil. Önemli olan üç karakterin bir şekilde karşılaşması oluyor.
Nezaket Erden: İzlediğinle bir bağ kurmak daha kolay oluyor. Senaryoyu okurken başta ben açıkçası zorlanmıştım, karakterin nasıl bir karakter olacağını da çok anlamamıştım. Biraz da evrildi, değişti senaryo. Şu anda izlediğimiz şey de çektiğimiz şeyden sonra evrildi, değişti. Birçok sahne atıldı. İlk okuduğumuzda öncelikle Ali (Ercivan, yönetmen) ve Engin (Palabıyık, yapımcı) üzerinden bir bağ kurduk senaryoyla. Sonra Ali, senaryonun yanında çok detaylı bir dosya yollamıştı; nerelerden referanslar aldığını, neyi neden anlattığını yazdığı. Onu okuyunca bana; “Tamam, ben bu senaryoyu anlamadım ama onunla çok iyi bağ kuran ve ne yaptığını bilen biri var,” hissi gelmişti ve “Tamam” demiştim. Zamanla üstüne konuştuk. Benim oynadığım karakter İzem’le ilgili bana bir sürü referans verdi. Bence Kayhan’la benim oynadığımız karakterleri anlamak Emre’nin oynadığı karakteri anlamaktan daha kolay.
Kayhan Açıkgöz: Nazaran evet, motivasyonları daha net.
Nezaket Erden: O yüzden en zor Emre’nin işiydi. İzlerken de öyle geliyor. Düştüğü durum daha zor. Filmin tercihlerinden dolayı da seyircinin anlaması da zor olmuş olabilir. Karakter daha içinde yaşıyor her şeyi. Biz daha çok dışa vuruyoruz isteklerimizi. Lekenin olup olmaması gerçekten önemsiz geliyor. Başta biz de hemen o zaman geçişlerini sormuştuk; “Ne oluyor? Burada zaman atlamaları oluyor mu, olmuyor mu? Kafasında mı yaşıyor?” Sonra bunların önemsiz olduğunu fark ettik aslında. Kayhan’ın oynadığı güvenlik görevlisi mesela; bir isteği var, onun peşinden koşuyor. Ama onun ne hissettiği diğerinin umurunda değil. Kimsenin ne hissettiği birbirinin umurunda değil. Birtakım istekler var ve herkes kendi dünyasında. İzem, çok rahat ve mutlu görünüyor ama o da çok farklı değil. O yazdığı kitap iyi bir kitap değil muhtemelen ve o da kendini bir yere ait kılmaya çalışıyor. Emre’nin oynadığı karakter zaten bütün hisleri en yoğun yaşayan, o cehennemin içinde kendini en çok bulan. İzlediğimde filmi birçok duyguya sokuyor insanı, bunu hissettim. Bütününde soru işaretleri kalabilir insanların kafasında ama bana bir sürü şey düşündürüyor son halini izlediğimde.
Kayhan Açıkgöz: Oyuncunun çok işine yarayan şeyler olduğunu da düşünmüyorum bazen, oyuncun filmin bütününü anlamasına gerek var mı onu da düşünmek lazım. Hele sinemada yönetmenin anlatmak istediği bir hayali var. Bunu senin oynadığın karakterler yoluyla ve pek çok başka şeyle yapıyor (ışık, ses…). Sen oyuncu olarak oynadığın karakterle filmin dramaturjisini anlatmak gibi gereksiz bir çabaya düşüyorsun ama böyle bir görevimiz yok bizim. Hatta bu işleri berbat edebilir. Senin işin bence oyuncu olarak, yönetmenin gördüğü hayalin içindeki o karakterin motivasyonlarını gerçekten sahiplenmek ve sonuna kadar zorlamak. Neticede bunun ayarını yine yönetmen yapıyor. Sen istediğin kadar oyna, bir şeye karşılık gelmek iste, kurgu masasında yönetmenin koyduğu kadarsın, tercihleri kadarsın. Tamamen aslında senin performansından bağımsız bir şeye de dönüşüyor bu. Çünkü o senin performansın değil aslında. Kurgulandığı anda yönetmen tercihleriyle belirlenmiş bir şeye dönüşüyor. Tamamen de çıkarabilir, istediğin kadar oyna yani sette. Nitekim bizim filmimizde de öyleydi. Okuduğumuz senaryoda benim karakteri ya da filmi anlayışımla sette oynadığım şey birbirinden başkaydı. Sonra sette oynadığım şeyi perdede gördüğümde o da başkaydı. Bazı sahneler yoktu. Karakterin bazı yönlerini çalıştık, çektik, oynadık ama onu anlamanı mümkün kılmıyor. Bu kez de onu anlayamayınca başka bir şey anlamaya başlıyorsun. Bu kez daha çok başkarakteri anlamak konusunda yardımcı oluyor senin oynadığın bazı sahnelerin çıkarılmış olması. O yüzden bence buradaki en önemli iş, senaryoyla ya da karakterle bir şekilde bir bağ kurmak sonra da yönetmene güvenmek. Mümkün olduğu kadar da kendi açarak yönetmenin gördüğü hayali oluşturmasına yardımcı olabilmek gibi geliyor bana.
Hakan Emre Ünal: Benzer şeyler düşünüyorum. Senaryo anlamında filmi anlamıyordum ama Kayhan’ın Kahraman karakterini, Nezaket’in İzem’ini çok iyi anlıyordum. Onları anladıkça Tolga’yı daha iyi anladım. Film, hem süresinden hem de tercihlerinden, Kayhan’ın dediği gibi kurgu masasından dolayı daha farklı. Kısa film, 20 dakikadan kısa, 30 dakikalık süreye çıktığı zaman bir şeylerden feragat etmek gerekebiliyor. Bazı feragatler bazı hisleri daha kuvvetli kılıyor. Ama genel anlamda benim de senaryoda okuduğumla hoşuma giden şey filmde farklı. Filmde izlediğim şey hoşuma gidiyor ama “Keşke şunlar da olsaydı seyirci için ya da şu sahneyi de görebilseydik” diye düşündüğüm, karakterlerin ve durumun daha iyi anlaşılacağını düşündüğüm yerler var. Oyuncu bencilliği de olabilir bu. (Herkes gülüyor.) Bir de aslında söyleşide kimse “Filmi anlamadık,” demedi, bizim psikolojik olarak “anlamamışlardır” gibi bir düşüncemiz oluşmuş. Bilmiyorum, neden bizde böyle bir hissiyat kalıyor sonunda.