Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Röportaj: Yoldaş Özdemir Usta Oyuncu Nursel Köse’yle Üç Kuruş’u Konuştu
Yoldaş Özdemir, yıllara meydan okuyan usta oyuncu Nursel Köse’yle Üç Kuruş dizisini, Romanları, göçmenliği konuştu. Episode’un 30. sayısında yayımlanan röportajı okurlarımıza sunuyoruz. İyi okumalar…
Merakla takip edilen Üç Kuruş dizisindesiniz bu sezon. Nasıl gelişti süreç, projeyi kabul etmenizi sağlayan ana etmenler nelerdi?
Diziler sezon tatiline girince veya bitince biz oyuncular dinlenmeye çekiliyoruz, bedeni ve kafayı tatile götürüyoruz. Yeni sezon senaryoları da gelmeye, menajeriniz daha sık aramaya başlıyor. Ben de hamakta yatarak, sahilde uzanarak senaryolar okudum geçen yaz. Üç Kuruş senaryosunu okumadan Neriman karakter analizini okudum önce. Her yönüyle detaylı yazılmış ve yelpazesi geniş bir karakter çıktı karşıma. Otoriter, anaç, fedakâr ve öngörüsü yüksek, kadın duyarlılığı ve doğurganlığının getirdiği korumacı, yaşatıcı gücü olan bir kadın çıktı karşıma… Beni düşünerek mi yazmışlar acaba, diye içimden geçti. Senaryonun, mekânların, koşulların envanteri, hikâyeler ve kahramanlarıyla gündelik hayatınızdan sizi alıp kafamızda tabu olan, hiç bilmediğimiz bir dünyaya taşımayı arzulaması beni hemen sardı. Roman mahallesi ve onların hikâyesini belki de en az tanıdığımız yerden alması beni hem şaşırttı hem de heyecanlandırdı. Yeni bir meydan okuyuşla karşılaştım. Oyunculuk yolculuğumda bavulumu bomboş alarak yola koyulacaktım.
Neriman, aileyi bir arada tutan bir kadın. Hala ama neredeyse tüm mahalle ve aile için bir anne aslında. Güçlü bir karakter, sert bir yanı da var. Siz nasıl tarif edersiniz Neriman’ı?
Çıngıraklı Mahallesi’nin ablası hatta annesi… Herkesten saygı ve sevgi görüyor ve bunu hak etmiş bir kişilik… Herkesi bir arada tutan, herkese sahip çıkan yol göstericisi, akıl hocası. Çok kıvrak zekâlı.
İllegal dünya içindeki hiyerarşik ağların en incesini biliyor, raconu tanıyor, yazılmamış kuralları okuyor… Kartal olmadığında işleri sırtlayıp doğru kararlar veren, her şeyi kontrol eden, kasaya bakan, hesap
kitap bilen, yılmayan bir kadın…
Neriman’da üzüldüğüm şeyse kendi hayatını pas geçmiş olması, kendini ailesine adamış, özel hayatı neredeyse yok gibi. Bu size karakteri çıkartırken neler düşündürdü?
Türk kadınının ailesi, yuvası, sevdikleri, evlatları ve yakınları için her zaman fedakârlık ettiği, etmek zorunda kaldığı, bunun için çoğu zaman özel hayatını geri plana, en arkalara ittiği gerçeği beni de hep üzmüştür. Kadına ekstra yük bindirilir bizim kültürümüzde, gelenek ve görenekler bu konuda serttir kadınımıza… Evlenmeyen kadın ülkemizde her işe koşturulur örneğin. Tabii ki kadının koruyuculuğu, anaçlığı, sevecenliği doğurganlığıyla doğasının bir parçası, bundan dolayı tüm bu yükü severek, yadsımadan taşıyabilir kadın. Duygusal aklı hep keskindir kadınlarımızın çünkü anaçlık sadece kadının kendi doğurduğu çocuğa gösterdiği bir duygu değil bence. Kadının canı başka çocuk için de yanar, doğa için de ülkesi
için de. Neriman Çaka karakterini kurarken buralardan bakmam iyi geldi.
Üç Kuruş, farklı hikâyeleri birleştiren bir dizi. Bir yandan Romanların yaşadığı bir mahalleyi merkezine alıyor, burada bir ailenin hayatını anlatıyor; bir yandan annesini öldürenlerden intikam almak için yola çıkan bir seri katil öyküsü var; diğer yandan da organize işlerde çalışan bir polisin kesişen başka bir hayatı var. Polisiye bir yanı da var, eğlenceli yanı da, dramı da. Bu açıdan TV ekranlarındaki işlere göre özgün, bu özgünlük seyirciyi de belirli açılardan zorlayabilirdi. Siz bir izleyici ve bir oyuncu olarak Üç Kuruş’taki bu farkları nasıl yorumluyorsunuz?
Beni heyecanlandırdı bu çokyönlülüğümüz. Özellikle dijital mecra işlerinin son yıllarda ülkemizde yaygınlaşmasıyla farklı işlerin televizyon izleyicisi tarafından da izlenip beğeni görmesi bence bazı yapımcıları daha yaratıcı, daha evrensel konuları ele alan, toplumsal meselelere farklı yerlerden bakan projeler üretmeye itmiş olabilir. Bu şimdilerde riskli gibi görünse de çok akıllıca… Üç Kuruş böyle bir proje. Farklılığı ve geniş yelpazesiyle her nesil seyirciyi televizyon başına çekme potansiyeline sahipti şu ana
kadar. Bir o kadar da inovatif, yenilikçi…
Romanlar tüm dünyaya yayılmış, her ülkede farklı tarihleri de olan ama neredeyse her ülkede ırkçılığa, dışlanmaya maruz kalan bir halk. Neriman karakterine hazırlanırken Romanlarla ilgili ön araştırma, hazırlık yaptınız mı? Yaptıysanız en çok ilginizi çeken ya da sizi şaşırtan bilgiler nelerdi?
Her projemde bildiğimi, cebimdekileri bir kenara atar; yepyeni bulgular ararım karakterim için. Romanların dünyadaki konumlarıyla ilgili epey belgesel izledim. Türkiye’de de birkaç iyi belgesel var… Birçoğu ise magazinsel, çalgı çengi, eğlence gırla tarzında, ki onların gerçeklerini asla bu açıdan bakarak görmek mümkün değildi. Ama klişe bakışları, önyargıları körükleyen, ötekileştiren, ayrıştıran, dışlayan yayınları da izledim. Dünya üzerine dağılmış Romanların nereden geldiklerini, kültürlerini, dillerini, gelenek ve göreneklerini yeniden araştırma gerekliliği daha da netleşti kafamda. Almanya’da sosyal ve kültürel çalışmalarım arasında Romanlarla çalışmalarım vardı. Ayrıca çekimler başlamadan önce mahalleye
gittim, birçok kişiyle konuşup sohbet etme imkânım oldu. Beden dillerini okumama, hayatlarına daha yakından bakmama, izlememe izin verdiler, anlayış gösterdiler. Bazı hal ve tavırların Neriman’a uygunluğunu kaptım diyebilirim… Dünyanın birçok yerinde karavanlarla gezici bir toplum olarak yaşayan Romanlar bizde gettolaşmış bölgelerde yerleşik yaşama itilmiş gibi… Konuştuğum birçok mahalleli, özellikle genç çiftler karavanda gezgin yaşamdan özlemle bahsettiler. “Maddi imkânlar elverse biz de çok isteriz atalarımız gibi gezgin yaşamı,” demeleri, bundan mahrum olmaları beni çok etkileyen durumlar arasında.
Bu karakterin size öğrettiği veya anlamlandırdığı bir şey oldu mu?
Neriman Çaka’yı otantik yansıtmanın, Roman olmanın gerçek hayatta ne demek olduğunu anlamakla alakası vardı. Oyunculuk, insanı kişisel yaşam düzeyinden evrensel yaşam düzeyine taşıyabilir. Farklı algıladığımız, anlaşılamaz ve ulaşılamaz biçimde olan bir figürü anlaşılabilir ve hissedilebilir yapmak işimiz ki bunu her işimde severek yaşıyorum… Romanların ülkemizde geçirdiği evrelerin sonuçları da çok çarpıcı; acılarını, dramlarını, keyiflerini, umut ve umutsuzluklarını empatiyle hissetmeme çok yaradı Üç Kuruş dizisi.
Seyircilerden Üç Kuruş’la, Neriman’la ilgili aldığınız en özgün yorumlar neler oldu?
Seyirci önünde Neriman’ı inandırıcı kılmak adına her hafta daha özenle çalışıyorum ve insanlar Neriman’ın kimseye uçuk, hayali bir figür gibi, aslında yabancı gibi gelmediğini yazıyor bana. Mahalleli de hiç yadırgamadı, sevdi ve kabullendi Neriman’ı… Giyimi kuşamını, hal ve tavırlarını “Aynı bizim gibisin!” diyerek desteklediler, en önemlisi de buydu aslında Neriman ve benim için…
Bir yandan siz de Almanya’ya genç yaşta gitmiş ve orada eğitim almış, uzun yıllar yaşamışsınız. Siz de orada “öteki” olmuşsunuz diyebiliriz. Günümüzde göçmenlerin sayısı, bölgemizdeki savaşlar, krizler nedeniyle de çok artmış durumda; Türkiye’den de pek çok eğitimli genç Avrupa’ya göç ediyor, etmeye çalışıyor. Irkçılık da buna bağlı olarak hızla yükseliyor dünyada. Neler düşündürüyor bunlar size, kendi deneyimlerinizle baktığınızda neler hissediyorsunuz?
Yurtdışına gittiğime, orada eğitim aldığıma, farklı kültürlerle yaşadığım için başka bir dilde eğitim aldığıma hiç pişman olmadım. Sorunuzda formüle ettiğiniz tüm zorluklara rağmen özellikle gençler için gitmek, görmek, gezmek, öğrenmek gönüllülük bağlamında muhteşem bir tecrübedir. Kariyer ve hayatları için bambaşka perspektif yaratır. Ama göç başka bir durum. Günümüzde mecburi göçler, başı sonu belirsizlik ve acıyla dolu. Irkçılık göçe bağlı yükselen bir durum değil bence. Irkçılık var olan sosyolojik, ekonomik ve politik bir doktrindir. Avrupa’da hâlâ kültür değerleri, tek kriter olarak belirtilen etnik merkeziyetçi yapıyla alakalıdır diye görüyorum. Belirli zümreler, taban kazanmak için zenofobi ve milliyetçilik kavramlarını, sosyal ayrımcılığı, ırklar arasında fark gözetilmesini, göçmenler ve göç kavramını kullanarak kendini sosyal açıdan kabul edilebilir ve popüler olmak için kullanıyor ve yine aynı çevreler tarafından bilinçli körükleniyor
diye düşünüyorum.
“Almanya’da mimarlık yaparken bir yandan da tiyatroyla, sanatla iç içe bir dönem geçirmişsiniz. Oradaki ilk kadın kabare grubunu kurup Almanca konuşulan ülkelere, şehirlere turneler düzenlemişsiniz. Bu dönem tiyatroya, oyunculuğa dair neleri fark etmenizi, öğrenmenizi sağladı?
Göçtüğün ya da bir süreliğine yaşamayı tercih ettiğin bir yabancı ülkede sıfır noktasından başlıyor hayat. O ülkede, başka bir kültürde kendini ifade edebilmek, o toplumda yer oluşturabilmek zorlukları da tüm güzellikleri de beraberinde getiriyor. Ayrımcılığı ve yabancı düşmanlığını körükleyen tarafların karşısına sanatla, mizahla, sinemayla özellikle tiyatro ve kabareyle dikilmenin doğru yol olduğunu öğrendim. Kültürler arası farklılıkları zenginlik olarak görmeyi, önyargıların şablonundan çıkmayı yurtdışında hayat felsefem yaptım… Sevginin, saygının ve toleranslı olmanın yollarını, bunu başarabilmenin yollarını önüme sanat ve mizah ile yığdı aynı Almanya…
Almanya’da pek çok filmde yer aldıktan ve orada oyunculuk kariyeri inşa ettikten sonra Türkiye’ye geldiniz ve burada da pek çok önemli işte yer aldınız. Dijital platformların henüz olmadığı ve başka ülkelerde oyunculuk yapmanın biraz daha zor olduğu bir dönemde gerçekleştirmişsiniz bunları. Bugünden bakınca o dönemin zorlukları nelerdi?
Eskiden yaptığımız işler bir süre sonra, sanki bir kütüphanenin raflarına yerleştirilip unutulmaya mahkûm olurdu. Film vizyona girer, daha sonra televizyonda da yayınlanır, rafa kalkardı. Video ve DVD’ler çıkardı, kaçırdığımız filmleri oradan yakalardık. Bitti bunlar, hem de çok geride kalmadan tarih oldu. Dijital, tüm bu unutulmuş eserleri ve yenileri daha uzun vadeli önümüze getiriyor. Herkesin daha kolay ulaşacağı şekilde ve böylece evrenselleştirdi işlerimizi. Uluslararası sinema yapmak ve filmin A sınıf festivalleri dolaşmasını beklerdik. Festivaller taşırdı oyuncuyu uluslararası platformlara. Hollywood filmleri kasıp kavururdu ortalığı, sadece onlar dünya starı olabiliyor gibiydi. Bugün herhangi bir işle dijitalden dünyanın en ücra köşesine ulaşabilir, herkesin evinde star olabilirsin.
Dijital plaftormlar, İngilizce dışındaki hikâyeleri, anadili İngilizce olmayan senaristleri, oyuncuları da dünyaya izletmenin bir aracı oldu. Bugün Kore’den, İspanya’dan, Meksika’dan işler tüm dünya tarafından yoğun biçimde izleniyor. Sizce bu, Türkiye’deki oyuncular, yazarlar, yönetmenler için nasıl kapılar açabilir?
Herkes için yeni kapılar açıldı ve açılıyor. Zaten Türk dizileri yıllardır dünyanın birçok yerinde tanınıyordu. Dev dijital platformlar artık her ülkede kendi imzalarını taşıyan işler üretiyor. Sektör hızlı bir değişim içinde. Herkes bundan nasiplenecek elbette.
Türkiye’de çok yoğun bir çalışma temposu içindesiniz ama Almanya’da ya da Avrupa yapımlarında yer alacağınız işler olacak mı önümüzdeki dönemde? Oraya dair planlarınız var mı?
Elbette… Bir oyuncu olarak gezgin olduğumu düşünüyorum. Özellikle Almanya’da çalışmayı özlediğimi fark etmeye başladım. İşler geliyor, zamanım yetmiyor. Avrupalı, çok uzun zamanlı proje planlıyor ve seni bağlıyor. Ben fırsat ve boşluk bulursam, sevdiğim ve heyecanlı bir proje yakalarsam mutlaka yine Almanya’da çalışacağım.
Türkiye’de komedi alanında bir gösteri ya da yeni formatlarda başka bir iş yapmayı planlıyor musunuz?
Bu planım hep var. Sahneyi özlüyorum.
Bir yandan edebiyatla çok ilgilisiniz, şiir kitaplarınız var, yazdığınız radyo tiyatroları var. Sanırım ilk romanınızı da tamamlamışsınız. Bilimkurgu polisiye türünde olduğunu öğrendim. Edebiyata
ve yazmaya dair bu tutku nasıl başladı?
Çok erken başladım yazmaya, yazmak iletişimin en eskisi, en köklüsü.
İlk romanınızın yayın takvimi belli oldu mu? Bu arada polisiye ve bilimkurgu türleri, dünyada son yıllarda ciddi bir yükseliş yaşıyor. Bu iki türle aranız nasıldır bir okur ve izleyici olarak? Favori polisiye romanlar, diziler, filmleriniz nelerdir?
Umarım 2022’de çıkacak romanım. 29 Mart’ta, doğum günümde çıkması hayalim var. Bilimkurgu ve polisiye hiç eskimez, her zaman bizi kışkırtan, heyecanlandıran, meraklandıran, korkutan ve öğreten bir şey barındırırlar çünkü. Adrenalin üretimini ve salgılanmasını bugünün hareketsiz insanına en iyi sağlayan yine böyle eserler…
Polisiye Romanlar: Jussi Adler-Olsen, Henning Mankell, Jo Nesbø, Cixin Liu, Ahmet Ümit son dönemde sardıklarım. Özellikle İskandinav yazarların eserlerini çok severek okuyorum.
Polisiye Diziler: Broadchurch, Marcella, Undercover, Dogs of Berlin, Sherlock…
Polisiye Filmler: The Departed, Jacky Brown, Pulp Fiction, Léon: The Professional, Taxi Driver
Edebiyatçı bir oyuncuya sormak isterim, Türk edebiyatından mutlaka uyarlanmalı dediğiniz romanlar var mı?
Yaşar Kemal’in tüm eserlerinin film olmasını, özellikle Binboğalar Efsanesi romanının uyarlanmasını isterdim. Ahmet Ümit polisiyelerinin de çoğunu izlemek güzel olurdu. Ebru Ojen kitaplarından animasyon uyarlama olmalı mesela.
Hem yazıda hem sahnede hem kamera önünde bu kadar üretkenken kamera arkasına dair planlarınız var mı merak ettim. Yazdığınız ya da yönetmek istediğiniz projeler var mı önümüzdeki döneme dair?
Bir sinema senaryom var, “Karınca Kadın” adında. Bir dizi konseptim var. Yeni romanımı da görsel yazdığım için senaryoya dönüştürmenin rahat olacağını düşünüyorum. Yazdıklarım duruyor bir kenarda, bir gün hayata geçecekler umuduyla…
Son yıllarda izlediğiniz ve herkese önerdiğiniz yabancı diziler nelerdir?
Squid Game, You, Anne with an E, The Handmaid’s Tale, Peaky Blinders, Animal Kingdom, Ozark.
Ne çekse/ne yazsa izlerim dediğiniz yönetmenler, senaristler hangileri ve neden?
Çoğu zaman senarist ve yönetmen olarak kendi işini çeken sanatçıların işleri beni cezbediyor. Quentin Tarantino, Pedro Almodóvar, Fatih Akın, Cem Yılmaz, Wim Wenders, Steven Spielberg. Tabii ki Shonda Rhimes ve Sofia Coppola hayranıyım.