Gotham Küllerinden Doğuyor: THE BATMAN
Batman’in sahip olduğu aura, 1939 senesindeki Detective Comics’in 27. sayısında çıkan ilk macerasından günümüze dek sürekli çeşitlenerek gelişim gösterdi. Özellikle 1966-1968 seneleri arasında Adam West’in televizyon dizileri ve filmlerinde canlandırdığı kahraman karikatürize ve dönemin renkli tv formatına uyumlu bir rota izlerken, Tim Burton tarafından 1989’da çekilen Batman filmi, kahramanımızın belirli dönemlere yayılarak ilerleyecek popüler sinema macerasının ilk başlangıcı olmuştu.
Micheal Keaton, Val Kilmer, George Clooney, Christian Bale, Lain Glen ve son olarak da Ben Affleck tarafından dolan yarasa adam kostümü, her anlatıcının kendine has yorumları ve çizgi roman külliyatından alınan referanslarla seyir zevklerine hitap ederek yoluna devam etti. Bu hususta tabii ki Burton tarafından çekilen Batman (1989) ile Batman Returns (1989) filmleri karanlık Gotham atmosferiyle bütünleşme konusunda çok özeldir. Fakat sonrasında gelen manasız devam yapımlarının enkazı Christopher Nolan’ın kendine has üçlemesiyle ortadan kalkmış olsa dahi bana göre ihtiyaç duyduğumuz Gothamvari Batman karanlığını net olarak hissettirmeyi başaramamıştır. Burada Nolan’ın filmlerini yermiyorum elbette, zira kendi içinde bütün ve Batman üzerinden ilerletilen akıbette uyumlu bir yorum yer alıyor üç filmde de. Lakin Zack Synder ile oluşturulan ve biraz da Marvel formüllü bir rota üzerinden aktarılmaya çalışılan son fazda kostümü devralan Ben Affleck, çok iyi bir Bruce Wayne olsa bile Batman kimliği altında tam olarak lanse edilemedi ve solo bir maceraya kavuşamadı. Burada Tood Phillips’in yönettiği Joker filmindeki Gotham portresi gerek yansıtılış biçimi gerekse karakterdeki buhranlarla ihtiyaç duyduğumuz çizgi roman etkileşimini beyazperdeye yansıtarak çoğumuzun yüreğine su serpip heyecanlanmamıza vesile olmuştu. Bütün bu süreç içerisinde Warner Bros’ın DC kanadında yapmış olduğu her saçmalık sonrası bir Batman filmi giydirmesini görmezden gelecek olursak şayet, Burton yapımları ardından Detective Batman külliyatına en uyumlu yapımın şimdilik Matt Revees tarafından çekilen fırından yeni çıkmış The Batman olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Uzun bir giriş yaptım farkındayım fakat Batman gerek çizgi roman gerekse sinematik anlatı kanatlarında çoğu fanın en önemsediği kahramanlardan. Üstelik sinemadaki duruşu DC’nin bir takım anlamsızlıklarından ötürü belirsiz bir döneme sürüklenirken Revees tarafından oluşturulan bu yeni dünya, karakterin birçok yönünü çekincesiz biçimde ön plana çıkarmayı başarmış. Üstelik diğer yapımlara nazaran duygusal ve kendiyle kavgasına yoğunlaşan bir Bruce Wayne portresi var karşımızda.
Batman’in DC kanadındaki son yılları Justice Leauge gölgesinde fantastik bir üsluba dayalı ilerlemekteydi. Fakat ihtiyaç duyulan nokta karakterin sahip olduğu dedektif kimliğinin yansıtılmasıydı bana göre. Çünkü iz süren, intikam ararken bunu uygulamanın yollarını alternatif deneyimlerle arayarak her macerada biraz daha olgunlaşan bir mizaca sahiptir aslında Bruce Wayne. Elbette ki yaşanmışlıklarının üzerine oynanması tıpkı Peter Parker’ın (Spider-Man) Ben eniştesinin ölümü ardından yaşadığı sendromu anımsatabiliyor. Fakat yönetmen Revees’in yorumundaki kahraman kendi dış sesiyle şehrin ve ruh halinin tekinsizliğini dile getirdikçe mevcut hikâyedeki olgunluk da açığa çıkmaya başlıyor.
Filmin genel gidişatında son 20 sene içerisinde giderek yozlaşan Gotham kentinde adaletin peşinde olan genç Batman’in çabaları hâkim. Öyle ki sadece ana kahraman değil, onun özünden ilerletilen aşamalarda karşımıza çıkan karakterlerin dolgunluğuyla dominant olmayı başaran bir yapım. Daha doğrusu temelini sağlam atmayı hedefleyen Revees, bu doğrultuda boşa çıkarmayacağı bir üslup üzerinden filmini oluşturmuş. Aksiyonun ağır bastığı noktalar elbette var lakin filmin genel hâkimiyeti ilk çekim dönemlerinden bu yana sıkça dillendirilen David Fincher imzalı Se7en ve Zodiac yapımlarındaki lanse ettirilen kedi – fare kovalamacı eksenindeki bir polisiye kıvamına sahip.
Burton filmleri sonrasında bir Titans dizisinin bir kısmında ve Joker filminden alabildiğimiz Gotham karanlığı, The Batman’in bütününde çok önemli bir rolde. Hatta en az filmin karakterleri kadar güçlü bir kişiliğe büründüğü söylenebilir şehir için. Yolsuzluğa teslim, yozlaşmış bir şehir yönetimi altında ışık peşinde olan melankolik bir kahraman olarak çıkıyor karşımıza Batman. Üstelik bu kez Komiser Gordon ile uyumu ve diğer karakterlerin güçlü tutumları da sadece tek filmle kalmayacak bir evrenin genişlemeye müsait noktalarını oluşturmuşlar.
Yarasa Adam kostümünü sırtına geçiren Robert Pattinson, özellikle son döneminde kariyeri için tercih ettiği yapımlarla rüştünü ispatlamayı başaran bir aktör. Keza ilk duyulduğunda bir takım olumsuz söylemlere maruz kalsa da, sivilde tam olarak oturmasa da kostüm içerisinde beklentileri karşılayabilen bir Batman performansı ortaya çıkarmış. Fakat sadece Pattinson değil, Zoê Kravitz, Paul Dano ve Colin Farrel da gayet istekli ve öyküyle bağ kurmayı başarmış şekilde ilerliyorlar.
Kimileri için Se7en filminin birebir kopyası olarak eleştirilecek olsa da The Batman’in ruhu, karakterin ilerleyen dönemlerdeki akıbeti açısından iyi bir referans. Anlatım biçimi yer yer yavaşlasa dahi olgun ritminden sapmadan ilerliyor. Özellikle bu maceralarda karamsar – kasvetli tonların arayışında olan izleyiciyi gerektiği derecelerde mutlu etmeyi başaracaktır.