‘The Handmaid’s Tale’ 5. Sezon: Morning ve Ballet
Margaret Atwood’un 1985’teki aynı isimli romanından uyarlanan Hulu dizisi The Handmaid’s Tale’ın yeni sezonunun iki bölümü BluTV’de yayınlandı. Dizinin 5. sezonu büyük hayran kitlesi tarafından uzun zamandır bekleniyordu. Popüler dizinin başrolü Elisabeth Moss’u dizinin ilk iki bölümüyle ilk defa yönetmen koltuğunda gördük. The Handmaid’s Tale’ın iki bölümünü yönetmek için çok heyecanlı olduğunu söyleyen Moss, Jimmy Kimmel’a verdiği röportajda bunun için DGY’den izin alması gerektiğini ve iki yönetmenin imzasına ihtiyaç duyduğunu da söyledi. Yani aslında ilk önce işi almış, sonra yönetmek için izni. Yönettiği iki bölümdeyse diğer sezonlarla olan akışı sağlamakta başarılı olmuş. Artık diziyle bütünleştiğini söyleyen Moss, kanımca bu sebeple yönetmen koltuğunda da oldukça iyi bir iş çıkarmış.
Dizinin 4. sezonu belki de en etkileyici sezonuydu. Yıllardır heyecanla beklediğimiz birçok sonuç ve cevaba ulaşmıştık. June (Elisabeth Moss) şehirden kaçmış, isyana katılmış, kaçmaya çalışırken birçok arkadaşını kaybetmiş ve Gilead’daki 80’den fazla bebeği güvenli şekilde Kanada’ya kaçırmayı başarmıştı. Sezon finalindeyse June izleyiciyi soluksuz bırakan uzun ve sancılı bir yolculuktan sonra Kanada’ya varmış ve sezon, June’un Komutan Waterford’u (Ralph Fiennes) öldürmesiyle son bulmuştu. Gilead’dan kaçan diğer kadınlarla birlikte June’un Fred Waterford’u öldürmesi tam anlamıyla tüylerimi ürperten bir sezon finaliydi. Komutan Lawrence (Bradley Whitford) ve Nick’in (Max Minghella) yardımıyla Kanada ve Gilead sınırında kimseye ait olmayan bölgede gerçekleştirdikleri bu infazdan sonra Gilead’da yapılan gibi Fred’i bir duvara asmışlar ve altına o ünlü kelimeleri yazmışlardı: Nolite te bastardes carborundorum. Bu cümlenin yanı sıra Fred’in yüzük parmağını Serena’ya göndermesi ise June’un “tüm sorumluluğu alıyorum” beyanıydı.
5. sezonun ilk bölümü “Morning”i izlerken bölümün ismi hakkında düşündüm. June’un Fred’i öldürdükten sonraki ilk sabahına tanık olduğumuz bu bölümün ismi iki şekilde yorumlanabilir: Fred’in ölümünün ertesi günü ve June’un yeni hayatının ilk sabahı. June’un nevrotik ve neredeyse manik denebilecek durumuysa beklemedik değil ama oldukça etkileyici. Fred’i öldürdükten sonra eve gelen June, ellerindeki kanı uzun süre temizlemiyor. Bölümde bu kan imgesi, pişmanlık ve intikamla bütünleştirilerek kullanılmış. Zaten kırmızı bu dizide sadece kanın değil, tutsaklığın da rengi. Adaletten söz edilmeyen bir distopyadan çıkan June, bölümün devamında Fred’in ölümüyle ilgili tüm sorumluluğu alarak kendisini polise teslim ediyor. Fred’in infazı Kanada ile Gilead arasında kalan ve kime ait olduğu hâlâ tartışmalı olan “No Man’s Land”de gerçekleştiği içinse tutuklanmıyor.
Gilead’da geçirdiği yılların ardından Kanada’ya vardıktan sonra June için normal hayata dönmenin zor olacağını biliyorduk fakat Fred’in ölümüyle June için arkadaşları, kocası Luke ve bebeği Nicole ile vakit geçirmek daha güç. Fred’in ölümü birçok kişi ve olayı etkileyecek, bu kesin. June, Gilead’dan kaçan diğer kadınların da kendi “Fred”lerini öldürmeye ve bir dış isyan başlatmaya hazır mı göreceğiz.
Bu sezon beni en çok heyecanlandıransa June ve Serena’nın değişen dinamikleri. June ve Serena, Komutan Waterford’un ölümünün getirdiği sonuçlarla bambaşka biçimlerde karşı karşıya kalmak zorundalar. June karakterinin 4 sezon boyunca izleyiciye, “Hadi!” dedirten sabırlı, ölçülü ve planlı davranışlarından sonra gelinen şu noktadaki intikam ve adalet arayışı olabildiğince gerçekken Serena Joy’un (Yvonne Strahovski) duygusal yanına belki de ilk defa şahit olacağız gibi görünüyor. İsmiyle oldukça tezat, huzursuz ve mutsuz bir kadın olarak karşımıza çıkan Serena 4. sezonun sonlarında hamile olduğunu öğrenmişti. Fred Waterford’un ölümüyse bu sezonu diğerlerinden ayıran büyük bir etken. Şimdi, Gilead’daki distopyanın yanı sıra Serena ve June arasındaki ilişkiye yoğunlaşmamız olası. Geçmişte paylaştıkları ortak travmalar sebebiyle şu an birbirlerinden korksalar dahi aynı noktada buluşmaları da hayli ironik; bir distopya travması yaşıyorlar ve şu an her zamankinden daha fazla ortak noktaları var: Artık Serena da bir anne.
İkinci bölümde, Fred’e hak ettiği cenazeyi düzenlenmek için izin alıp Gilead’a giden Serena’nın Kanada’da artan hayran kitlesi de ilginç. 4. sezonda Kanada’da yaşayıp Gilead rejimini destekleyen insanların olduğunu öğrenmiştik ama şimdi hikâyede onların da rolü olacak gibi görünüyor. Serena, Gilead’a gittiğinde kocasının ölümünde June’un yardım aldığı kişilerin Nick ve Komutan Lawrence olduğunun farkında olduğunu da belirtiyor. Kanada’da tutuklu statüsünde olduğundan Serena, Gilead’a dönmek istese de orada bebeğiyle dul bir kadın olarak yaşayamayacağını da farkında. Serena’nın gelecek adım ve planlarını merak etmeden duramıyorum haliyle. Gilead’ın içten çöküşüne, iç ve dış politikalarına daha çok aşina olacağımız bu sezonda Serena’nın yanı sıra Komutanların, Teyzelerin ve Nick’in rolünü de merak ediyorum. Nick’in bu düzenden rahatsız olduğu zaten biliyorduk fakat şimdi bunu aksiyona dökmeye başlayacak gibi görünüyor.
Bu sezonda da diğer sezonlarda olduğu gibi June’un amacı aynı: Gilead’da kalan ilk kızı Hannah’ı geri alabilmek. Bu sezon Hannah’ı daha çok göreceğiz çünkü maalesef Hannah, Gilead’da bir eş olmak için hazırlanıyor. June buna engel olmak için her şeyi yapmaya her zamankinden daha hazır ve cesaretli. Gilead’dan kaçmış diğer damızlıklar ve kolonilerde çalışan kadınların yardımıyla bu sefer kızını almayı başaracak diye düşünüyorum fakat bu ertelenmiş kavuşmayı bu sezon değil, dizinin final sezonu olacak 6. sezonda izlememiz daha olası görünüyor.
Bu yazı, Episode’un 38. sayısında yayımlanmıştır.