Psikanaliz: The Undoing
Esra Koçak’ın bu The Undoing psikanalitik incelemesi, Episode’un 24. sayısında yayımlanmıştır.
Ally McBeal, Boston Legal, Chicago Hope gibi çok seyredilen dizilerin yapımcısı David E. Kelley son yıllarda zengin, evli kadınların hayatlarındaki gizli dramlara merak saldı. Big Little Lies’ın da zeminini oluşturan bu temayı bu yıl yapımcılığını üstlendiği The Undoing’de de kullanmış Kelley, başrolde de aynı kişiyi, Nicole Kidman’ı oynatmış. Dışarıdan ideal gözüken hayatların arkasına bakarken son yıllarda dizi senaristlerinin pek sevdiği mesleğimin bir üyesini, bir psikiyatrist/psikoterapisti de merkeze koymuş karakter olarak.
The Undoing de geçen sene analizini yazdığım Big Little Lies gibi başlıyor. Güzel kadın, yakışıklı adam, tatlı evlatları; güzel bir ev, varlık içinde geçtiği belli olan bir hayat, kariyer sahibi bir karıkoca. Dizinin ilk bölümünde terapist olan Grace’i işini yaparken yani insanlara görmek istemedikleri, gözlerini başka yere çevirmelerine neden olan gerçekleri gösterirken izleriz. Grace işinde mahir gözükür, insanların kör oldukları yanlarına ayna tutar.
Yine kendisi gibi varlıklı ve kariyer sahibi arkadaşlarıyla bir veli organizasyonu için toplandıklarında, gruba ait gibi gözükmeyen genç ve güzel bir kadın dahil olur aralarına. Kelley’nin sevdiği bir başka figür ise varlıklı beyaz ayrıcalıklı elitin içine dahil olan yoksul, genç, güzel, azınlık üyesi ve talihsiz hikâyesi olan bir kadındır, bu dizide bu pozisyonu Elena Alves alır. Dizinin ideal çift-ideal hayat kurgusunu gördüğümüz ilk bölümü bir cinayetle biter. David Lynch’in Blue Velvet’ında yeşil çimenli, kırmızı güllü, mavi göklü, sevecen insanlarla dolu mahallenin ardından kopmuş bir kulak göstererek böldüğü dünyaya benzer bir ikilik oluşur dizide. Güzel, eğitimli, varlıklı insanların sürdüğü kusursuz ve hatta steril bir hayat ve ardından kafası pelteye dönecek ölçüde dövülerek öldürülmüş, küçük oğlu tarafından kanlar içinde bulunmuş genç bir kadın… Yüzeyde görünen ve derinde var olan; fantezi ve gerçek; aydınlık ve karanlık. Dizinin karakterlerini tanırken bu ikiliklerin oluşturduğu çatışmanın içinden geçerek seyahat ediyorduk.
Grace, cinayet soruşturması için eşine ulaşmak istediğinde Jonathan’ın ona söylediği gibi bir tıp konferansında olmadığını anlayacaktır. Neler olduğunu anlamaya çalışırken bırakın konferansı, artık onun hastanede bile çalışmadığını öğrenir Grace. Jonathan ona yalan söylemektedir, hem de aklının ucundan geçmeyecek şekilde, hayatıyla ilgili çok temel konularda… Ardından bir o kadar önemli bir gerçeği, Jonathan’ın bir ilişkisi olduğunu ve bu ilişkinin diğer tarafının öldürülen Elena olduğunu öğrenir.
Bu noktadan itibaren bir katil kim oyununa dönen dizide cinayeti kimin işlediğine bir süre için emin olamasak da aslında bu muğlaklık, karakterlere dair henüz ilk iki bölümde öğrendiğimiz bilgilerin netliğiyle tezat oluşturur. Keza Jonathan’ın söylediği yalanlar ve bunları söyleme şekli çok büyük bir kişilik sorununa işaret eder. Grace, kocasının yaptığı işten bir hasta yakını ile -öldürülen Elena- cinsel yakınlık kurması nedeniyle uzaklaştırıldığını ve hatta ondan bir çocuğu olduğunu öğrenmesine, bunlara dair çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamasına rağmen dizi boyunca katilin kim olduğundan emin değilmiş gibi davranır. Dizideki katil kim oyununun nedeni, sonucun belirsizliğinden ziyade Grace’in yaşadığı bilişsel çelişkilerdir.
“Bilişsel çelişki, insanların kendi değer yargıları, düşünceleri ve inançları ile çelişen durumlarla karşılaştıklarında inançlarını sorgulamamak ya da terk etmemek için ortaya çıkan uyumsuzlukları görmezden gelme halidir.”
Bilişsel çelişki, insanların kendi değer yargıları, düşünceleri ve inançları ile çelişen durumlarla karşılaştıklarında inançlarını sorgulamamak ya da terk etmemek için ortaya çıkan uyumsuzlukları görmezden gelme halidir. Bilişsel çelişki her insanın yaşayabildiği bir durumdur. Bunun temel nedeni, somut gerçek ile insanın gerçekliği arasında her zaman bir fark oluşudur. Hayatı, filtrelerimizden geçirerek algılarız. Bu filtreler ise gerek kişiliğimiz gerekse yetiştirilme tarzımız, ailemiz, çevremiz, yaşadığımız mekânlar, okuduğumuz okullar, yaptğımız meslekle şekillenen yapılardır. Olayları kendi perspektifimizle görür, zihnimizdeki filtrelerden geçirerek kendimizce hikâyelendiririz. Gerçeği algılama şeklimizi en fazla eğip büken şeyler ise güçlü duygulardır. İnanç, aşk, arzu, korku…
Sigara bağımlısı bir insanı düşünelim. Bu insanın sigaranın zararlarını bilmemesi günümüz dünyasında mümkün değildir. Her yerde sigaranın zararlarıyla ilgili bilgilendirmeler yapılmakta, sigaranın kanserojen olduğuna dair bilgiler verilmektedir. Ancak sigara büyük bir haz kaynağıdır, bağımlısı iseniz vazgeçmesi zor bir nesnedir. Böyle olunca kişi, içtiği sigaraya duyduğu arzu ile sigaranın zararlarına dair gerçeği birbirine yaklaştırmaya çalışacaktır. Eminim siz de şöyle örnekler duymuşsunuzdur:
“Dayım günde 2 paket sigara içti ama 90 yaşına kadar yaşadı,’’ veya “Komşum kendine çok dikkat ediyordu, bir sigara bile içmemişti ama erkenden öldü.’’
Bu örnekler sigara içmesek de erken ölebileceğimiz ya da sigara içsek de uzun yaşayabileceğimizi söyleyerek bize sigaranın içilebilir olduğunu söyler, işlevleri ise sigaraya duyulan arzu ile onun ölümcül olduğu gerçeği arasındaki açıklığı kapatmaktır.
Bir başka örneği duygusal ilişkiler üzerinden verelim ve âşık olan bir insanı ele alalım. Kişi, âşık olduğu insanın da kendisine duygu beslediğine dair her ipucunu görecek, aksi yöndekileri ise göz ardı etmeye meyledecektir. Veyahut aşık olduğu sevgilisinin kendisine uzaklığı için onun adına bahaneler bulacaktır; ‘’işi çok yoğun, sınavları var, o yüzden benden uzaklaştı’’ diyerek onun artık kendisini sevmediği ihitimalinden kendisini uzaklaştırmaya çalışır.
“Arzulananlar, inanılanlar, inanmak istenilenler ile olanlar arasındaki boşluğa düşmemek için didinir durur insan…”
Her ne kadar insanların kendilerine sunulan somut verileri alıp bu verileri hayata bakışlarına dair çerçeveyi dönüştürmek için kullanacaklarını düşünsek de bu böyle gelişmez. Kişiye inandığı bir şeyin yanlış olduğuna dair veriler sunduğunuzda bilgiyi kabul etmek yerine bilgiyi çarpıtmak ya da reddetmek şeklinde bir davranış görülmesi daha yaygındır. Yani insan, hayata bakışına, arzularına uymayan bilgileri reddetmeye mayildir. Buna güdülenmiş muhakeme ismi verilir ve bu strateji, bilişsel çelişkiyi azaltmak için sıkça kullanılır. Hatta kişiye, inancının ya da mevcut bilgisinin tersine bir bilgi sunduğunuzda, bunu somut kanıtlarla yaptığınızda bırakın bu bilgiyi kabul etmeyi, kendi yanlış inancına daha sıkı sarılabilir. Buna backfire effect/geri tepme etkisi ismi verilir. ABD’de aşıyla ilgili yapılan bir çalışmada, bilgilendirilen ailelerin aşıyla ilgili fikirleri bilgilendirmeden önce ve sonra olmak üzere iki kez skorlanmıştır. Ailelerden aşı karşıtı olanların bilgilendirme sonrası aşıya karşı daha da kötü bir tutum sergiledikleri, yani aşı karşıtlıklarının arttığı görülmüştür.
Özetle arzulananlar, inanılanlar, inanmak istenilenler ile olanlar arasındaki boşluğa düşmemek için didinir durur insan…
The Undoing’de Grace’in yaptığı da budur işte. Yıllardır evli olduğu ve sevdiği adamın katil olma ihtimalinden zihinsel olarak uzaklaşmaya çalışmaktadır ve dizide aslında hiç karmaşık olmayacak bir cinayet soruşturması, Grace’in içsel karmaşası üstünden kaotik hale gelmektedir.
Dizinin ilk bölümlerinde bize sunulan Jonathan, hayatla olumlu bir ilişkisi olan, duygudurumu depresif olmayan bir adamdı. Mesleki pratiğine dair verilen doneler ise bu durumla çelişiyordu. Bir pediatrik onkoloğun hastalarıyla profesyonel sınırı geçecek ölçüde yakınlık kurduğu sahneleri gördükten sonra, Ne kadar iyi bir doktor’’ diye düşünse bile şu soru muhakkak aklımıza gelmeliydi:
Peki, bu kadar yakın ilişki kurduğu hastalar öldüğünde Jonathan bunlarla nasıl baş ediyor ki hayatını keyifle idame ettirebiliyor?
Dizide Jonathan’ın ruhsal durumuyla ilgili ilk soru işareti burada beliriyordu. Hemen ardından açığa çıkan devasa yalanlar ise sorumuza aradığımız cevabı veriyordu: Jonathan narsisistik bir sosyopattı. Hastalarıyla kurduğu yakınlık onlara duyduğu empatiden değil, bu tutumu sayesinde onu yüceltmelerine duyduğu arzudan kaynaklanıyordu. Empati ve gerçek yakınlık kuramadığı için de onların ölümlerini katı şekilde karşılaması mümkün olabiliyordu.
“Hayatta kim kimi uzun süre kandırabilir? Ancak kandırılan kandırılmak isterse sürdürülebilir bir denklemdir bu. Yalan, iki kişilik bir oyundur.”
Peki, deneyimli bir psikoterapist olan yani işi insan davranışını okumak ve yorumlamak olan Grace bunu fark etmemiş olabilir miydi veya nasıl fark etmezdi? Buna dair en temel bilgiyi bize Grace’in babası Franklin’in karakteri veriyordu. Franklin de Jonathan gibi sadakatsiz ve manipulatif olduğunu anlatıyordu kızına ve Grace bunu inanamayan gözlerle, hayretle dinliyordu. Çok açık bir gerçeği görmezden geldiği bir çocukluk yaşamıştı ve belki annesi de kendisi gibi babasının olduğu “şey”i görmezden gelmeye, babasını affetmeye ve evliliğini sürdürmeye çalışan bir kadındı. Keza bu örüntü bugün de yineliyor, Grace görmezden gelen bir kadınken oğlu da kendisinin çocukken yaptığını yaparak babasının suçlarına gözünü yummaya çalışıyordu. Grace’in mesleki bilgisinin bile eşinin kim olduğunu görmesine yardım edemeyişi, aslında seçici ve çocukluk çağında edindiği şablonlarla gelişen bir körlüğün sonucuydu. Belli konuları görmemeye alıştırılmış bir zihinle karşısındaki açık gerçeği görememiş ve ağır bir kişilik patolojisi olan bir adamla evliliğini yıllarca sürdürmüştü.
İnsanlar hayatlarına aldıkları ve yakın oldukları kimseleri seçerken çocuklukta onlar için önemli olan anne-baba gibi figürleri model almaya eğilimlidir. Tanıdıklık duygusu insanı ötekine çeken temel unsurlardandır. Hayata dahil edildikten sonra ise o insanla kurulan yakın ilişki, insanın kendini tanımladığı alanlardan biri haline gelir, hele ki eş ilişkisi gibi ilişkiler… İşte, dizideki bilişsel çelişkinin zeminini oluşturan en mühim nokta budur, Jonathan sosyopat bir katilse onu eş olarak seçmiş ve sevmiş olan Grace ne olmaktadır? İnsan kendiliğine dahil ettiği unsurlara -ki bu bazen bir meslek, bazen aile, bazen eş olabilir- dair olumsuz gerçekleri, onlara duydukları sevgi kadar kendiliklerini korumak için de görmezden gelirler. Keza birini affederken zaman zaman ötekinden çok kendisinin üzerinden değerlendirir olayı insan. Bazen affetmek ötekiyle var olmaya çok alışmış, kendisini onun üzerinden tanımlamış birisi için bir zorunluluktur. İnsan zihninin en önemli ve süreğen işlevlerinden biri, kendini inşa etmektir. Kim olduğunu tanımlamak için de gerek ailesi ve çocukluğu, hayat deneyimlerini gerek kültürel öğeleri kullanır insan. Bu kimlik algısının tutarlılığı ve kendiliğin olumlanması, Grace örneğinde olduğu gibi bir cinayeti görmezden gelmeye itebilir insanı.
Jonathan’ın annesiyle konuşup onun kardeşinin ölümüne dolaylı da olsa sebep olduğunu ve bununla ilgili hiçbir suçluluk duymadığını öğrendiğinde ise artık hakikat daha fazla görmezden gelinemeyecek kadar sert çarpmıştır yüzüne. O noktadan sonra kendiliği yara alacak olsa da gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Hayatta kim kimi uzun süre kandırabilir? Ancak kandırılan kandırılmak isterse sürdürülebilir bir denklemdir bu. Yalan, iki kişilik bir oyundur. Süreğense söyleyen kadar inanmak isteyen de bulunmalıdır oyunun içinde. Bu inanma isteğinin kökleri The Undoing’de gördüğümüz gibi, bir aile hikâyesinde ya da tutarlı ve iyi bir kimlik oluşturma arzusunda yatıyor olabilir. En nihayetinde tüm süreğen yalanlarda Kierkegaard’ın başta alıntıladığım sözü geçerlidir, herkes kendince kandırılır aslında. İnsanın kendisini bir gerçeğe kör ya da sağır kılması mümkündür ve yine gözünü açması ve söylenenleri işitmesi de öyle. Bu dönüşüm bazen insanın kendini başka bir şey olarak tekrar inşa etmeye gücü olduğu zaman gerçekleşir, bazense hakikat artık gözünü çeviremeyecek ölçüde yakınına geldiğinde. Ve hiçbir zaman kolay değildir ama öyle ya da böyle hakikat ile barışmak kendini daha gerçek bir biçimde inşa edebilmenin tek yoludur.