“Ufak Tefek Cinayetler”den Hayal Köseoğlu: Ben Gerçekten Diziye Tutuldum
[highlight]Henüz 5 yaşındayken setlerle tanışan genç oyuncu Hayal Köseoğlu, tutkularının peşinden koşanlardan… Aşk-ı Memnu‘dan Muhteşem Yüzyıl‘a, gençlik dizisi Arkadaşlar İyidir‘den İstanbullu Gelin‘e, son olarak Ufak Tefek Cinayetler‘e… Tiyatro, müzik ve dans da hayatının içinde. Farklı ve renkli karakterleri canlandıran Köseoğlu, “Bir yerde ilham geliyor, o anın düşmesini beklemeden yapmak lazım yapacaklarını. Treni kaçırmamak lazım,” diyor…[/highlight]
Ufak Tefek Cinayetler‘de genç bir polisi canlandırıyor Hayal Köseoğlu. 5 yaşında Mahallenin Muhtarları‘nda başlayan ekran macerası bugüne kadar nitelikli işlerle devam etti. Önümüzdeki günlerde ismini daha çok duyacağımızdan eminiz. Sözlerini yazdığı şarkıları paylaşmaya hazırlanıyor, pole dans yapıyor, devam ettiği tiyatro oyununa bir yenisini ekliyor. Yorulmaya ve durmaya hiç niyeti yok. Moda Brunelle’de Hayal Köseoğlu ile buluştuk, Moda’nın güzel olduğu kadar tehlikeli fırınlarından başladık, klip çekimlerine kadar pek çok şeyi konuştuk…
Röportaj: Özlem Özdemir
Fotoğraf: Ozan Balta
Çocukken “Mahallenin Muhtarları”nda oynamışsınız, kaç yaşındaydınız?
Çok küçüktüm, ben bile hatırlamıyorum, 5 yaşındaydım galiba, 2 bölüm oynamıştım.
Nasıl başladı peki?
Ece Yörenç, annemin çok yakın arkadaşı, dizinin senaryo ekibindeydi. “Gelsin, oynasın, çok tatlı olur,” deyince gittim, hiçbir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, kendime çok bakıyormuşum monitörden, o yüzden yönetmen de monitörü kameranın altına koymuş. Kendime bakarak oynamışım.
Birkaç sene sonra da “Ruhsar”da yer alıyorsunuz…
Ruhsar‘a çok takılmıştım, deli gibi izliyordum, jeneriğini de ezberlemiştim. Tuluğ Çizgen de annemin arkadaşıydı, Bodrum’a gelmişti bir gün. Beyaz bir şeyler giyip bir anda jenerik müziğini söylemiştim. O da hemen söylemiş, böyle biri var, oynatabilir miyiz diye. Böylece 1 bölüm de orada oynadım, benim için müthiş bir hatıra oldu.
Dönüm noktası, “Aşk-ı Memnu”
O zamanlar tutkuyla istemişsiniz bu mesleği…
Küçükken çocuk tiyatrosuna gidiyordum ve hayatta tutkuyla yaptığım tek şey oydu. Annemi sabah kaldırıp “Çocuk tiyatrosuna gideceğiz, bugün benim günüm, oyunum var,” diyordum. Biletli, gişeli çocuk tiyatrosunda oynuyordum. Liseye giriş sınavlarından sonra çocuk tiyatrosu bitti. Eğitime yoğunlaşmam gerektiğini hissettirdi etrafımdaki insanlar, hocalarım… Bir anda kendimi akademik şeylerin ortasında buldum. Yine Ece Yörenç, Aşk-ı Memnu‘yu yazıyordu ve bir gece aradı, “Hayal oynamak ister mi?” diye sordu. Ben de çok gerildim, çünkü birkaç bölümü yayınlanmıştı ve izlediğim bir diziydi, herkes ünlü, çok iyi bir kadrosu var. Çok istedim tabii, gittim, Hazal (Kaya) da çok yardımcı oldu ilk günlerimde, çok iyi hatırlıyorum. Aşk-ı Memnu‘yu görünce kitapları rafa kaldırıp oyunculuğa devam ettim.
“Aşk-ı Memnu”da yer aldığınızda kaç yaşındaydınız?
15.
Çocukken setlerde olmak, çalışmak nasıldı? Tempo ve okul zorladı mı?
Çok eğleniyordum. Ay Yapım, okullarımızı aksatmamamız için çok özen gösteriyordu. Hazal da öyle, onun temposu benden çok çok daha fazlaydı. Bir araba gelirdi, Hazal’ı İtalyan Lisesi’nden, beni Saint Benoit’dan alırdı, çıkışta sete giderdik. Okulu hiç aksatmadık. Sevdiğim bir iş olduğu için koşa koşa gidiyordum. Rolüm gereği de çok yoğun bir tempoda çalışmadığım için bir zorluk yaşamadım.
“Kendimi amatör hissediyordum”
Ve ardından “Muhteşem Yüzyıl” geliyor, büyük bir dönem işi… Zorlukları ya da avantajları neydi?
Dönem işinde yer almak hayallerimde hep vardı. Bu yüzden benim için çok heyecan vericiydi, kostümler, saç-makyaj, her şey… Gerçekten o dönemde gibi hissediyordum kendimi, dekorların arasında gezdiğimde. Zorluk anlamındaysa, eğitim almadığımı ilk orada hissettim. O sırada Bahçeşehir Üniversitesi’nde tasarım okuyordum. Hayır, benim oyunculuk okumam gerekecek diye düşünmeye başladım. Çünkü oyunculuğa devam edeceksem yetersiz kalıyorum diye hissettiğimi hatırlıyorum. Herkes çok iyiydi orada. Halit Ergenç, Selim Bayraktar ve Okan Yalabık’ı izlerken, “Bunlar nasıl oynuyor, nasıl böyle bir şey olabiliyor, ben de bu eğitimi almak istiyorum,” dedim. Yani kendimi amatör hissediyordum. Sonra zaten dizi bitince okulu bıraktım ve konservatuvara hazırlanmaya başladım. Çok güzel bir işti Muhteşem Yüzyıl, içinde yer alınması gereken bir işti.
“Buralı” ve iyi gençlik dizilerinden biri “Arkadaşlar İyidir”, hem senaryosuyla hem de genç castıyla ilgi çekmişti. Bir yandan riskli de bir iş denilebilirdi bu anlamda ama izleyici çok sevdi…
Evet, ben zaten o işe girmiş olmalarına hayret ediyorum. Benim ilk işim değil belki ama bu kadar majör bir rolde ilk işim. Ekin Atalar gerçekten buğulu bir hikâye yazdı, Deniz Koloş, Zeynep Günay Tan, kostümlerden saç-makyaja, oyunculuğa gerçeğe çok yakın, çok doğal bir dünya kurdular… Senaryo da doğal, bunlar birleşince ortaya çok güzel bir iş çıktı. İlk bölümün çekimi 25 gün sürdü galiba, karakterleri adımız gibi bildiğimizden emin olduktan sonra, “Doğaçlama yapın, içinizden geldiği gibi oynayın,” dediler ve biz de çok iyi anlaştığımız için gerçekten samimi bir şey çıktı ortaya. Bazen gece bazı bölümleri açıp izliyorum, Cankat’a yolluyorum.
“İstanbullu Gelin, madalyanın diğer yüzünü gösterdi”
Sonra aynı yönetmenlerle “İstanbullu Gelin”de çalıştınız. Karakteriniz gereği olumsuz yorumlar aldınız bu dönemde…
Berkay Hardal ve Hira Koyuncuoğlu’nun oynadığı karakterlerin arasına ben girince kara kedi oldum. İlk defa sevimsiz bir karakter oynadığım için kötü yorumlar almak çok ilginç bir deneyimdi. Böylece madalyonun öbür tarafını gördüm.
Ne hissettiniz peki, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zordu. Arkadaşlar İyidir‘den sonra, ilk başta afalladım. Sonra dedim ki kendime, bu mesleğin bir tarafı da bu, sen de bunu öğreneceksin işte, al cebine koy bu gücü, devam et. Sadece işe odaklandım, güzel geçti. İpek Bilgin’e âşığım. Onunla çok güzel bir iletişimimiz oldu, oradaki herkes çok tatlıydı. Bir sette az kaldığım için hiç bu kadar üzülmemiştim, o kadar şirinlerdi ki aile gibiler. İstanbullu Gelin, bana hem yorumlara karşı duyarsızlaşma hem iyi insanlar kazandırdı, çok güzel oldu benim için.
Cariye, üniversite öğrencisi, motorcu bir genç kadın ve şimdi de polis… Bir kadın oyuncu için renkli ve farklı roller. Hangisinde zorlandınız?
Ufak Tefek Cinayetler‘deki karakterimi yani polisi oynamak başta beni çok germişti. Çok deneyimli bir polis olsaydı onu daha da farklılaştırmam gerekirdi ama yeni, hevesli bir polisi canlandırdığım için keskin bir dönüş yapmak zorunda kalmadım. Ama yine de polis sonuçta, ağırlığı olan bir karakter. Kadın polis deyince insanın aklında bir şey canlanıyor, öyle değil. Hazırlık döneminde sürekli kadın polislerle konuştum; mesela, “Oje yasak ama sürüyoruz,” dediler. “Komiserime âşık olmamda ne kötülük olabilir, neden saklamak istiyor olabilirim?” diye sordum. “Polisiz sonuçta, kimi görüyoruz ki başka, belki reddedilirsen operasyon sırasında sıkıntı olabilir,” dediler. Gayet bizden, kadın kadın polislerle konuşunca rahatladım, illa erkeksi bir şey çizmem gerekmediğini anladım. Sadece erkeksi yürümelerinin sebebi, silahı taşıdıkları taraftaki elin açık kalmasıymış, bu bilgi önemli oldu benim için, onu kullanıyorum.
“Senaryoyu okumama rağmen her hafta diziyi izliyorum”
En çok izlenen, her sahnesi konuşulan dizilerden “Ufak Tefek Cinayetler”
Ben gerçekten diziye tutuldum, nasıl oldu bilmiyorum ama senaryoyu okumuş olmama rağmen her hafta izliyorum. İlk kez böyle bir şey görüyorum, herkesin oyuncu tekniği farklı dizide. İzlerken beni en çok o çekiyor. Acaba burayı nasıl oynadı, senaryoyu okuduktan sonra acaba bunu nasıl oynadı? Herkes çok farklı oynuyor. Tülin Özen’in, Aslıhan Gürbüz’ün, Bade İşçil’in, Gökçe Bahadır’ın, Mert Fırat’ın, herkesin çok farklı teknikleri var. Ders gibi, o öyle oynamış, bu şöyle yapmış derken tutulmuş halde buluyorum kendimi. Mesela Yıldıray Şahinler’i izlerken karısını aldatmış bir insanı nasıl sempatik bulabiliyorsun diye izliyorum… Aslıhan Gürbüz’ü de o açıdan çok takdir ediyorum. Senaryoyu okuyunca bildiğimiz kötü kadın gibi oynanabilir diye düşünmüştüm ama gülümseyerek, sevimliliğiyle kötü karaktere o kadar güzel bir boyut kazandırıyor ki bence çoğu insan Aslıhan Gürbüz’e tutuluyor izlerken.
Yönetmen Ali Bilgin de gerçekten o dünyayı kurmuş…
O çok önemli onun için, kurduğu matematik. Ali Bilgin ve Deniz Yorulmazel çok hızlı çalışıyorlar, bulunmaz bir nimet bir oyuncu için; hem de gerçekten ne istediklerini yüzde yüz bilerek sete giriyorlar. Kafalarında kesinlikle görsel olarak zaten bölüm hazır bence sete girdiklerinde.
Kadın oyunculara çok boyutlu karakterler yazıldığını düşünüyor musunuz? Son yıllarda böyle bir değişim yaşandığını düşünüyor musunuz yerli ekranda?
Bence en azından yer aldığım, izlediğim işlerde böyle bir yönelim var artık. UTC zaten öyle. İstanbullu Gelin‘de de Aslı Enver’in karakteri daha önce pek görmediğimiz bir karakterdi. İpek Bilgin’in karakteri Esma Sultan çok boyutlu, hem güçlü hem zaaflı hem âşık… Böyle bir yönelim başladı. Arkadaşlar İyidir‘deki karakterlerimiz de çok boyutluydu. Özellikle kilolu karakter, ilk defa komedisi olmadan işlendi. Karikatürize etmeden kilolu bir karakterin işlenmesi benim için çok güzeldi. Kilosu ne komik bir yerden kullanıldı ne zaaf olarak gösterildi. Çok yabancı dizi takip ediyorum. Orada da böyle bir akım var. Girls‘te başladı bu olay. Girls, Lena Dunhem’ın yazdığı, başrol olduğu bir diziydi. Kilolusu, zayıfı, balık etlisi, kısa boylusu, hepsi vardı ve bunların hayatları nasıl işliyor, onu gördük. İlk defa bir idealden çıkıldı. Bence artık B tipi dizilerde kusursuz güzellik devam ediyor.
“Eskiden herkes mükemmeldi, bu algının değişmesi önemli”
Karakterler de kusursuzdu geçmişte…
İyi dediğimiz dizilerde mesela GoT, herkesin kusurları var. TWD, Black Mirror… Bence artık dünyada başlayan bir akım. Eskiden öyle değildi, mükemmeldi herkes. Bu algının değişmesi bence çok önemli. Konservatuvardayken kusurlarımızdan dolayı biz nasıl iş bulacağız diye konuştuğumuzu hatırlıyorum. Biz neden bunu düşünüyoruz ki? Nasıl oynayacağımızı düşünmemiz lazım.
Ama sektör de onu düşünmeye itiyor…
Bence bu biraz karşılıklı gelişiyor. Sen onu kabullendikçe o daha da güçleniyor. Artık yavaş yavaş insanlar bunu kabul etmemeye başladı, seyirci de öyle. Çirkin bulunan bir insanı, başka biri çok güzel bulabilir. Ben çok düşündüm, Arkadaşlar İyidir‘de, benim normal hayattaki sevgilim çirkin mi? Aynı vücut ölçüleriyle yaşadığım kendi hayatımda benim sevgilim çirkin değil, gayet yakışıklı bir insan. Ben niye yakışıklı bir insanın hoşlanmayacağını gösteren bir şey oynayayım. Hayır, gayet yakışıklı bir insan benden hoşlandı, onunla ilişki yaşadım dizide, üzerine benim âşık olduğum çocuk da bana âşık olmaya başladı. Bence gerçek böyle bir şey.
Bir taraftan da TV ya da moda yoluyla bedensel bazı özelliklerde olmak dayatılıyor mu?
Bence zincirleme reaksiyon gibi, bir yerden sonra kırılıyor. Seyirci ya da alıcı bunu kabul ettikçe bu böyle devam ediyor ama bir yerden sonra aralarındaki şey farklılaşmaya başlıyor. Seyirci artık bunu istemiyor. Tabii ki yapımcılar da evrilmek durumunda kalıyor. Kim niye izlesin ki? Ben niye sürekli dünyanın en güzel insanlarının aşkını izlemek isteyeyim ki, mazoşist miyim?
Hangi dizileri izliyorsunuz?
Polisiye, distopya, fantastik türlerini seviyorum. Black Mirror‘ı izliyorum, GoT tabii ki. Gençlik dizilerini hâlâ izliyorum, Girls‘ü çok izlerim. Dexter, House, Master of Sex‘i severim. Mad Men‘i çok severim. Breaking Bad‘i unutmayayım.
Caz söylüyor, söz yazıyor, dans ediyor…
Bu arada müzikle yakından ilgileniyorsunuz, şarkı yazıyor, söylüyorsunuz. Kaç yaşından beri yazıyorsunuz?
Aslında çok eski değil, biri Arkadaşlar İyidir‘de de çalınmıştı. 18 yaşında başladım ama bu yaz tesadüfen tanıştığım bir arkadaşımın Bodrum’da kalması gerekiyordu ve bizim evde kalmaya başladı. Berk, Kare Müzikevi’nin sahibi. Ben de şarkılarımı utangaç utangaç dinletiyordum. O da, “Müzikle ilgili gerçekten yapmak istiyorum dediğin zaman bana gel,” dedi. Ben de düşündüm, müzik benim çekindiğim bir şey, o bana ait bir alan ve açmaya çok korkuyordum. Ama Berk beni yüreklendirdi epey, sonunda yapmaya karar verdim. İki hafta içinde üç şarkı yazdım. Yavaş yavaş müziğe ağırlık vermeye başladım. Üç tane singleım çıkacak.
Caz söylüyorsunuz galiba…
Sesimin daha uygun olduğunu hissettiğim türler, caz, R&B. Ama rock dinliyorum, Radiohead, Pink Floyd falan. Ben bu gırtlağa rock müziği nasıl uyduracağım derken başladık çalışmaya. Birinci şarkı bitti. Bizim jenerasyonda bir atalet olduğuna inanıyorum. Ailelerimizin bize sundukları imkânların bolluğundan ya da mükemmeliyetçilikten belki de bir fikir çıktığı zaman onun için harekete geçemiyoruz. Bu tip durumlarda biraz cahil cesareti gerekiyor. Bunu kendi hayatımda kırmak istedim ve birinci şarkı klibiyle, her şeyiyle hazır olana kadar çalışıp bitirmeye karar verdim. Klipte de pole dansı olacak.
Pole’a nasıl başladınız?
Az önce de konuştuğumuz beden algısı nedeniyle, bir yerden sonra kilo vermem gerektiğini hissettim. Sadece oyunculuk için değil, giyinmeyi seven bir insanım, istediğim şeyleri giyemediğimde kilo benim için sorun olmaya başladı. Spora başlamam gerektiğini düşündüm ve hiçbirine başlayamadım. 16 yaşında gazetede bir makale görmüştüm, “Pole dans Türkiye’ye geldi.” Anneme, “Ne olur beni yazdır,” diye yalvardım. Annem dedi ki “Sen hayatta gitmezsin, maymun iştahlısın, yazdırmayacağım. Kendi paranı kazanınca yazılırsın.” Gerçekten kendi paramı kazandığım gün gidip yazıldım. Ve o günden beri hiç bırakamadım, o bir hırs çünkü.
Epey de zor bir spor…
Zor. Feminen görünen bir spor aslında ama yaparken çok maskülen hissettiriyor. Çünkü sadece güç ve acı üzerine. Pole çeşitleri var; teknik pole, tırmanılan; egzotik pole, benim yaptığım dansa yakın olan; contemporary pole, modern dansla pole’u birleştiren. Klipte de double pole olacak, bir poleda iki insan. Kadın-erkek ilişkisini anlatacak; direk, iki insanın aynı momentumda dönebilmesini sağlayacak.
“Treni kaçırmamak lazım”
Tiyatrodan da bahsedelim…
Çocuk oyununda oynuyorum. Fantastik Hikâyeler‘de İbrahim Selim, Tuba Ünsal, Sercan Badur, Yeliz Kuvancı, ben ve Ataberk Mutlu, 2. sezondayız. Bir de yeni bir oyuna başladım DasDas Sahne’de: Yakaranlar. Aisykhylos’un oyunu, ilk defa Türkçede olacak. Bu, aslında İngiltere’de bir tiyatronun yaptığı bir oyun. Çok enteresan, koro olur ya antik oyunlarda, koroyu tamamen gönüllülerden yapmışlar. Bizimki de öyle. Oyunculuğu profesyonel olarak yapmayan insanlardan oluşmuş bir koro var; şu an provalar devam ediyor.
Tempo yoğun gidiyor o zaman. Müzik, dans, dizi, tiyatro…
Sinüs diyagramı gibi bir şey, sanatçıların hayatı. Bir yerde ilham geliyor, o anın düşmesini beklemeden yapmak lazım yapacaklarını. Sonra ilham gidiyor, o sırada üşengeçlik geliyor ve pek bir şey yapamıyorsun, sonra tekrar ilham geliyor… Bu döngü böyle gidiyor. O yüzden kaçırmamak lazım treni, onu fark etmeye başladım…