Ümmü Burhan: Seyirci, Melodramları Seviyor Ama Türlere de Uzak Değil

 Ümmü Burhan: Seyirci, Melodramları Seviyor Ama Türlere de Uzak Değil

[highlight]Star TV Drama Direktörü Ümmü Burhan, hem bir yönetmen hem de kanal yöneticisi olarak televizyonun dünü, bugünü ve geleceği için önemli tespitlerde bulunuyor. Burhan, “Seyirciyi asla küçümsememek gerekiyor ama seyirci bunu istiyorun arkasına da saklanmamalı. Ayrıca sürelerden şikâyetçi olan bütün arkadaşlarıma söylüyorum; önemli olan süre değil, çalışma koşullarının iyileştirilmesi. Talep bu olmak zorunda,” diyor…[/highlight]

Star TV Drama Direktörü Ümmü Burhan’la sabah tam 10:00’da, yani bir önceki günün reytinglerinin açıklandığı dakikalarda buluştuk; tanışır tanışmaz ilk gündemimiz reytingler oldu böylece. Hem Star TV’nin dizi gündemini, hangi ilkelerle hareket ettiğini hem de hepimizin hafızalarında yer eden Hatırla Sevgili‘den bugüne yönetmenliği, değişen izleyici profilini, sektörel tartışmaları konuştuk.

Röportaj: Özlem Özdemir
Fotoğraf: Ozan Balta

Star TV, hem radikal işlerin hem total işlerin yer bulduğu bir ekran; buradan başlayalım dilerseniz…

5 senedir Star TV’deyim, başladığım süreçte 4 gün Acun Medya’nın hazırladığı yarışmalar, 1 gün Muhteşem Yüzyıl ve 1 gün Şampiyonlar Ligi vardı. Yani neredeyse her gün doluydu, bu nedenle dizi başlığında kendimizin de keyifle izleyeceği, eğlenceli işler hazırladık, Medcezir, Aramızda Kalsın gibi. Acun Medya kanaldan ayrıldıktan sonra bir yandan avantaj, bir yandan dezavantaj gibi görünen boşluk için stratejimizi oluşturduk. Şöyle bir karar almıştık; seyirciye bizim de keyifle izleyebileceğimiz işleri sunacağız ama seyirciden de çok fazla kopmayacağız. Seyircinin de bir talebi var, bunları görmezden gelemezsiniz. Az çok bunu başardığımızı düşünüyorum farklı işleri yaparak. Ama en nihayetinde sıkıştığınız bir alan oluyor; kanal dediğiniz 7/24, hafta dediğiniz 7 gün, rakip dediğiniz onlarca; dolayısıyla genel beğeniye hizmet eden işleri çoğalttıkça direnme şansınız artıyor. Söz, Çember, Anne gibi daha tür sayılan işlerin yanı sıra Kara Sevda, Siyah İnci, Fazilet Hanım ve Kızları, İstanbullu Gelin gibi TV’nin alışık olduğu işleri de yapmak önemli.

En son “Siyah İnci”yle ilgili bu tür eleştiriler aldınız…

Siyah İnci‘den beklentisi neydi seyircinin bilmiyorum ama yeni buluşacağını düşünüyorum seyirciyle. Seyircinin de, TV eleştirmenlerinin de doğru bir kritiği var tabii ki, evet, çok klişe bir melodram ama zaten hedefimiz de bu klişe melodramı yapmaktı. Buna zenginlik katabilirsek, içerik olarak zenginleştirebilirsek seyirciyle buluşmaması için bir neden yok. En çok korktuğum şeydir bu zaten; yeni bir dizi, kapı pencere kırarak başlamasın ama üzerine koya koya gitsin. Umarım kaderi güzel olur ama yaptığımız diğer işlerden tabii ki ayrışıyor.

TV programlarının prime time’da yer alamaması, sadece dizi üretmeye dönük bir televizyonculuğu getirmiyor mu?

Haftanın 5 günü dizi yayınlasak bile 2 günü format yapalım, dizi yükünü azaltalım ve çeşitlilik yakalansın, böyle bir hedefimiz var, tüm kanallarda da olduğunu düşünüyorum. Geçen senelerde yapmaya çalıştık; Big Brother, Ve Kazanan, Var mısın Yok musun gibi yarışma formatlarını denedik ama gerçekten dizilerle baş etmek çok mümkün olmuyor. Belki bu seyircinin de ağırlıklı olarak belli tarz yarışmalara prim verdiğinin bir göstergesi. TV8 de bir format kanalı olmasına rağmen başladığından beri, birkaç dizi denemesi yaptı, onda da tam tersi oldu ama ağırlıklı olarak yine seyrettirebildiği formatları uyguladı.

“Seyirciye farklılık sunmalı ama onlardan da çok kopmamalıyız”

Star TV’de dizi gündemi nasıl belirleniyor?

Gelen tüm projeler, deneyimli ve çok güvendiğim drama ekibimiz tarafından okunup değerlendirilmeye alınıyor. Daha sonra çok iyi bir takım oluşturduğumuza inandığım yayın kurulumuz tarafından ihtiyaçları belirliyoruz, haftanın 7 gününe ne tür işler olmalıdır diye… Zaten devam eden işlerimiz oluyor, onların genel hatlarına bakıyoruz, hangi seyirciyle buluştu, hangi seyirciyle buluşamadı, ekonomisi ne düzeyde..? Hem belli bir ekonomide kalmaya -ki bu çok zor- hem de seyirciye farklılık sunmaya çalışıyoruz ama seyirciden de çok kopmadan; çünkü o da başka bir direnç. Bizim için yurtdışı satışı da çok önemli. Hayata geçirdiğimiz projelerin yurtdışında karşılık görebilecek işler olmasına dikkat ediyoruz. Evrensel sorunlar ve duyguları içinde barındıran projeler yapmaya gayret ediyoruz. Geçen sene aslında bütün kanallar için büyük bir gösterge oldu çünkü ağırlıkla türlerin izlendiği bir dönemdi. Mesela Anne dizisi… Evrensel bir duygudan hareket ediyor; anne olmayan bir insanın anne olma serüveni, küçük çocuğun annelik serüveni, çocuğunu terk edip başka bir aileye bırakmış bir annenin tekrar anne olma çabası… Genelde halkımız yüzleşmeyi sevmiyor. Avrupa’da ya da Hollywood’da gördüğümüz, acılarıyla ya da tarihiyle yüzleşmek gibi başlıklarda sıkıntı yaşıyoruz. Gerçekleri daha masalsı şekilde izlemeyi ya da dinlemeyi seviyoruz, bu biraz acaba mı dedirtti. Ama gördük ki seyirci onu almaya hazırmış. Olay sadece çöpe atılan bir çocuktan ibaret değildi. Anne dizisi yayına girdikten sonra o sezon en çok iş yapan dizilere baktık. İçerde, gerçekten senaryosu çok güzel bir işti, o da bir tür ve müthiş bir karşılık gördü. Demek ki seyirci, melodramları seviyor ama türlere de uzak değil. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz da bir tür, olağanüstü bir tür bence, çok katmanlı. Söz‘ü yaptık, bizimle beraber üç iş daha çıktı.

15 Temmuz’un ardından üç büyük kanalın da asker işi dediğimiz -tür olarak yurtdışında da olan- işlere başlaması farklı açılardan da yorumlandı…

Bu tarz bir işi yapmaya karar vermemizi tetikleyen şey, toplumsal olayların insanlar üzerinde yarattığı, güvende değiliz duygusunun hâkim olduğu bir dönemden geçmemizdi. Biz de buna karşılık gelen bir seri yapmak istedik aslında. İç yapımlarımız var, böyle bir işle çıkış yapmalarını planlıyorduk. O süreçte Dağ 2 filmi de çok izlendi, dedik ki insanların güven duygusuna ihtiyacı var, filmi yapan ekiple iç yapımlar müdürümüz Şebnem Aksoy Açıkalın görüşmelere başladı ve bir çalışma sistemine girdiler. Biz 11 bölümlük bir mini seri düşünüyorduk. Çünkü onlar uzun süreli dizi yapmayı düşünmüyorlardı, uzun bir çalışma sürdü onlarla, dediler ki biz bunu dizi yapmayalım, size başka bir şey hazırlayalım çünkü bu duygunun devam etmesini istiyoruz. Bu sefer asker işine çok çabuk evrilebilecek insanlarla görüşmeye başladık. Mottomuz çok netti: İyimser mesajlar taşıyan, ayrıştırıcı değil birleştirici bir dil kullanan, asla bir yörenin halkını yok saymayan ve zan altında bırakmayan bir hikâye olmalıydı. Terörün dili, dini, ırkı ne olursa olsun, nereden gelirse gelsin asla kabul edilemeyecek insanlık dışı bir olgu olduğunu vurgulamak istedik. Bunun için hikâyedeki timi masalsı, ulaşılamaz karakterlerden değil, ailesi, sevdikleri, acıları, sevinçleri olan, bizim gibi insanlardan oluşturduk.

Kahramanlardan değil yani…

Kahramanlık tanımına farklı bir açıdan baktık diyelim. Çünkü günün sonunda, canları pahasına korudukları her şey için kendilerini adamış olmaları onları kahraman yapıyor zaten. Oradaki kişilerin bizim evladımız olduğundan hareketle işi yaptık. Yani hepsi, aynı zamanda sınıf arkadaşımız, komşumuz, çocuğumuz olabilir. Biraz onların hayatlarını da işliyoruz. Bizimki biraz naif kalıyor olabilir, o kadar sert söylemler kullanmak istemiyoruz. Çünkü Söz‘de aksiyona dayalı bir drama yapıyoruz. Bugün asker, yarın polis, ertesi gün bambaşka bir şey olabilir. Dünün kavramlarıyla bugünün kavramlarını tartışamayız. Kavramlar da yer değiştirir. Dün istediğimiz demokrasi talebiyle bugün konuştuğumuz demokrasi aynı değil. Dolayısıyla işe sadece asker işi diye bakmak bence yapılan şeyleri de, emeklere ve yapılmak istenilen şeylere de haksızlık eden, göstermeye çalıştığımızı arkaya doğru iten bir şey. Gerçekten birleştirici bir unsur olmaya çalışıyoruz. Tabii ki bazı şeyler rahatsız ediyor olabilir ama şunun rahatsız etmemesi lazım: Teröre karşı yekvücut olmak zorundayız.

“Şiddetin pornografisine girmeden mağduriyeti göstermeliyiz”

Özellikle TV işleri için tüm dünyadaki güncel tartışmalardan biri propaganda ile bir durumu anlatmak arasındaki fark…

Bizim en çok tartıştığımız şeylerden biri şu; kadına şiddet hepimizin bildiği bir gerçeklik, ekranda bunu göstermek ve gösterme biçimi çok önemli. Sıradanlaştırıyor musun, normalleştiriyor musun? Şiddetin pornografisi olduğunu düşünüyorum her zaman, o kadar önemli bir nokta ki, onu göstermeden mağduriyeti de gösterebilirsin. Örnek verecek olursak pedofili gibi korkunç bir olguyu mağdurun dünyasından yansıtmakla, suçlunun gözünden aktarmak arasında büyük fark var. O yüzden nereden ve nasıl baktığın önemli. Bıçak sırtı bir durum. İzlenmesini hedeflemekle farkındalık yaratmayı hedeflemek arasındaki tercih, konuyu nasıl işlediğini ve neye fayda sağladığını da belirliyor.

Aynı şey kadına uygulanan şiddet için de geçerli…

Kesinlikle. Bazı dizilerde çok tartışıyoruz yapımcıyla, çok karıştığımız algısı oluşabiliyor ama bir kadın olarak rahatsız olduğum bir şeyi, başka kadınların da izlemesini istemiyorum; bencilce bir şey, evet, objektif değil subjektif, ama bu konuda subjektiflik de beni ben yapan şeylerden biri. Biz de robot değiliz, duygularımızla, tarihimizle, bizi biz yapan unsurlarla oradayız. Onlar da yok olsun istemiyorum. Yani bir karakterin, karısını dövüp onun ağzını burnunu kırıp bunu göstererek o karakteri de komik, neşeli, eğlenceli görmek istemiyorum hiçbir yerde. Mümkünse o karakterden nefret edelim istiyorum, o karakter de daha oradayken cezasını bulsun istiyorum. Evet, reyting alıyor mu, alıyordur ama bu, onların bunu rasyonalize etmesini gerektirmiyor, normalleştirmesini gerektirmiyor.

Tecavüzcünün sempatik gösterilmesi gibi…

Siyah İnci‘de o yüzden çok önem verdiğimiz şey buydu. Farklı kılacak. Çok ince bir ayrıntı, belki hassas bazı insanlar bunu anlayabilir, diğerleri tipik melodram yapmışlar diyebilir ama bir kadının tecavüze uğradığını düşünmesi ve onu getirdiği noktalar… Daha uğramadan, uğramış olduğu düşüncesiyle ailesinin ve herkesin davranış biçimiyle kadının geldiği noktayı anlatıyoruz orada. Tecavüzü asla yaptırtmadık. Bunu çok tartıştık, öbürünün psikolojisi, dünyası çok başka ama en nihayetinde bu kadını evlendiriyoruz. Adam onu istiyor ve alıp götürecek, başka türlüsü mümkün değil. O adamı anlamak adına da mümkün değil. Adamı hem tecavüzcü yapıp hem de izlettiremem. İzlenmesin istiyorum çünkü öyle bir şey olduğunda.

Empati de kurulmasın…

Kesinlikle. Ama onun o eylemi yapmadığını göstermek istiyorum. Onu çok tartıştık. Çünkü toplumda tecavüze uğradığını düşünen kız intihar etmeyi düşünür, ölmesine izin yoktur, öyle kolayca ölemezsin. Hem dinen ölemezsin hem aile baskısıyla ölemezsin. Annesine, bir kadın bir kadına derdini anlatamıyor. İşin en garip yanı, tecavüze uğradığını düşündüğü için sevdiği insana da bunu söylemiyor, çünkü kendini o da layık görmüyor. Bir şiddete maruz kalıyorsun, kendini kirlenmiş ve kötü hissediyorsun. Çünkü sana bunu hissettiriyorlar. İşkence görmek ya da tecavüze uğramak senin suçun değil ama toplumun genel kanısı ne… Biz naçizane bu melodramlarda insanların genelinde izlediği şeylere küçük de olsa, çok az insan bile fark etse bunları da vermeye çalışıyoruz. İzlenirse ne mutlu. Çok basitçe geçmemeye çalışıyoruz onları.

“TV işlerinin küçümsenmesini asla doğru bulmuyorum”

TV en kuvvetli araçlardan, bu nedenle farkındalık yaratmayı hedeflemesi bile çok önemli…

Sinemada hassasiyet gösterilen noktalar var. “TV dizisi değil mi!” lafına çok kızıyorum ve buradan meslektaşlarıma da söylüyorum: Yönetmenlik, çok özel bir meslektir, bir duruşa sahip olmaktır, dünya görüşünü yayma avantajıdır. Bu, okuduğun senaryoyla, ekiple kurduğun diyalogla, oyuncuyu yönetme biçiminle, koyduğun karelerle her şeyinle senin dünya görüşünü ortaya koyar. Bunu ister sinemada, ister tiyatroda, ister TV’de yap. TV işlerinin küçümsenmesini asla doğru bulmuyorum.

Çağan Irmak’ın “Çemberimde Gül Oya”yla ilgili, “Bu hikâyeyi anlatmak zorundaydım,” açıklaması aklıma geldi bunu söylediğinizde. Bugün böyle bir motivasyon kaldı mı sizce?

Üzüldüğüm nokta da bu. Aslında toplumun tüketme duygusuyla da paralel ilerliyor. O kadar çok doldur-boşalt yapılıyor ki insanlar bir mesleğin tutkusundan vazgeçmeye başlıyorlar, iş olarak bakıyorlar. İş dediğinin tanımı da para kazanılacak şey. Yayıncı, yapımcı ya da senarist ol, yaptığın mesleğe saygı duymak zorundasın. Kavramların içi de boşaldı zamanla. Bugün aşk, sevgi, emek kavramı, para, mutluluk, tatmin… Her şey değişti. TV’de yaptığımız iş zanaat, sen saygı duymazsan kendi emeğine seyirciden, yapımcıdan, yayıncıdan nasıl saygı bekleyebilirsin ki? Bu, yüzde 50 teknikse yüzde 50 tutkuyla yapılması gereken bir meslek. Ben sürelere takılmıyorum, süre dediğin halledilir, önemli olan o 140 dakikanın kaç dakikasında ruhunu, kimliğini kaç sahneye, kaç karaktere aktarabiliyorsun?

“Sürelerin kısaltılması için elimizden geleni yapıyoruz ama…”

Sektördeki tür sıkışması ve süre uzunluklarını konuşurken “Çember” gibi süresi, konsepti doğru işler bizi umutlandırmalı mı?

Kesinlikle umutlandırmalı. Çember‘e nasıl karar verdik? Bir sürü şeyi denedik; 46, Kardeş Payı, İşler Güçler gibi. Sürelerin kısalmasına yönelik elimizden ne geliyorsa yapmaya çalışıyoruz ama bunun bileşenleri var. Senaristler, 10 senedir bu dakikaları yazmaya alıştılar, o bir refleks, bir alışkanlık, 60 dakika yazarken zorlanabiliyorlar artık. İkincisi, bu işin ekonomisi. Hem 60 ya da 80 dakika oynayayım hem de 140 dakikalık para alayım yaklaşımıyla olmuyor. Bu sürelerin artmasının bir nedeni de oyuncu, yönetmen, senaristin giderek fiyatlarının artırması. Bunu karşılayabilmek için reklam kuşaklarını çoğaltmak zorundasın. Bunu karşılayacak reytingi alabilmek için süreleri uzatmak zorundasın. Bu böyle bir sarmal.

Bir konsensus yaratılması lazım bu durumda…

Çember için Abdullah Oğuz’dan rica ettik, dedik ki hem lezzetli olsun, parça parça yayınlandığında da izlenebilsin, öyle bir paket olsun ki 6 tane film yapalım, bunun formüllerini bulalım. Bunun formülünü de ilk altı periyotta başka bir polisle birlikte, aynı ekiple, ekibin kuruluşuyla başladık, ilk altı filmi bitirdik, ikinci altıya başladık; bu bizim de keyif aldığımız iş ama ekonomisi var o işin. Onun ekonomisiyle baş edebiliyoruz. 1 milyon verdiğin bir işin ekonomisiyle baş etmek için o işte beş kuşak reklamı açmak zorundasın. İşler belli bir bütçenin altında yapılabilse onu tolere edersin, karşılamasa da olur ama haftanın yedi günü, yedi dizi yayınlıyorsan ve rakip de seninle aynı motivasyonla devam ediyor ve kısıtlama yapamıyorsa bu tür denemelerle belki aşarız diye yapıyoruz. Börü‘yü de böyle bir motivasyonla yapıyoruz. O da bizim için çok özel projelerden biri. Hem içerik hem de süre olarak bu mini seri, TV’de etkili olacak diye düşünüyorum.

Deniyorsunuz ama bileşenlerin de bu tür reflekslerde bulunması gerekiyor…

Şuna da açığız; ekonomisiyle de birlikte, farklı, güzel ve devam ettirilebilecek bir hikâyeyle getirsinler, yapalım ama bahsettiğimiz, TV seyircisinin izlemekten imtina edeceği, yabancılık duyacağı; senarist ve yönetmenin fantastik dünyasını tatmin edecek işler değil. Ben dijitali de öyle görmüyorum. Dijitalde de genel seyirciye hitap edecek işlerin olması lazım. O beğeni, daha zor bir beğeni çünkü. Anne bir tür ama duygusu çok kuvvetli bir yerden giriyor, İçerde bir tür ama iki kardeşin birbirini bulma hikâyesi gibi çok kuvvetli ve yine evrensel bir duygu üzerinden gitti. Türleri de denerken fazla tür olmadan gitmesine bakmak lazım. Behzat Ç. de çok bizdendi, Ankara polisiyesi olması bile bir avantaj. Türler denendi ve deneyeceğiz de elimizden geldiği kadarıyla. Ama o türleri de yabancılaştırmadan denemekte fayda var.

Harmanlayamadığımız için mi polisiye az tercih edilen bir tür TV’de?

Ben de polisiyeyi çok seviyor ve takip ediyorum ama onu tek başına almak bazen sıkıntı oluyor. Çünkü onu takip etmek, aynı zamanda bir tarz ve özel ilgi gerektiriyor. Çok ince bir zekânın ürünü polisiyeler, aynı anda derin bir duygunun da, onu başka bir şeyle harmanlayarak yapabilirsek birçok polisiyeyi yapabiliriz. Ona eşlik eden duygunun yanına bir duygu daha koyabilirsek polisiyede, deneyeceğiz bu sene. Bir polisiye ya da gerilimin yanına ne eşlik ederse onu izlenebilir kılarız, onun çalışmalarını da yapıyoruz. Ocak ayında çok güvendiğimiz güzel bir hikâye var planlamamızda. Umarım hakkını veririz, doğru yazılır, doğru çekilir.

Ümmü Burhan’ın bahsettiği “Avlu” dizisi…

Nasıl bir iş?

Tamamen kadınlarla ilgili bir iş. Çok güzel bir hikâye. Bir kadınlar hapishanesi. Parmaklıklar Ardında gibi düşünmeyin, yıl 2017, 2017’nin cezaevi. Küçük bir Türkiye panoraması yapmak istiyoruz orada. Toplumun her kesiminden suçlu kadınların, neye göre kime göre suçlu gördüğümüz kadınların o cezaevinin içinde ve dışındaki hayatlarını ele aldığımız bir iş.

Zor iş, gerçekten altından kalkılabilirse…

Çok zor iş, dünyada da izlenen bir trend. Sadece trend olmasından dolayı değil, kadın çok önemli bir unsur toplumda ve toplumu değiştirip dönüştüren yapıtaşlarından biri ve bence en önemlisi. Kadının olduğu durumları, duygu dünyası ve yaşam biçimlerini doğru kullanabilirsek, kodlayabilirsek onun bir karşılığı var toplumda. Şimdi yakın zamanda orta-üst sınıf kadınları anlatan bir hikâye var: Ufak Tefek Cinayetler. Onun içinde de polisiye, gerilim var ama baktığında müthiş lüks, şık, eğlenceli bir dünya var. Bir şeyleri harmanlayarak yapmaya çalışıyoruz. O da toplumdaki başka bir kadın kesimini anlatan bir hikâye.

Yeni yapımcılara kanalın yaklaşımı nasıl?

İlk yapımcılarla çalışıyoruz, oyuna yeni aktörler de girsin istiyoruz. Endemol’ün ilk işi Paramparça‘yı biz yaptık, O3’ün ilk işi Kaderimin Yazıldığı Gün‘ü, Ortaks’ın ilk işi Kiralık Aşk‘ı yaptık.

“Seyirciye bir şeyi farklı ve doğru anlattığın zaman o iş oluyor”

Hem bir yönetmen hem kanal yöneticisi olarak TV izleyicisinin değiştiğini düşünüyor musunuz?

İzleyici bence her zaman profesyoneldi. 10 yıl önce de neyi sevip sevmediğini, neyi takip ettiğini gayet iyi biliyordu. Şimdiki izleyicide net bir ayrım var, artık elinin altında telefon, tablet, her şey var ve bunu kullanabiliyor. Biz sunmakla mükellefiz. Seyircinin aldıklarının dışında senin sunmak istediklerini de vermen lazım. Seyirci onu da almaya hazır, yoksa gerçekten ne Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, ne Söz, ne Anne, ne İçerde izlenirdi. Sadece ölçümlenen kesimle kalmamak zorunda. Ölçümlenen kesim bize tabii ki karneyi veriyor, her sabah saat 10’da o karneyi alıyoruz ama belirleyici olan, Aa, bu reyting aldı, bu tarz işler yapmalıyızın ötesine taşıdığımızı düşünüyorum, bütün kanallar için. Hepimiz mutlaka bir şey deniyoruz. Seyirciye bir şeyi farklı ve doğru anlattığın zaman oluyor. Bir de ayırt edici bir şey arıyor; ilk ayırt edici, oyuncu. Niye starlar diyorlar, bunun için aslında. Dönüp bu oyuncu ne yapmış diye bakıyor. İkincisi, prodüksiyon kalitesi. Üçüncüsü, hikâye. Hikâyeyi sevdiyse devam ediyor. Ama dikkat ediyorum son zamanlarda, çifti sevdiyse de devam ediyor. Ailesine bir çifti alıyor, o ne anlatıyor, hikâyesi ne, saçmalıklar yapılmış mı hiç umurunda olmuyor. Bazen de öyle.

Çiftler de dediğiniz gibi başrolde olmasa bile bir anda bütün diziyi yüklenebiliyor…

Hilal-Leon diyoruz mesela, Vatanım Sensin‘de kadroyu, anlatılan hikâyeyi düşünüyorum, en öne çıkan hikâye o genç çiftin hikâyesi oldu. O kadar zarif ve naif bir ilişki ki ve en olmazı onlarınki. Güzel bir imkânsız aşk hikâyesi oradaki. Barış-Elçin, o dönem için söylüyorum, o kadar tatlı ve o kadar gerçek bir yerden buluştular ki. Seyirci bunlara göre de belirliyor ne izleyeceğini. Son dönemde Bizim Hikaye‘deki çift de güzel yakıştı mesela. Burak ve Hazal. Ritimleri çok doğru akıyor.

“Oyuncu çok iyi olsa da o rol, ona uygun olmayabilir”

Siz cast’a bu anlamda müdahale ediyor musunuz?

Evet, mesela Kiralık Aşk‘ta seçtiğimiz isimdi ikisi de. Elçin bizde en son Kurt Seyit ve Şura‘da oynamıştı ama Elçin’i ilk görüp beğendiğim yer, Digitürk’te bir yapımdaki rolüydü. O kadar eğlenceli, farklı, tatlı gelmişti ki sonra onu Zeynep, Öyle Bir Geçer Zaman ki‘de çok doğru bir karakterde ve güzel bir şekilde konumladı. Ondan sonra Elçin’le bir görüşme yaptım, enerjinin çıktığı bir işte seninle çalışmak istiyorum dedim. O zaman daha kanalda değildim, yönetmen olarak çalışmak istemiştim. Kiralık Aşk‘ı Ortaks’la yapmaya başladığımızda paylaşarak ilerledik, her anını birlikte oluşturmaya çalıştık, doğrudan Elçin dedim. Barış Arduç’u Racon‘da çok beğenmiştim, kısa sürmesine rağmen orada dikkati çeken bir enerjisi vardı. Benim kafamda hep uygunluk var. O rol için uygun mu değil mi, ona bakarım. Kiralık Aşk‘ta da Barış, o rol için çok uygundu. Duruşu, tavrı, tarzı, mahcubiyeti, asiliği… Bazen bir rol için çok iyi bir oyuncu öneriliyor ana cast’ın içinde. Oyuncu çok iyi oynuyor olabilir ama o rol için uygun mu? Bazen oyuncular diyorlar ki “Kanal istemedi.” Hayır, kanal biziz, insanlarız, açıp sorabilir. Benim arkadaşım olduğu için, tanıdığı için, “Hocam beni niye istemediniz?” diye soruyor, “İstememek değil, bu role uygun değilsin,” diyorum ve o da duruyor, “Evet, doğru söylüyorsun,” diyor.

Star TV’nin yüzlerinden Barış Arduç ve Burak Özçivit’in yeni dizi projeleriyle ilgili çalışmalar nasıl gidiyor?

Onlara en uygun işe bakmaya çalışıyoruz. Senaryo okurken yönetmen şapkamı çıkarıp koyamıyorum bir kenara, sadece yayıncı tarafından bakamıyorum; okurken ister istemez kafamda da çekmeye başlıyorum. Bu sahne nasıl olur, nasıl oynar? Yani sadece oyuncu isteğinden ziyade hepimizin ortak isteği olan bir işte uzlaşmak önemli olan. Barış ve Burak için de aynı şey geçerli. İkisi de zaten kendini çok iyi tartan, seyircinin kendisini nasıl aldığını çok iyi bilen oyuncular. O yüzden ağırlıklı olarak seyirci sağduyusuna hitap edecek bir şeyi araştırıyoruz biz de. Seyircinin onları görmek istediği yer ne olabiliri araştırıyoruz.

Genç oyunculardan kimleri beğeniyorsunuz?

Meryem’de oynayan Ayça Ayşin’i beğeniyorum, Ateşböceği‘nde oynayan Nilay’ı, son zamanlarda dikkat çeken Büşra Develi’yi, Miray Daner’i beğeniyorum, Medcezir‘de belli etmişti kendini. Burak Deniz çok çok iyi. Adı Efsane‘de oynayan ekibi beğeniyorum. Genç nesil çok sağlam geliyor.

Dijitalle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Geç bile kalındı ama henüz ekonomisi tam oluşmadı. Şimdilik ana akım kanallarla kol kola yürümek zorunda olduklarını düşünüyorum. Hem hikâye anlatıcıları hem oyuncular için doğru projelerle gidilmesi gerekiyor. Yani ana akım kanallarda da mümkünse çok sansürlenemeden yayınlanabilecek işler yapılmalı. Rakipleri biz değiliz, bunu biliyorum, rakipleri diğer dijitaller. Onlar kadar iyi yapmak zorundalar. En iyilerini, en doğrularını yapmak zorundasın, onun ekonomisini böyle oluşturmak zorundasın. Dijitalde oynayacak oyuncu da, yönetmen de, senarist de böyle bakmak durumunda diye düşünüyorum. Sen açık kanalda bir değersen, seyircinin ilgi gösterdiği bir yazarsan, yönetmensen, oyuncuysan, yapımcıysan, dijitale bir iş yaptığında dikkat çekebilirsin. Bunu, ekonomisini oluşturabilmesi için söylüyorum. Yoksa doğrudan orada ilk yapımcılığını da yapabilirsin ama onların da bence çok doğru proje seçmesi ve kıyasladığı yerin ana akım olmaması lazım. Yani Netflix’ten farklı ne yapacaksın, Netflix’le rekabet edecek ne yapacaksın? Bence öyle bakılırsa olaya, daha doğru ilerlenebilir. Bizde para vererek bir şeyi satın alıyorsan oradaki acımasızlığın daha yüksek oluyor. Bir üst aşamaya geçmen için daha iyi hazırlanman lazım. Ama en azından kafa açıcı oldu, başka hikâyeleri tartışır, konuşur olduk. O güzel bir şey.

“Talep, çalışma koşullarının iyileştirilmesi olmalı”

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

TV’nin küçümsenmeyecek önemde, çok ciddi bir iş olduğuna inanıyorum. Sinemadan, tiyatrodan daha fazla insana ulaşıyorsunuz. Seyirciyi asla küçümsememek gerekiyor. Seyirci hepimizden daha profesyonel davranıyor ama popülist bir yaklaşımla da seyirci bunu istiyorun arkasına saklanmamak gerekiyor. Başarı da başarısızlık da eşit oranda masaya konup tartışılması gereken şeyler. Seyirciyi suçlamaktan ziyade tüm yayıncılar, bu işin içinde olan bütün bileşenler oturup kendimizi sorgulamalıyız. Her zaman söylüyorum; rakip kadar güçlüsündür. O yüzden hep güçlü rakipler olsun istiyorum. Bu sektör ayakta kalacaksa güçle çarpışalım, hep iyi işler yapalım, hep iyi işlerimizi çarpıştıralım. Ayrıca sürelerden şikâyetçi olan bütün arkadaşlarıma söylüyorum; önemli olan süre değil, çalışma koşullarının iyileştirilmesi. Talep bu olmak zorunda. Süre, bunun en son halkası. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi, doğru bir yasanın, bizi koruyan maddelerin bir an önce çıkması, bizim taleplerimiz bunlar olmak zorunda. Çalışanların tümünün haklarının korunması, telif yasası, çalışanların geçici işçi statüsünde görünüyor olup olmaması, sektöre ilişkin yeni yasaların çıkarılması… Bunlara odaklanmamız gerekiyor. Talepleri sırasıyla ve doğru bir biçimde koymamız ve tüm bunları düzenlemek için birlik olmamız gerekiyor.

Röportaj, Episode Dergi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır…

Editör

Aralık 2016'da yayın hayatına başladı. Spinoff'u, prequel'i, sequel'i, remake'i, eşi benzeri muadili olmayan, Türkiye'nin tek DİZİ KÜLTÜRÜ dergisi ve web platformu...

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir