Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Yamaç Okur: Yapımcılık, Yaratıcılıkla İlgilidir
[highlight]”İyi oyuncularla çalışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tamamen star modeliyle gitmek zorunda değilsiniz. Yeni starları da kazandıracağınız modeller olabilir,” diyor Ay Yapım’ın İçerde ve Çukur dizilerinin idari yapımcısı Yamaç Okur. Kalitenin karşılığı olduğunu, seyirciyi daha fazla önemseyen işlerin yapılması gerektiğini vurguluyor. Okur’un film ve dizi sektörüne dair söyledikleri önemli…[/highlight]
İdari yapımcılık, dizi sektörüne yabancı olmayanlar için bile ayrıntısı bilinmeyen bir görev tanımıyken, Ay Yapım’ın İçerde ve Çukur dizilerinin idari yapımcısı Yamaç Okur’la dikkatleri üstüne çeken ve merak edilen bir unvana dönüştü. Röportaja gitmeden önce okuduğum Ekşisözlük yorumlarında, kendisiyle ilgili hiçbir olumsuz yoruma rastlamadığım gibi herkesin üzerinde durduğu ortak bir nokta vardı: Herkes ağız birliği etmiş gibi Yamaç Okur’un ne kadar centilmen biri olduğunu yazmıştı. Ay Yapım’ın kapısına kadar inip bizi karşılamasından ve röportaj bittikten sonra da aynı nezaketle uğurlamasından, soruları geçiştirmeyip en ince ayrıntısına kadar cevaplamasından, ikram ettiği çikolatalardan, yumuşak ses tonundan ve yaptıklarından bahsederkenki itinalı üslubundan anlaşılacağı gibi Yamaç Okur, gerçekten de bir centilmendi. Filmlerden dizilere, diplomatlık hayallerinden yapımcılığa uzanan serüvenini bizimle tüm samimiyetiyle paylaştı. İçerde ve Çukur‘un başarısında büyük pay sahibi olan idari yapımcı Yamaç Okur’la ufuk açıcı bir sohbete hepiniz hoş geldiniz.
Röportaj: Ezgi Özcan
İsterseniz önce sinema maceranıza nasıl başladığınızı konuşalım. Çünkü aslında Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezunsunuz. Sinema nasıl hayatınızın temeli oldu?
Bölüme 1993’te girdim. Boğaziçi Üniversitesi’nin kulüp ortamı çok renkli ve canlıdır. Okula girdiğim yıl, sinema kulübüne üye oldum. BÜ(S)K köklü bir kulüptür. Kendimi bir anda dergi ve teorik çalışmaların içinde buldum. Zaten sinemaya ilgim vardı. Aslında diplomat olmak istiyordum ancak hayat, insanı farklı bir yere getiriyor. Boğaziçi’ndeki yıllar daha çok sinemayla geçti. O zamanlar Murat Dikmen adında bir sinema salonumuz vardı. Emek Sineması gibi düşünün. 750 kişilik, balkonlu bir salon. Oranın 3 sene boyunca programını yaptım. Görüntü diye bir dergi çıkardık. Enteresandır, o sinema kulübü sonrasında üç sinema dergisi çıktı. Biri benim de kurucularının arasında olduğum Altyazı; Yeni Film dergisi; Yeni İnsan Yeni Sinema dergisi…
Üniversiteden mezun olduktan sonra, diplomasi hayallerime ara verdim. O yıl 17 Ağustos Depremi oldu. Diplomasi sınavı açılmadı. Kendimi iş başvurularında buldum. 2 yıl kadar insan kaynakları alanında yönetim danışmanlığı yaptım. Üniversiteden iki yakın arkadaşım Serdar Darendeliler ve Refik Akyüz, Geniş Açı adında bir fotoğraf sanatı dergisi çıkarıyordu. Bu yayını genişletmek istiyorlardı. Ben de sinemayla ilgili bir şeyler yapmak istiyordum. İstifa ettim. Sinema dergisi çıkarmaya karar verdik. Üniversitede hepimiz Mithat Alam’ın dersini aldık. Altyazı‘nın kurucu kadrosu Mithat Bey’in öğrencilerinden oluşuyordu… 2001’de tam ekonomik krizin en yoğun olduğu zamanda, ciddi bir modelleme yaptık. Hem popüler olanı kapsayan hem de alternatif tarafta duran bir dergi istiyorduk. Öyle de oldu; dergi yayına devam ediyor. Uzun yıllar derginin yayın kurulunda oldum. İmtiyaz sahipliğini yaptım. Hâlâ içindeyim ama birebir bağlantım yok. Boğaziçi Üniversitesi’nde Mithat Alam’ın bağışıyla Mithat Alam Film Merkezi açılmıştı. Altyazı‘yı çıkarttıktan 2 sene sonra, film merkezini yönetecek birini arıyordu Mithat Bey. Mithat Bey’le özel bir ilişkimiz oldu, bir nevi baba-oğul gibi… Mithat Alam Film Merkezi’nin faaliyetlerini çok önemsediğim için dergiyi üniversiteye bağışlama kararı aldım imtiyaz sahibi olarak. Ve sonrasında film merkezinde çalıştım bir dönem. Oranın kurumsallaşmasına katkıda bulunmaya çalıştım. Altyazı oradan yayımlanıyor.
Bu merkezin bir de vakıf kısmı var galiba. Onun hikâyesi nedir?
Mithat Bey, nevi şahsına münhasır bir insan. Müthiş işler yaptı. Keşke sektörde 10 Mithat Alam daha olsa, çok daha güzel şeylerden bahsediyor olurduk. Mithat Bey, bir dönem işadamıymış. Evlenmemiş, çocuğu olmamış. Kazandığı parayla sinemayla ilgili bir şeyler yapmak istemiş. Bunu da üniversitesiyle birleştirmek istemiş. Ortaokulda Robert Kolej’e girmiş, yüksek lisansta Boğaziçi’nden çıkmış biri. Biz tanıştığımızda iş hayatını tasfiye ediyordu ve sinema tutkusuyla ilgili bir şeyler yapmak istiyordu. Çok iyi bir koleksiyonerdi. Film merkezini kurduğumuzda da Boğaziçi’nde sinema bölümü yok. Sinema bölümü olmayan bir üniversitede öğrencilere sinema sanatını sevdirecek bir merkez yaratma fikri vardı. Fakat üniversiteden ve dışarıdan öğrenciler geliyor, 4-5 sene boyunca kalıyorlar. Sonrasında bu öğrencileri takip edemiyoruz. O yüzden Mithat Bey ayrı bir karar daha aldı. “Bir vakıf kuralım,” dedi. O vakfın da kurucularındandım. Vakıfta sinema alanında yüksek lisans veya doktora yapmak isteyen öğrencilere burs veren bir yapı kurduk. Bu sayede uzun metrajlarını yapan öğrencilerimiz var şu anda. ABD’de, Avrupa’da önemli üniversitelerden kabul alan öğrencilere burslar verildi. Mithat Bey’den çok şey öğrendim. Mükemmeliyetçi bir insandı. Sürekliliğe çok önem verirdi. Türkiye biliyorsunuz süreksizlikler ülkesi. Siz de yayın çıkarıyorsunuz, iyi bilirsiniz… Mesela Altyazı, şimdiye kadar 10 kere kapanabilirdi ama inat ettim, inat ettik. Film merkezi de öyle… Yapabileceğimiz işleri yapmaya gayret ettik. Çok rahat büyüyebiliyor Türkiye’de her şey. İyi bir şey yapmaya başladığınız zaman habire önünüze projeler geliyor. Dağılıyorsunuz, kaliteniz azalıyor. Halbuki film merkezinde Mithat Bey’le şuna dikkat ettik: Yaptığımız işleri daha iyi yapalım. En iyisini yapmaya çalışalım ve kalıcı bir arşiv olsun, sürekliliği olsun. Türkiye’de 50-60 tane sinema bölümü vardır. Çoğundan daha fazla iş yaptı film merkezi. Çünkü öğrenciler tutkuyla bağlı, bizler seviyoruz ve iyi bir organizasyon var. Film merkezi kurumsallaştıktan sonra benim de hedeflerim vardı. Yapımcılığı başından bu yana önemseyen biriyim. Özellikle yaratıcı yapımcılık kısmını… Bununla ilgili dersler, atölyeler veriyorum.
“Yapımcılığın en önemli kısmı proje geliştirmektir”
Yaratıcı yapımcılık ne demek? Tam olarak neleri içerir? Dizi ve sinema sektöründe farklı anlamlara mı gelir?
Kavramın da çok içini boşaltmak istemiyorum o yüzden bildiğimiz yapımcılık aslında ama ayırmak istememin nedeni şu; ben klasik yapımcılık fikrine inanmıyorum. Normalde Türkiye’deki yapımcı algısı nedir? Yeşilçam’dan kaynaklanan daha çok parayla ilişkilendirilen, daha müteahhit diyebileceğimiz bir anlayış hâkimdir. Gerçi bu yavaş yavaş değişiyor. Genç, iyi yapımcılar var. Yaratıcı derken ayırmak istediğim şey, yapımcılığın da yaratıcılıkla ilgili olduğu. Sadece işin organizasyonunu yapmak, ekibini oluşturmak, finansmanını bulmak değil. Aslında bizler tamamen fikirlerle, hikâyelerle uğraşan insanlarız ve yaratıcı işler yapıyoruz. Evet, bir işin dünyasını yönetmen oluşturur ama yönetmen her şeye hâkim olamaz. Bu yüzden bir de yapımcı var, hayat arkadaşı gibi çalışılan. O kişiyi de yaratıcı olarak düşündüğünüz zaman çok acayip iş birliktelikleri ortaya çıkıyor. Yaptığım filmlerde de şu an yapmakta olduğum dizilerde de buna dikkat ettim, ediyorum. Bence yapımcılığın en önemli kısmı proje geliştirmektir.
Proje geliştirmek ne demek peki?
Bir yapımı beş safhaya ayırırsak; proje geliştirme, ön yapım, yapım, çekim, post ve ardından da satış-dağıtım. Proje geliştirme kısmı, yapımcılar için en önemli alan. Zira bir yapımcı şirketinin hacmine göre bazen beş, bazen 10 proje geliştirme işini aynı anda elinde bulundurabilir. Yapımcı nasıl geliştirir projeyi? Bir kere yapımcı, hisleri çok kuvvetli bir insandır, takip eder. Sevdiği yazarlar, sevdiği filmler vardır. Dinlediği müzikler vardır. Çevresinde yaratıcı insanlar vardır. Senaristler, yönetmenler, görüntü yönetmenleri… Ve size birçok koldan fikirler gelir. Bazen de yapımcı olarak sizin aklınızda fikirler vardır. Siz o fikirleri birtakım insanlarla eşleştirirsiniz.
Bazen bir film izlersiniz, ondan yola çıkmak istersiniz. Bazen bir yazar gelir size, bir fikir getirir, onu geliştirirsiniz. Dolayısıyla bütün bu havuzdan yapımcı, bir sürü şeyi geliştirmeye başlar. Bazısı 10 yıl boyunca gelişir, hiç yapılmayabilir. Bazısı 6 ayda gelişir, 8. ayda gerçekleşir. Ama o proje geliştirme alanı kabaca nedir? Senaryonun oluşumu, dizide ve filmde farklı süreçler, senaryoyla beraber o dünyanın oluşumu yani yapım tasarımı dediğimiz alan… Türkiye’de ne filmlerde ne dizilerde böyle bir yapım tasarımcısı kavramı var. Burada dizilerde yapımcılar, biraz yapım tasarımı yapan kişiler aslında. Cast’ın oluşumu, çok önemli bir aşama, özellikle diziler için. Bütün bu aşamalar aslında proje geliştirme kısmında olan şeyler. O aşamada tabii finansla da uğraşıyorsunuz. Bu işi finanse edebilir miyim? Edersem iş modeli ne olur? Ama finanstan ziyade, yaratıcı tarafta o projeyi geliştiriyorsunuz ve yapıp yapmamaya karar veriyorsunuz. Televizyon için konuşacak olursak, belli bir aşamada televizyon kanallarıyla görüşmeye başlıyorsunuz. Oradan gelen geribildirimler önemli oluyor haliyle. Bunların dışında his tarafı da çok önemli. His denen şey bir sürü meslekte var ama iyi bir yapımcı koklar mesela… Neler oluyor? Olanlar nereye doğru gidiyor? Yeni yetenekler nerede? Bence bol bol tiyatro izler, kitap okur… Ve bir yapımcı bence birçok meslek grubunun neler yaptığını bilen kişi olmalı. Biraz kurguyu da bilir. Biraz sanatı da bilir… Zaten bilmesi gerekir bütün bunları ki yeri geldiğinde fikrini beyan edebilsin. Rönesans adamları vardır ya eskilerde, biraz öyle…
Biraz da kurduğunuz yapım şirketinden bahsedelim. “Altyazı”yı kurdunuz, vakıf yöneticiliği yaptınız… Şirket kurma kısmı sonrasında mı geldi?
2005 gibiydi… O dönemde de Altyazı‘dan üç arkadaşım, ikisi yayın kurulu üyesiydi, diğeri kaybettiğimiz çok değerli yönetmen Seyfi Teoman’dı, böyle bir model kurmaya karar verdik. Bahsettiğim gibi bir yapımcı modeli yok sinemada, daha çok sadece para koyan model var. O finansörlük aslında… Yaratıcı yapımcılık denen modeli kuralım dedik. Üç yapımcı ve bir yönetmenden oluşan Bulut Filmi, 2006’da kurduk. 2007’de ilk filmimizi çektik. Seyfi Teoman’ın Tatil Kitabı filmi ki son 12 yılın bir genç yetenekler kuşağı var. Seyfi Teoman o kuşağın ilk yönetmenlerindendi. Film, Berlin Film Festivali’ne seçildi, İstanbul Film Festivali’nde en iyi film ödülünü aldı. Sonrasında dokuz uzun metraj yaptık. İkisinde ortak yapımcıydık, yedisinde ana yapımcıydık. Bulut Film bir model, bir okul gibiydi. Ne yazık ki yaptığımız işler parasal karşılığı olan işler değil. Bunlar sanat sineması diyebileceğimiz filmlerdi ama bizim için sanat filmi diye bir şey yoktur. Film, filmdir ve herkes filminin izlenmesini ister ama hani dışarıdaki algı o olduğu için tırnak içinde söylüyorum. Tatil Kitabı‘ndan sonra Bahtıkara ile yola devam ettik. O da ödüller aldı. Akabinde ilk ortak yapımımızı yaptık. Rahmetli Seyfi Teoman’ın ikinci uzun metrajı; Bizim Büyük Çaresizliğimiz… Berlin Film Festivali’nde yarışmada gösterildi. Hâlâ yarışmada gösterilen en son Türk filmi. Sonrasında Yangın Var ve İki Dil Bir Bavul‘u ortak yapımla hayata geçirdik. Emin Alper’le Tepenin Ardı‘nı yaptık. Bulut Film’in son üç filmi, dört kadın yönetmenle oldu. Aslı Özge’yle Hayat Boyu, Zeynep Dadak ve Merve Kayan’la Mavi Dalga, Melisa Önel’le Kumun Tadı… Enteresan bir şirket Bulut Film, dokuz film yaptı, altısı Berlin Film Festivali’nde gösterildi. Böyle bir line-up Fransız ya da Alman şirketlerinde olsa… Bayağı iyi bir model bence. Ama bunların televizyon satış şansları çok zor. İzleyici şansı çok zor. Türkiye o açıdan yanlış bir ülke. Bakanlık fonları ve bulduğunuz diğer fonlarla sadece filmi hayata geçirebiliyorsunuz. Seyfi’yle üçüncü uzun metraj üzerinde çalışıyorken trajik bir trafik kazası geçirdi. 35 yaşındayken, doğum gününde aramızdan ayrıldı. Birlikte çok iş yaptık. Yeni Sinema Hareketi’nin kurucularından olduk. Yaşanmışlığımız çoktu ve Seyfi’nin kaybından sonra hepimizin bir es vermeye ihtiyacı vardı. Dokuz filmi tamamladıktan sonra Bulut Film’i Seyfi’nin anısına bıraktık. Hâlâ firma var fakat film yapmıyoruz. Film yapmadığım sürede meslek siyasetiyle de ilgileniyordum, çok önemsiyorum bu konuyu. Bence yapımcılar için çok önemli bir alan. İyi bir yapımcı aynı zamanda kendi sektörüyle ilgili fikir üreten, o sektördeki çalışma kuralları ve yasalarla ilgili fikir beyan eden hatta bunların bizzat içinde olan bir kişi olmalı. Sinema Yapımcıları Meslek Birliği’nin üyesiydim ve belli bir zamandan sonra elimi taşın altına soktum. Dört dönemdir yönetim kurulu üyesiyim. Böyle bir ara vermekteki gayem şuydu, sektörle ilgili ne yapabilirim? 2004 yılında Türkiye’de çıkan 5224 no.lu yasayla bakanlık filmlere fon desteği üretiyor. Bu noktada her meslek birliği bir üye yolluyor Kültür Bakanlığı’na. Ve bu alan sorunlu bir alan. Daha çok eş-dost ilişkilerinin egemen olduğu bir yer. Bizim de mesela ilk filmlerimiz pek desteklenmedi. Sonradan desteklenen filmlerimiz oldu. Bu yüzden meslek birliğine üye olmak istedim ve 2 sene boyunca üyesi olarak kaldım. 2015-2016 yılları gibi düşünebilirsiniz. Tam da Türkiye’de kutuplaşmanın hız kazandığı zamanlar. Ve oranın şeffaflaşmasını sağlamaya çalıştım elimden geldiğince. İnsanlar filmlerin nasıl değerlendirileceğini bilmiyorlardı vs. Ondan sonra kuruldaki görevim bitince de bir karar safhasına geldim. Ya Bulut Film gibi icraata devam edecektim ya da 40’lı yaşlarıma yaklaştığım düşünülürse daha ticari sulara yelken açacaktım.
“Bir projede dünyayı her açıdan doğru kurmanız lazım”
Ve bu dönemde yolunuz Ay Yapım’la kesişti sanırım…
TV piyasasına hep dışarıdan bakıyordum çok da anlam veremediğim bir piyasaydı. Bir yandan büyük filmler de yapmak istiyordum ve Ay Yapım’ın bir film yapmak istediğini duydum. Onur Ünlü bir Romeo-Juliet uyarlaması olan Kırık Kalpler Bankası‘nı yapacaktı. Kerem Çatay dizi tarafında çok önemli işler yapan bir yapımcı ama sinema tarafına çok el atmamış. “Onur Ünlü’nün filmini yapmak ister misin?” diye teklif geldi. Ben de kabul ettim. Kendi şirketim dışında başka bir şirket adına yaptığım ilk proje oldu. Ay Yapım’a girişim bu filmle oldu. O sırada Onur Ünlü, Beş Kardeş dizisini yapıyordu. Yedi bölüm çekmişlerdi, reytingler çok iyi olmadığı için diziye ara verilmişti. Ara verilince dizinin dünyasını kuran yapımcı Esi Gülce ayrılmaya karar vermiş. Kerem Bey de “Filmi yapıyorsun zaten. Bunu yapar mısın?” diye sordu. Ben de “Diziyi pek bilmiyorum ama yapmaya çalışırım,” dedim. 1,5 ay aradan sonra yapmaya başladım, son altı bölümünü yaptım. Dünyasını ben kurmadım ama sevdiğim bir işti. Dizi devam etmedi ama çok şey öğrendim o altı bölümden. Benim için öğrencilik gibiydi. O sırada şirket sürekli dizi üretiyordu mesela ben girdiğimde Karadayı‘nın son sezonuydu, Medcezir, Kara Para Aşk vardı. Kara Sevda başlamak üzereydi. Daha sonrasında dizi yapmayı istedim. Kerem Bey dizide biraz daha pişmem gerektiğini söyledi. O sırada Analar ve Anneler diye bir dizi vardı. Dünyasını Manolya Şen kurmuştu daha sonra yapımdan ayrıldı; onun da sanırım son dört bölümü yaptım. Dokuz bölümde bitti. Bazen başarısızlıklar da sözkonusu olabiliyor.
“Analar ve Anneler” gibi bir iş neden geri dönüş alamadı sizce?
Kimseyi eleştirmek istemem ama dünyayı her açıdan doğru kurmanız lazım. Bu, sadece mekânları doğru oluşturmak değildir. Sahici olması, doğru oyuncuya karar verilmesi, doğru zamanda yayına girmesi ve doğru günde yayınlanması gibi çok fazla faktör var. Tüm bunlara çok çalışmak gerekiyor. Analar ve Anneler‘de yapım tasarımıyla ilgili sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Bence daha yüksek reyting alabilecek bir işti. Dönem işi olmasına da gerek yoktu çünkü esas meselesi dönemle ilgili değildi. Çıkış noktası Bertolt Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi‘ydi. Berkun Oya ve Onur Ünlü gibi kişilerin TV dünyasında daha fazla olmasını istiyorum. Beş Kardeş, Analar ve Anneler dizileri sayesinde pek çok şey öğrenmiş oldum. Gerçek anlamda ilk kurduğum dizi İçerde‘dir. İdari yapımcılığını da tam anlamıyla yaptığım ilk iştir.
İdari yapımcı ne demek?
Her şirketin kendine özgü bir yönetim tarzı var. Ay Yapım’da idari yapımcılık diye bir kavram oluşturulmuştu ben geldiğimde. İşin oluşturulma kısmında bizde iki yapımcı var. Kerem Çatay ve Pelin Diştaş. Onlar projeyi yapmaya karar veriyor. Ben o kararı veren kişi değilim; karar verildikten sonra o dünyanın oluşturulmasında yapımcıyla birlikte çalışan kişiyim. Ben iş başladığında senaristle ve yönetmenle en başından itibaren çalışıyorum; bir işin bütçesinin tamamının oluşturulması, cast’ın oluşturulması, ekiplerin belirlenmesi, işin dünyasının kurulması… Yani bir yaratıcı yapımcı ne yaparsa onu yapıyorum. Dünyanın oluşması için tüm stratejik kararlarda söz sahibiyim. Oyuncuların seçimi, yönetmenin belirlenmesi vs. Mesela İçerde‘de Uluç Bayraktar’ın yönetmen olacağı belliydi. Uluç’la çalışacak bir yapımcı aranıyordu. Kerem Bey, bizi birleştirdi ve çok güzel bir kimya oluştu. Şimdi beraber iki film projesinde çalışıyoruz. Ama Çukur‘da yönetmeni beraber belirledik. Tabii şöyle bir avantajım var: Kerem Çatay çok deneyimli bir yapımcı, ondan çok şey öğreniyorum. Sorabileceğim, danışabileceğim, ana kararları birlikte alabileceğim iki iyi yapımcı var. Bu çok büyük bir lüks. Belki de Ay Yapım’ı diğer şirketlerden ayıran şey bu. Kerem Bey, “Piyasayı bilemem ama her senaryoyu okurum, her senaryoyu derinlemesine incelerim,” demişti; gerçekten de öyle. Her bölüm hakkında Kerem Bey’le konuşuruz; her bölüm hakkında notlarını verir.
“Yapımcı, sosyal sorumluluk projelerine zaman ayırmalı”
Peki, bir idari yapımcı yayın esnasında nasıl aksiliklerle karşılaşabiliyor?
Bir kere haftada 35-40 dizi yayınlanıyor. Genelde birbirinin aynısı bir sürü hikâye ve ortada büyük bir izleyici kitlesi var. Ben farklılık katmaya çok önem veriyorum, hayatımda yaptığım tüm işlerde buna çok değer verdim. Bir şeyi yapıyorsam iyi yapayım ama bir farkı da olsun istedim. İçerde o açıdan bana çok heyecan vermişti. Herkes okuduğu zaman senaryosunu çok farklı buluyordu ama bu reyting alır mı düşüncesi vardı. Seyirci bunu anlar mı gibi düşünceler oluyor ama farklılık bana çok değerli geliyor. İçerde de bir mafya dizisi bakıldığında, mafya dizilerinde tutan belli formüller var. İçerde‘de bunların hiçbirini yapmadık. Formüllerin dışında giden, seyirciye daha çok değer veren bir işti. Akıl oyunlarıyla ilerleyen, daha kaliteli bir senaryoya sahip, iyi oyuncularla çalışan bir işti. Böyle bir iş de tutabiliyor güvencesi verdi sektöre. Türkiye’de enteresan bir dizi piyasası var. Genelde şanslıysanız elinizde 4-5 bölüm senaryo oluyor; sonrasında o stok bitiyor. Ve senarist her hafta 100 sayfa yazıyor. Yönetmen de iki ekip oluyor ve bu iki ekip de 100 sayfa çekiyor. Bir iş 5-6 günde çekiliyor ve 1 günde yayınlanıyor. Böyle bir matematiği var bu işin. Böyle olunca tabii aksilikler olabiliyor.
“İçerde”de başta yarattığınız dünyada, yolda giderken değişiklik oldu mu?
Elbette; yola çıktığımda dört bölüm senaryo vardı. Yıldıray Şahinler’in oynadığı Alyanak karakteri normalde ölecekti ama karakter çok başarılı oldu. O karakteri öldürmedik. Tabii bunlar Türkiye’ye özgü durumlar. Yazılmış olsa bunları yapamazdık; bu da bir serbestlik getiriyor. İşin içinde de birtakım şeyleri değiştirme şansı oluyor. Antropoloji ve sosyoloji açısından bakıldığında tez konuları bence diziler. Ne seyrediliyor, seyirci tepkileri vs. Örneğin Çukur‘da ilk bölümde bir çift hızlı bir şekilde tanışıyor, âşık oluyor ve evleniyor. İçinde bol bol öpüşme var. Her öpüşmede reyting düşüyor; buradan Türkiye’nin değişen sosyolojisini görüyorsunuz. Aileyle beraber seyrederken öpüşme sahnesi geldiğinde değiştiriyor. Prime time saatlerinde böyle bir gerçek var.
İçerde aynı zamanda sosyal sorumluluk projeleriyle ve ürün yerleştirme entegrasyonuyla da öne çıktı. Dizilerin başarısını reyting belirliyor. Reyting varsa ürün yerleştirmeyle ilgili teklif geliyor doğal olarak, burada tabii yapımcının tavrı çok önemli; biz hikâyemize zarar vermeden yapıyoruz. İçerde‘de geçen sene 50 üzerinde ürün entegrasyonu yaptık. Çok ciddi bir rakam bu. Bir bölümün finalini 360 derece çektik bunu bir markayla konumlandırdık. Aynı anda Shazam uygulamasından seyirci dizinin finalini 360 derece seyretti. Uygulama rekor kullanıma ulaşmıştı. Geçen yıl tanıtım kanallarımızı nasıl değiştirebilirim diye bir araştırma yaptım. Hep fragman yayınlanıyordu ve yurtdışında sneak peek diye bir uygulama yapmışlar. Çok da güzel. Tek bir sahne veriyor yeni bölümden. Bunu İçerde‘ye nasıl yerleştirebilirim diye düşündüm. 1. bölümden itibaren her bölümün sonrasından bir sahne verdim; seyirci önce eleştirdi, sonra oturdu. Ve başka diziler de yapmaya başladı. Böyle yenilikçi şeyleri seviyorum. Önemli olan hikâyeye zarar vermemek.
Sosyal sorumluluk kısmında da… Diziler çok ticari işler ve milyonlara hitap ediyor. Bu gücü görünce niye faydalı bir şey yapmayalım dedim. Dizinin konusunda, karakterlerden bazıları sokaktan gelen çocuklardı; bu yüzden çocuklara dair bir şey yapmak istedim ve dernekleri araştırmaya başladım. Bu süreç beni Nesrin Ercan’ın kurucusu olduğu Minik Kalplerle El Ele Derneği’yle karşılaştırdı. Bir proje yazdım, o projeyi geliştirdik ajansımızla, Minik Kalpler İçerde ismini koyduk. Genelde dizilerde sosyal sorumluluk yapılıyor ama bir bölümlük oluyor. Ben tek bölümlük bir şey yapmak istemiyordum, sezon boyunca bir şey yapmak istiyordum ve kalıcı olsun istiyordum. Ağrı’dan bir futbol takımı geldi ve maç yapıldı. Dizinin finali, Lütfü Kırdar’da izlendi ve onun biletleri satıldı. Seyirciyle birlikte izlemek çok enteresandı. Sonuçta ciddi bir gelir elde edildi. Show TV’nin de desteğiyle Tekirdağ’da çocuklar için güzel bir rehabilitasyon merkezi yapılıyor. Bizden geriye bu kalacak; çocukların hayatını değiştiren bir proje. Keşke daha fazla olsa. Dizi yaparken bunları yapmak çok zor ama bence yapımcının bu zamana ayırması lazım.
“Seyredebileceğim bir dizi yapmaya çalıştığım için mutluyum”
“Çukur” nasıl gidiyor?
İçerde bittikten sonra kısa bir ara oldu. Çukur projesi başlamıştı. Yapım Gökhan Horzum’la çalışmaya başlamıştı, ben dışarıdan görüyordum. Gökhan da TV senaristlerinden bence kalemi iyi olan, tecrübeli bir isim. Kerem Bey’den teklif geldi. Okudum; çok iyi bir senaryoydu. İçerde‘yi okuduğumdaki his bunda da vardı. Yönetmene karar verilmemişti, beraber aradık ve karar verdik. İçerde‘de çok iyi bir ekibimiz vardı. Elimizde iyi bir senaryo ve yönetmen vardı ama bu bir ekip işi. İyi bir ekibiniz yoksa o dünya oluşmaz. İçerde‘deki ekibi buraya taşımaya karar verdik. Görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni, kostüm hepsini büyük oranda taşıdık. Sinan Öztürk, uzun yıllar ikinci yönetmen olarak çalışmıştı. Onu yönetmen yapmaya karar verdik. Ve proje gelişmeye başladı.
Çukur‘da en değer verdiğim şey, Baba filminden esinlenilmiş şeylerin olması ama hikâyenin de çok başka olması. Baba, senaristin sevdiği bir film ama yapıları tamamen farklı. Böyle bir hikâye günümüz İstanbul’unda yok. Çukur diye bir semt yok, seyircinin bunu sahici bulması için bu semti yaratmamız gerekti. Böyle bir semt İstanbul’da 80’lerde, 90’larda vardı, hâlâ var ama azalıyor. Dizinin ismi ilk okuduğumda Aras’tı. Gökhan, bunu Aras Bulut’u düşünerek yazmış ama ben ısrarla Çukur olması gerektiğini savundum. Çünkü bir mahalle hikâyesi bu, dolayısıyla bu mahallenin dokusu da çok önemli. Bir mahalle yaratalım dedik. Balat’ın çok kullanılmayan bir bölgesine gittik, daha önce hiç çekim yapılmamış bir yerdi. Başka yerlere baktık, mesela kullandığımız ev Reşadiye tarafında, mahallenin bir kısmı 1 Mayıs’ta. İşin aidiyeti için dövmesi olmasına karar verdik. Çukurlular birbirini dövmesinden tanısınlar diye düşündük. Sonra Koçovalılar olmasına karar verdik. Böyle bir yer yok ama bu hemşehrilik durumu var Türkiye’de. Tam bir tasarım işi aslında; sonraki aşaması bu dünyayı oluşturacağımız oyuncuları bulmaktı. İyi oyuncularla çalışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Gerçekten o projeye ruhunu verecek, kaliteli, işine önem veren, kendisinden bir şey katmak isteyen oyuncular olduğunu düşünüyorum. Evet, popüler oyuncular da var ama daha az tanınan oyuncular da var. Tamamen star modeliyle gitmek zorunda değilsiniz. Yeni starları da kazandıracağınız modeller olabilir. Çukur‘un bu açıdan iyi bir tasarım olduğunu düşünüyorum. Ben seyredebileceğim bir dizi yapmaya çalıştığım için o açıdan mutluyum. Keşke daha fazla zaman olsa daha fazla üzerine çalışabilsek ve daha iyi olsa. İşin kreatif tarafında ajansla çalışmaya gayret ediyorum.
“Seyirciyi küçümsememek gerekiyor”
Türk dizi sektöründe aksiyon dizilerinde artış var. Bu türün yükselişe geçmesinin başka sebepleri var mı? Dizi sektöründe janr hakkında görüşleriniz neler?
Sanırım bir şeyler revaçta oluyor. Mesela edebiyat uyarlamaları başlıyor, bir süre edebiyat uyarlamaları gidiyor. Aksiyon ve mafya dizileri başlıyor, sonra öyle devam ediyor. Halbuki bu türlere değil de hikâyelere bakmak lazım. Bu yüzden furyalardan çok emin değilim, riskli geliyor biraz. Elbette denenmiş şeyler vardır ama furyalara kanmayıp derse iyi çalışmak gerekiyor. Aksiyon yapacaksanız iyi aksiyon yapmanız lazım. Aşk dizisi yapacaksanız iyi aşk dizisi yapmanız lazım. Türleri de birleştirebilirsiniz. Ayrıca heyecan verici şeyler de oluyor sektörde. Mesele dijital platformlar hayatımıza giriyor. Blu Tv, PuhuTV açıldı. Ay Yapım da PuhuTV’ye içerik üreten bir yapım şirketi. Hatta lansman projesi Fi oldu. Bu sıralar yine bir proje üzerinde çalışıyoruz. Bunlar da yaratıcılık alanlarını geliştiren işler ve süre bahanesi kalkıyor. Sansür yok, RTÜK yok. Eğer otosansürünüz yoksa bunlar heyecan verici şeyler. Nereye doğru gideceğini göreceğiz.
Kanallar tarafında da bu iş nasıl bu kadar reyting alıyor dediğiniz işler oluyor tabii. Şaşırıyorum gerçekten ama kaliteli işler de reyting alıyor. İçerde örneğini vereyim yine: İçerde‘nin böyle bir reyting alacağına birçok insan inanmıyordu ama aldı. Demek ki kalitenin de karşılığı var. Reyting almıyorsa da işin kendisinde bir sorun olabilir, bunu yadsımamak gerekiyor. Bazen kendi fildişi kulemizden bakıp çok iyi diyoruz ama seyirci sevmiyorsa bir bildiği vardır. Bu yüzden seyirciyi daha fazla önemseyen işler yapılabilir. Her iş için bir duygu olması lazım; Türk seyircisinin duyguya çok önem verdiğini düşünüyorum. Toplumsal değerlerimiz var, bizde aile çok önemli. İçerde sadece köstebek hikâyesi olsaydı bu kadar izlenir miydi? İki kardeş ve anne olması, olayı tamamen başka bir hikâye haline getirdi. Seyirciyi doğru analiz etmek ve küçümsememek gerekiyor. İnternet çağındayız, çok hızlı değişen bir izleyici var. Herkes istediği her şeyi izleyebiliyor. Yayında izlemeyip reklamsız ve sansürsüz halini netten izlemek isteyen izleyici kitlesi var. Reklam da buraya kayacak ve zamanla ölçümlenmeye başlayacak.
Film projeleriniz var mı önümüzdeki dönem için?
Sinema yapımcılığını çok önemsiyorum. Ay Yapım’da yapmak istediğimiz pek çok farklı film projesi var. Sinemada da ya komedi var ya romantik komedi; hep belli bir tip var. Farklı filmler yapmak gerekiyor.
Son dönemde izlediğiniz yabancı dizi var mı?
Yabancı dizi izliyorum yani ona vakit ayırmaya çalışıyorum. ABD’deki dizi sektörü, sinema sektörünü geçmiş durumda. Filmlerden daha iyi diziler oluyor bazen. Öyle yönetmenler çekiyor ki iştah kabartıyor. Fargo‘yu çok seviyorum. Filmini de çok seviyordum ama dizide yarattıkları dünya çok enteresan. True Detective, Mr. Robot sevdiğim işler. Bunlar dışında İskandinav dizileri ve İngiliz dizilerini, mesela Doctor Who seyrediyorum. Kore ve Japon sinemasını çok severim ama dizi piyasasını bilmiyorum.
Röportaj, Episode Dergi’nin 7. sayısında yayımlanmıştır…