Yine, Yeni, Yeniden: Çalışıyorsa Neden Kurcalayalım?
Bu yazı Episode Dergi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
Yazı: Deniz Turgay
Yılların nasıl bir hızla geçtiğini gözlemlemenin pek çok yolu var. Bunlardan en kişisel olanı doğum günlerimizken toplumsal olarak tam da bu dönemi yani yılbaşını örnek verebiliriz. Ancak Türkiye gibi gündemin değişme hızına yetişmekte zorlandığımız, daha bir skandalın ciddiyetini idrak edememişken ertesi gün başka birine maruz kaldığımız bir ülkedeyse zamanla ilişkimiz iyice karmaşıklaşıyor. Örneğin süregelen Boğaziçi direnişini tetikleyen Melih Bulu’nun üniversiteye rektör olarak atanması 2021’e girdiğimiz yılbaşında bir kararnameyle yapılmıştı. (Sahi, Clubhouse’a ne oldu?) Tüm ülkeyi yaralayan Ege yangınları ve Karadeniz selleri ağustos ayında meydana gelmişti. Aynı yılın aralık ayının son günlerinde bu satırları yazarken bile bu olayların çok daha önceden yaşandığını söyleseniz inanırdım.
Zamanın elimizden akıp gittiği düşüncesinin yarattığı endişe, insanları çoğu zaman geçmişe dört kolla sarılmaya itiyor. İşte bu şekilde yazımızın konusuna geliyoruz: Bitmesini kabullenemediğimiz, geçmişte kalmasına izin vermediğimiz ve sürekli diriltmeye çalıştığımız yapımlar. Yalnızca geçtiğimiz ay Sex and the City’nin 15 yıllık uzun bir aradan sonra yeni bir sezonu, Harry Potter oyuncularının seriyi konuşmak üzere bir araya geldiği 20. yıl özel programı ve 80’lerin kült filmi The Karate Kid’in devam niteliğindeki Cobra Kai dizisinin dördüncü sezonu yayınlandı. Üstelik bunlar sadece televizyon ekranlarında olanlar. Sinema salonlarında aynı hafta içinde hem üçüncü kez çevrilen Spider-Man filmlerinin üçüncüsü hem de yaklaşık 20 yıl sonra dördüncü The Matrix filmi gösterime girdi.
Bu yeniden çevrim ve devam filmi/dizisi furyası dönem dönem yoğunlaşsa da popüler kültür için yeni bir şey değil. Birkaç örnek verelim. İlk defa 1937 yılında çekilen ve kariyerine yeni başlayan aktris ile ona yardımcı olan düşüşteki bir aktörü anlatan A Star Is Born filmi sadece Hollywood’da üç kere daha çevrildi: 1954’te Judy Garland, 1976’da Barbra Streisand ve son olarak 2018’de Lady Gaga başrolü canlandırmıştı. İlk olarak 1962 yılında meşhur Archie çizgi romanlarının evrenine dahil olan Genç Cadı Sabrina ise biraz daha kapsamlı bir örnek. Riverdale kasabasından liseli gençleri takip ettiğimiz Archie serisinde Sabrina, komşu kasaba Greendale’de iki halasıyla birlikte yaşayan yarı cadı-yarı insan bir genç kız ve onun hikâyeleri ayrı bir seri olarak yayınlanıyor. O zamandan bu yana aralıklarla devam eden kitaplarının yanı sıra birkaç çizgi film serisi de bulunuyor. Ancak en meşhur adaptasyonları arasında 90’ların yıldız genç oyuncusu Melissa Joan Hart başrollü dizi ve devam filmleriyle Archie Comics’in korku serisindeki bir öyküden uyarlanan 2018 tarihli Chilling Adventures of Sabrina’yı sayabiliriz. Bu örnekleri sektörde yaykitap uyarlamalarını ekleyerek çoğaltmak mümkün, ancak yazının bu tür yapımları sıralayan bir liste haline getirmekten kaçınıp meselenin özüne dokunabilmek için şimdilik bir ara verelim.
Eskiye duyulan özlem dışında bir başka insani arzu daha bu yeniden çevrimlere ve uzun süreli aradan sonra tekrar izleyicinin karşısına çıkan yapımlara yönlendiriyor: Geçmişi geçmişte bırakamamak. Sözkonusu durum özellikle diziler için geçerli diyebiliriz; sebebiyse filmlerin görece kapalı fanus dünyasından farklı olarak belli bir hikâyeyi bölüm bölüm, yeri geldiğinde seneler boyunca anlatması. Bu yapısal farklılık, izleyicinin öyküye daha fazla kapılıp karakterleri zamanla arkadaş gibi benimsemesi kadar hikâye hiçbir zaman ölmeyecekmiş, geçen zaman içinde değişmeyen bir sabitmiş gibi bir his de doğuruyor. 2022’ye girerken 11. sezonu devam eden The Walking Dead, yaşayan ölüleri konu edinmesinin ironisiyle birlikte bir türlü sonlanamayan hikâyelere iyi bir örnek oluşturuyor. Üstelik biri yedinci sezonunda olan, diğeri ikinci sezonunu yeni tamamlamış iki spin-off dizisi ekranlarda, önümüzdeki bir iki yıl içinde yayınlanmaya başlaması beklenen ikisi daha ise kurgulanma aşamasında. Uyarlandığı çizgi romanın ne kadar uzun soluklu olduğu düşünüldüğünde, dizinin bu popülerlikle ve artık oluşturduğu geniş evrenle en azından birkaç sene daha devam etmesi şaşırtıcı olmaz.
Yapımların ölmesine izin ver(e)memek seneler, hatta on yıllar sonra tekrar izleyicileriyle kavuşan çıkan diziler ve programlar olarak da ekranlara tesir ediyor. Çok geniş bir zamanı ve haliyle mekânı kapsayan Star Trek evreni farklı yüzyıllarda yaşayan uzay gemisi mürettebatının maceraları olarak belli aralıklarla karşımıza çıkıyor. Örneğin an itibarıyla iki gerçek oyuncularla çekilen, iki de animasyon dizisi CBS kanalında devam ediyor. Geniş hayran kitlesi yaratan ilk dizi diyebileceğimiz Star Trek’in orijinal karakterleri Kirk, Uhura veya Bones’u bu yeni yapımlarda izlemesek de isimlerine, yaşadıkları olaylara, varlıklarının o dünyaya katkılarına sık sık atıf yapıldığına tanık oluyor ve böylece karakterlere dair yeni şeyler öğrenerek onları yaşatmaya devam ediyoruz.
Bir diğer hadise de sonlandığını açıkça duyuran, karakterlerinin hikâyelerindeki dramatik boğumları gerekli gördüğü ölçüde çözen ve izleyicisine veda etme fırsatı bulmuş yapımların küllerinden doğması. Bitmesine rağmen isminden söz ettiren, sektörde referans noktası olmuş yapımlardan Breaking Bad’in yaratıcısı Vince Gilligan 2010’da üçüncü sezonun hemen ardından Uproxx sitesine verdiği röportajda şöyle bir diyor: “İzleyicileri mümkün olduğunca memnun etmek istiyorum. Ama bence insanların, ‘Ne güzel bir diziydi ama her hafta aynı şeyi yapmaya başlayınca tüm ilgimi kaybettim,’ diye düşünmesindense ‘Tanrım, keşke biraz daha uzun sürseydi,’ diye düşünmesi daha memnun edici.” Tüm bu bahsettiklerimizin dönüp dolaşıp geldiği nokta tam da bu: Memnun etmek. Ancak Gillian’ın izleyiciyi (dizinin uzamasını isterlerken görece kısa sürede bittiği için) memnun etmemenin daha memnun edici olacağı düşüncesi, dizi finalinden yaklaşık altı sene sonra gelen El Camino filmiyle geçerliliğini yitirmiş olsa gerek.
İzleyicinin iyi hatırlanan geçmişe sığınma ve vazgeçmek istememe olarak özetleyebileceğim arzularına eşlik eden bir başka önemli nokta ise kanalların ve yapım şirketlerinin zaten çalıştığından emin olan bir formülü bozmak, başka bir deyişle altın yumurtlayan tavuklarını kesmek istememesi. Harry Potter serisinin 20. yıl özel buluşması fragmanları ve reklamlarında yaklaşık iki senedir feminizm içi tartışmalar kapsamında transfobik bulunan yorumları nedeniyle eleştiri odağı haline gelen J.K. Rowling’e yer verilmemiş, ancak programda eski bir röportajı yine de yer alıyor. Warner Bros. ve HBO bu şekilde eleştiriden kaçınabileceğini düşünmüş olabilirler, oysa kendilerine de yöneltilebilecek eleştiri oklarından nihayetinde Rowling’in imzasını taşıyan bu seriyi tekrar diriltmeden de kaçabilirlerdi. Öte yandan dünya çapından milyonlarca izleyiciyi bir kenara itmek şirket için oldukça pahalı bir karar olurdu.
Yeni yapımlar kadar eskilerin devamı, yeniden çevrimi veya yan hikâyesi olanların ekranlarımızı süslediği günümüzde bu konunun sürekli tartışılması, büyük eğlence şirketlerinin holdingleşmesi gibi izlediğimiz eserlerin de kümeleşerek bizden neredeyse her ayrıntısına hâkim olmamızın beklendiği geniş evrenler oluşturmasına dayanıyor. Bu bağlamda Scorsese’nin Marvel evreni filmlerine yönelik eleştirileri Disney’nin 20th Century Fox’u satın almasından ayrı düşünülemez. Sinema salonlarında bağımsız filmlerin ve dramaların giderek azalmasına tanıklık etmek televizyon ekranlarında da özgün yapımların benzer şekilde daha düşük bütçelere ve daha az izleyiciye mahkûm olmasına yönelik bir endişe oluşturuyor. Geçmişin sürekli yeniden işlenmesini talep etmek geleneksel anlamda başlayıp biten, net bir sonu olan metinleri ve dolayısıyla hayatın işleyişini idrak etmemizi zorlaştırıyor. Özetle şimdi ve bugün üzerine düşünmeyi erteliyoruz.