Yönetmenleri Hakan: Muhafız’ı Anlatıyor

 Yönetmenleri Hakan: Muhafız’ı Anlatıyor

[highlight]Netflix’in ilk Türk yapımı dizisi The Protector‘ı (Hakan: Muhafız) pek de alışık olmadığımız bir biçimde üç ayrı yönetmen çekti: Can Evrenol, Gönenç Uyanık ve Umut Aral. Can Evrenol ve Gönenç Uyanık’ın ilk dizi deneyimleri, Umut Aral’ın tek dizi deneyimiyse, yine bir internet dizisi; 7Yüz. Bölümleri paylaşan bu üç isim, diziyi ve Netflix ile çalışma tecrübesini Episode Dergi’ye anlattı…[/highlight]

Herhalde binlerce kişi, The Protector‘ı (Hakan: Muhafız) duyduğundan beri heyecanla bekliyordu. Baştan söyleyeyim: Korkmayın, heyecanınız bir hayal kırıklığıyla boğulmayacak. Gerçi ilk birkaç bölümde insan öyküye girmekte, karakterleri ve diyalogları inandırıcı bulmakta zorlansa da hikâye geliştikçe hem karakterler kendini buluyor hem de öykü “Bir bölüm daha!” dedirtecek merak duygusunu hissettiriyor. Sonuçta kendinizi keyifli ve heyecanlı bir İstanbul hikâyesinin ortasında buluyorsunuz.

“İstanbul hikâyesi,” dedim, çünkü Hakan: Muhafız‘da öykünün merkezi, İstanbul’un ta kendisi. Tamam, İstanbul’un muhafızı “Kapalıçarşı çocuğu” Hakan (Çağatay Ulusoy) ana karakterimiz ama öyküde olup biten her şey, İstanbul’u ele geçirmek ve korumak için. İşin en cazip yanı da şu: İstanbul tüm bu olup bitenleri izlemiyor, öyküye dahil oluyor. Yani İstanbul’da geçen pek çok yapımda gördüğümüzün aksine tarihsel mekânlar, keşmekeş sokaklar ve geleneksel çarşılar, “İstanbul ecnebileri”ne caka satmak üzere turistik bir arka plan olarak gösterilmiyor bu kez. Hepsinin öykü içinde bir anlamı var. Sırf bu açıdan bile Hakan: Muhafız takdire şayan. Yaşayan bir İstanbul inşa etmeyi başarmış…

Çağatay Ulusoy’un yanı sıra Hazar Ergüçlü, Ayça Ayşin Turan, Mehmet Kurtuluş, Okan Yalabık, Saygın Soysal ve Burçin Terzioğlu gibi önemli isimlerin rol aldığı Hakan: Muhafız‘ın yönetmenlik koltuğundaysa -biz pek alışkın değilizdir ama- üç ayrı yönetmen oturuyor: Can Evrenol, Gönenç Uyanık, Umut Aral. Bakalım mikrofonumuzu uzattığımız bu üç isim neler anlatmışlar…

Röportaj: Onur Bayrakçeken

Öncelikle, Netflix yapımı ilk Türk dizisini yönetmek nasıl bir histi diye sorayım. Fazladan bir baskı hissettiniz mi?

Umut Aral: Eee tabii, büyük bir sorumluluk çünkü. Sadece Türk seyircisinin değil bütün dünya seyircisinin karşısına çıkacak olması, hem bizden beklentiyi hem de oyunculardan beklentiyi arttırıyor haliyle. Olumlu anlamda bizi zorlayan, yaratıcılığımızı artıran bir baskı hissettiğimi söyleyebilirim. Üçümüz de farklı bir donanımdan; reklam yönetmenliğinden geliyoruz. Bugüne kadar çok sayıda farklı teknik denedik. Onları nasıl kullanabiliriz diye çabaladık.

Can Evrenol: Ben projeye ilk dahil olduğumda şakayla karışık “Acaba dördüncü bölümden mi girsem, ilk üç bölümün stresini almasam mı?” falan diyordum. (Gülüyor) Çünkü ilk başta o dünyayı kurmak, işin hafif esprili, maceralı ve gizemli tonunu tutturmak, gerçekten nasıl etsek nasıl yapsak diye düşündürdü. Benim açımdan da öyle bir stresi vardı ama olay başladıktan sonra her şey çok keyifli gelişti. Aslında çekimler başladıktan sonra da bir sinema ortamı vardı; bir uzun metraj yapıyormuş gibi hissettim. Pre-prodüksiyon aşamasında da öyle. Bu çok keyifliydi.

Gönenç Uyanık: Pre-prodüksiyonu çok değerliydi. Yanda mesela başka bir dizinin yapımı devam ediyordu ve Can ve Umut bölümlerini çekerlerken ben de pre-prodüksiyonla uğraşıyordum. Yandaki dizinin ekibi gelip “Aaa, ne kadar düzenli çalışıyorsunuz, ne kadar değişik bir çalışma biçimi,” falan diyordu. (Gülüyor) Sorunuza gelecek olursak; gerçekten çok heyecanlı bir durumdu ama hayatın bir parçası gibi aktı. Aslında işin büyüklüğünü fragman çıktıktan sonra anladım. Şimdi Arjantin’den yorumlar geliyor, bilmem nereden selam gönderiyorlar falan… İşin rengi değişti. (Gülüyor)

“Yapımcılar, ipuçlarını verip bizi tamamen özgür bıraktı”

Yapımcıların sizden beklentisi neydi işe başlarken? İlla ki zıtlaşmalar da olmuştur… Nasıl bir süreçti?

C.E.: Hiç olmadı, her şey çok tatlı şekilde gitti. (Gülüyor)

G.U.: Ben yedinci ve sekizinci bölümleri çektim. Asla “Şunu şöyle yapman lazım, bunu böyle yapman lazım,” gibi bir müdahale olmadı. Karakterle ilgili, atıyorum karakterin styling’i ile ilgili bir karar verilmesi gerektiğinde ipuçları verip tamamen özgür bıraktılar. Canımız nasıl istiyorsa öyle çektiğimiz bir dünyaydı. Set ekibi her şeyiyle mükemmeldi, film ekibi ha keza. Tabii ki bir format var ortada, onun dışına çıkmıyorsun ama o format dahilinde dilediğimiz gibi çalıştık.

U.A.: Bir de ekip çalışmasının şöyle bir mantığı var. Herkes bize aynı soruyu soruyor: Üç yönetmen bir arada çalıştınız, üslup ayrılıkları oldu mu? Bütün dünyada stüdyo işleri yapılıyor, Netflix de bir stüdyo olarak düşünülebilir. Onlar öyküyü inşa ediyorlar ve sonra o öyküyü resmedecek insanlara devrediyorlar. O öykü ve yapım koşulları oluşurken aslında o işin dili de alttan alta oluşmaya başlıyor. Dolayısıyla ben kendi bölümlerimi müzikal ele alamam. Anlatabiliyor muyum? Çünkü zaten birbirimize de işi devrediyoruz. Yani Can bana devrediyor, benim onun bıraktığını sürdürebilmem gerekiyor ki tutarlı olsun. Ben de aynı şekilde Gönenç’e devrediyorum.

C.E.: Zaten herkes günlük olarak birbirinin çekimini izleyebiliyordu çevrimiçi bir platformdan. Oraya yükleniyordu çekimler, diğerleri oturup izleyebiliyordu. Birbirimizin çekimlerini takip ediyorduk yani.

Dizide kullanılan müzikler de çok başarılı. Bu konuya dahliniz oldu mu?

C.E.: Benden ilk sunum istediklerinde ben Hey Douglas’ın içinde bulunduğu FFW İstanbul oluşumunun müzikleriyle yapmıştım sunumu ve sunumun beğenilmesinde bunun önemli bir etken olduğunu duymuştum daha sonra. İşin enteresan yanı, Gönenç ve Umut da sunumlarını onların müziğiyle yapmış. Üçümüzün de aklına projeyi düşününce Hey Douglas gelmiş yani. Onun müziği dizide verilmek istenen modernlik ve eskinin tezatını güzel yansıtıyor, yani bir yanda gökdelenler, bir yanda kenar mahalleler, bir yanda gizemli bir tarihsellik…

U.A.: Müzik danışmanı konusunda da çok şanslıydık. The Revenant, Birdman gibi filmlere de müzik danışmanlığı yapmış olan ABD’li Lynch Fainchtein ile çalıştık. İnanılmaz bir çalışma biçimi oluştu; müzik önerilerini gönderiyor, videolar ile eşliyor, “Ben böyle bir şey düşündüm!” diyor, hemen çevrimiçi sisteme düşüyor, siz dinleyip ona cevap veriyorsunuz falan…

“İstanbul olmadan bu öykü anlatılamazdı”

Genelde yabancı yapımlarda İstanbul, suriçinden ibaret gösterilmiştir. Biraz oryantalist bakış açısıyla ele alınmıştır. “Hakan: Muhafız”da öyle değil. Zaten İstanbul anlatının arka planı da değil, anlatının merkezi. Hikâyenin parçası. Dizinin yönetmenleri olarak İstanbul’u gösterirken hangi noktalara dikkat ettiniz, neleri öne çıkarmaya çalıştınız?

C.E.: Bence mekân, bizim en büyük avantajımızdı. Gökdelende başlıyor, oradan bilmem ne teyzenin evine geçiyor, alt geçide giriyor, sonra müze, Ayasofya falan… O açıdan bence macerasını da taşıyan, iskeletini de kuran bir karakteri var. Hatta şunu hatırlıyorum: İlk üç bölümde “Çok fazla mekân var, zorlanıyoruz,” diyoruz; dördüncü bölümde daha fazla mekân geliyor! (Gülüyor) Ama şimdi geriye dönüp bakınca, dizinin güçlü ve özel ayrıntılarından biriymiş diyorum.

U.A.: Karakterlerden biri olarak lanse ediliyor İstanbul. Doğru, ama dediğiniz gibi, aynı zamanda öykünün merkezinde de o var. İstanbul olmadan bu öykü anlatılamıyor. İstanbul’un kültüründen ve kozmopolit yapısından çok faydalanıyor öykü.

Netflix’in İstanbul’un nasıl gösterileceği ile ilgili bir beklentisi, talebi oldu mu sizden?

C.E.: Hayır ama biz taze bir gözle, genç neslin gözünden görmeye çalıştık İstanbul’u.

G.U.: Turistik bir iş yapmayın dediler ama. Bizim sunumlarımız da onların bu isteğiyle örtüşüyordu zaten. Bir mekânı sadece çok güzel olduğu için kullanmadık yani, hikâyeye katkı sunduğu için kullandık. Bu arada tabii ki harika mekânlara gittik.

U.A.: Mimar Sinan’a bir kez daha hayran kaldık mesela ama harika eserler oldukları için çekmedik onları, karakterler bir bilmeceyi çözerken o mekânlara uğramak zorundalardı. “Şimdi gidelim, turistik bir mekânda balık ekmek yerken sohbet etsin karakterler,” diye düşünmedik hiç. Hep hikâyeyle gezdik bir yerleri.

“Hakan: Muhafız, bir karakter hikâyesi; bir kahramanın yolculuğu”

Süper kahraman konsepti var bu dizide. Süper kahraman konseptiyle ilgili siz ne düşünüyorsunuz ve diziyi bu konsept içinde nereye yerleştiriyorsunuz?

C.E.: Ben, modern mitoloji olarak görüyorum. Blade ve sonrasındaki X-Men‘lerle çıkış yapan Marvel ve süper kahraman çılgınlığından önce de Conan, Hulk, Spiderman falan seven biri olarak benim çok hoşuma gidiyor. Tabii, şu anda bence şöyle bir ayrımdayız: Tamam, süper kahraman filmleri bir modern mitoloji ama bunu Thor: Ragnarok gibi eğlenceli mi yapmak lazım yoksa Superman gibi çok daha ciddi ve reel bir yerden mi ele almak lazım? Hakan: Muhafız, bunların arasında çok güzel bir yerde duruyor bence. Çünkü bir süper kahraman hikâyesinden çok, süper kahramanlığa giden bir yolculuğun hikâyesi. Fantastik bir hikâyenin içindeki bir kahramanı izliyoruz aslında. Türkiye’de süper kahraman kültürünün henüz tam oturmadığını da düşünürsek, gözlerinden ışıklar saçan bir süper kahraman biraz fazla da olabilirdi zaten.

G.U.: Yaptığı yanlışlarla ve zaaflarıyla benim gördüğüm en gerçek, en insani süper kahramanlardan biri Hakan.

U.A.: O anlamda Kickass, Unbreakable daha doğru referanslar Hakan: Muhafız için çünkü süper kahraman kavramını yeniden tasarlayan ve ona doğal bir yerden yaklaşan işler. Süper güç sahibi kişinin kendisiyle ve güçleriyle olan mücadelesini anlatıyorlar. Hakan: Muhafız da bir karakter hikâyesi; bir kahramanın yolculuğu. Bir de, dizideki tılsımlı gömlek de Topkapı Sarayı’nda gidip görebileceğiniz, sırrı çözülemeyen, Osmanlı’dan bugüne kalan bir gerçeklik. Hayatımızın bir parçası yani aslında.

Son olarak, Netflix’in bir Türk dizisi çekmesi, televizyon ve sinemamız açısından nasıl bir önem arz ediyor? Daha çok alternatif yapımlar görmemizi sağlar mı “Hakan: Muhafız”?

C.E.: Bu bir çıta. Daha çıkmadan karşılığını görmeye başladık bile. Tabii ki önemli bir etkisi olacaktır alternatif yapımlar açısından…

Not: Hakan: Muhafız‘ın yönetmenleri Can Evrenol, Gönenç Uyanık ve Umut Aral, kapak fotoğrafında sağ başta sırasıyla yer alıyor…

 

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post