Zuhal Olcay: “Sahne, kendimi en özgür hissettiğim yer”

 Zuhal Olcay: “Sahne, kendimi en özgür hissettiğim yer”

Onur Bayrakçeken’in Zuhal Olcay ile bu röportajı Episode’un 24. sayısında yayımlanmıştır.

Sinema ve televizyonumuzun usta isimleriyle buluştuğumuz “Ustaca Buluşmalar” bölümünde konuğumuz, Zuhal Olcay. Televizyonda, beyazperdede, tiyatroda ve bir müzisyen olarak sahnede sanat dünyamız için derin izler bırakmış bir isim Zuhal Olcay. Onu Amansız Yol, Gece Yolculuğu, Gizli Yüz, İki Kadın, İstanbul Kanatlarımın Altında gibi sinemamızın birçok unutulmaz filminde ve Gecenin Öteki Yüzü, Yeditepe İstanbul, Artist Palas gibi dizilerde izledik. Şimdilerde Show TV ekranlarında yayınlanan Alev Alev dizisinde rol alıyor ve eskimeyen maharetiyle kendine hayran bırakıyor. 

Zuhal Olcay ile dünden bugüne kariyerini, Türk sinemasına dair düşüncelerini, yeni dizisi Alev Alev’i ve Hüsnü Arkan’la çıkardıkları “Eyvallah” şarkısını konuştuk. Keyifli okumalar dileriz!

Fotoğraf: Serkan Akın

Zor bir dönemden geçiyoruz. Pandemi sizi nasıl etkiledi? Bu dönemde neler yaptınız, yapıyorsunuz?

Pandemi dönemi herkes için olduğu gibi benim için de zor bir dönem. Evlere kapandığımız ilk dönemi dinlenerek geçirdim. Başlarda bundan pek şikayetçi değildim. Sokağa çıkma yasaklarının kısmen sürdüğü dönemde ise malum, bir dizi çekiminin içindeyim ve epey yoğun bir tempoda çalıştığımız için pandeminin ve yasakların çok ayırdına varamadım; sürekli testler yapılıyor, gerekli önlemler alınıyor, bu şekilde çalışmaya devam ediyoruz.

Dilerseniz en baştan başlayalım. Nasıl bir evde büyüdünüz? Ailenizin tiyatro, müzik ve sanatla tanışmanızda payı var mı?

Ailenin tek çocuğu olarak büyüdüm. Bir evin tek kızıydım. Bu yüzden zaman zaman bir kardeş özlemi duyduğum oldu; yalnızdım çünkü. Fakat çok da şikâyetim yoktu doğrusunu isterseniz. Ailemde sanatçı çok fazla zaten, o yüzden konservatuara yöneldim. Opera sanatçısı teyzem ve eniştem, piyano öğretmeni teyzem, şan bölümü öğrencilerinden kuzenim… Onların bu bölümü seçmemde ciddi etkileri oldu. Konservatuarla çok küçük yaşta tanıştım. Âşık olduğum bir okuldu ve orayı gördükten sonra, oyuncu ve tiyatrocu olma kararını neredeyse ilkokul sıralarında verdim. Dolayısıyla oyuncu olmayı seçmemde ailemin çok önemli bir payı var.

Sahneye ilk çıkışınızı hatırlıyor musunuz?

Sahneye ilk çıkışım, konservatuar sınavları için hocaların karşısında iki tirad oynamamdı. Bunu çok net hatırlıyorum çünkü çok heyecanlıydım. Ankara Devlet Konservatuarı’nın tiyatro bölümündeki küçük sahne diye adlandırdığımız sahnede hocaların karşısına çıkıp sınav parçalarımı oynamıştım.

1976’da Ankara Devlet Konservatuarı’ndan mezun olmuşsunuz. Nasıl bir eğitim aldınız, kimlerle çalıştınız?

Çok değerli hocalarımız oldu. Mahir Canova, Ahmet Levendoğlu, Yücel Erten, Edwina Levendoğlu… İyi bir eğitim almak en önemli şanslarımdan biriydi doğrusu.

Günümüz konservatuar eğitimiyle sizin aldığınız eğitimi kıyaslarsanız geriye gidiş olduğu söylenebilir mi?

Günümüzdeki eğitimle kıyaslayabilmek için içeriğinin neler olduğunu çok iyi bilmem gerekiyor ama bunu bilmiyorum. Benim aldığım eğitimin çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Bunun dışında çok fazla yorum yapmak istemiyorum. Konservatuarların sayıca biraz fazla olması düşündürücü tabii; buna kurslar da eklenince minik bir enflasyon göze çarpmıyor değil.

“Sahne, kendimi en özgür, en iyi hissettiğim yer. Sahneye çıkabildiğim için kendimi gerçekten çok şanslı hissediyorum; sevdiğim işi yapıyorum, benim için çok güzel bir duygu.”

70’ler çok dağdağalı yıllardı. Sanat da çok politikti, sanatçı da. Bugünden o yıllara baktığınızda, o yıllar mı fazla politikti sizce yoksa bugün mü sanat dünyası çok apolitik?

Evet, biz öğrencilik yıllarımızdan itibaren ister istemez politikanın fazlasıyla içindeydik. Bugünün dünyası aslında politikayla ilgilenmeyi daha fazla dayatıyor gibi görünüyor ama ilgilenmeyenler o dönemde de vardı, bu dönemde de var. Bizler çok fazla politize bir kuşaktık. Öyle olmak durumunda kaldık. Bu hem iyi hem de kötü. İnsanlar, mesleklerini rahatlıkla yapabilecekleri bir ortamda olmaları ve daha çok meslekleriyle ilgili kafa patlatmaları gereken dönemlerde politikayla çok fazla haşır neşir olmak durumunda kalıyorlar ama bu da çağın gerçeği. Kendinizi bundan tamamen özgür bırakamıyorsunuz. İster istemez içinde oluyorsunuz.

Siz hem tiyatro ve sinema dünyamızın hem de müzik dünyamızın önemli isimlerindensiniz. Şarkı söylerken mi kendinizi daha mutlu hissediyorsunuz yoksa bir karaktere can verirken mi?

Farklı disiplinler gibi görünse de aslında sahnede olmak için gereken donanım hepsinde aşağı yukarı aynı; tabii bu donanıma eşlik edecek yeteneğe sahip olmanız koşuluyla. Ben ayrı ayrı hepsini yaparken çok mutlu oluyorum. Sahne, kendimi en özgür, en iyi hissettiğim yer. Sahneye çıkabildiğim için kendimi gerçekten çok şanslı hissediyorum; sevdiğim işi yapıyorum, benim için çok güzel bir duygu.

Şarkıcılığınızın oyunculuğunuza ya da oyunculuğunuzun şarkıcılığınıza katkısı oluyor mu?

Dediğim gibi, bu disiplinler farklı gibi duruyor ama aslında onları birbirinden ayırmak mümkün değil. Sadece şunu söyleyebilirim: Oyunculuk mesleği çok küçük yaşlarda eğitimini aldığım, dolayısıyla sahneye son derece aşina olmamı sağlayan bir disiplin. Onun sayesinde sahne adeta evimmiş gibi huzurlu ve kendimi rahat hissettiğim bir yer oldu. Bu da ister istemez şarkıcılığımda da sahnede rahat olmamı sağladı. Yani bir yardımdan bahsedeceksek evet, öyle bir şey var. Belki sahnede şarkı söylerken birazcık daha farklı olmamı sağlayan bir şeydir bu.

İlk defa 1980 yılında televizyonda göründünüz, Sönmüş Ocak dizisiyle. Sonra Parmak Damgası, sizi daha geniş kitlelere tanıttı. Ardından Yeditepe İstanbul, Gecenin Öteki Yüzü gibi önemli yapımlarda yer aldınız. En keyif alarak rol aldığınız dizi hangisiydi?

Sönmüş Ocak, Parmak Damgası ve Gecenin Öteki Yüzü; beni belki de kamerayla tanıştıran bu üç önemli yapım ve bir önemli yönetmen: Okan Uysaler… Ne yazık ki artık aramızda değil. Bunlar çok değer verdiğim, hayatımda çok önemli yeri olan ve makas değiştirmemi sağlayan üç önemli iş. Dolayısıyla onların yeri bende her zaman çok ayrı.

Zuhal Olcay

“Alev Alev dizisindeki Prof. Dr. Tomris Üstünoğlu karakteri; kararlı, cesur, risk almaktan korkmayan, aldığı riskleri sonuna kadar götüren, duygusal ama güçlü bir kadın.”

Şimdilerde Alev Alev dizisinde rol alıyorsunuz. Bu dizideki karakterinizi, Tomris’i anlatır mısınız bize? Nasıl biri, nasıl bir kişiliği var, oyuncu olarak onun hangi yönünü vurguluyorsunuz?

Alev Alev dizisindeki Prof.Dr. Tomris Üstünoğlu karakteri; kararlı, cesur, risk almaktan korkmayan, aldığı riskleri sonuna kadar götüren, duygusal ama güçlü bir kadın.

Alev Alev’de Tomris çok büyük bir acı çekiyor ve vicdani ikilem sonrası verdiği kararı da kendi için değil, torunu için veriyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Etik anlayışımızı ciddi anlamda sorgulatan bir karakter Tomris. Tomris’in verdiği karar yani ölen kızının yerine bir başkasını koyarak torununun velayetinin kendisinde kalmasını sağlamaya çalışmak çok riskli bir karar ve çok ciddi bir teklif. Kendisini, “Ben bu teklifi yaptım, o da kabul etti,” diye savunuyor ama bunu teklif etmek bile büyük risk. Sonuçları da öyle az buz değil; zaten dizi boyunca, katlandığı sonuçları görüyoruz. Çok riskli ve etik anlamda da sorgulanması gereken bir şey. Fakat dizi mantığı içinde enteresan bir karakter ve olaylar sözkonusu. 

Tomris ile karşı karşıya gelseniz ve salt onun özelinde, ona bir tavsiyeniz olsa bu ne olurdu? Ona ne söylemek isterdiniz?

Eğer Tomris ile karşı karşıya gelseydim ona ne derdim bilmiyorum. Bir kişi tam anlamıyla bir diğer kişinin yerinde olabilir mi, onu tam anlamıyla hissedebilir mi, bundan hiçbir zaman emin olamadım, asla da emin olamayacağım. Kaldı ki Tomris’in benden tavsiye isteyeceğini hiç sanmıyorum. O, kafasına eseni yapan ve kafasının dikine giden biri. Ben de ona hiçbir şey söylememeyi tercih ederdim.

Pandemi döneminde sette olmak nasıl bir deneyim?

Pandemi döneminde sette olmak sürekli teste tabi tutulduğunuz enteresan bir dönemi yaşatıyor. Zaman zaman pandemide olduğunuzu unutuyorsunuz setin koşuşturmacası ve gelgiti içinde. Ama tabii bir taraftan da insanı çok geren, sınırlayan, korkutan ve zaman zaman ikileme düşüren, paniklemenize neden olan bir durum bu. Bazen korkuyorsunuz, bazen unutuyorsunuz ama gerçekten tedbirlerin sıkıca alındığı, çok güvenli bir ortamda çalışıyoruz. Bu yüzden epey rahat olduğumu söyleyebilirim.

Alev Alev’in başrollerini üç güçlü kadın meslektaşınızla paylaşıyorsunuz. Onları nasıl buluyorsunuz? Bununla birlikte genele baktığınızda dizide rol almak oyunculuk dinamiklerini nasıl etkiliyor?  

Üç genç kadın oyuncu; üçü de birbirinden tatlı, güzel ve yetenekli. Bir dizi koşturmacasında çok derinlemesine karakter analizlerinin yapılabileceği, bunların işlenebileceği sahnelerin yazılması da oynanması da pek mümkün değil. Çünkü seyircinin dikkatini hep ayakta, uyanık ve en yüksek düzeyde tutmak zorundasınız. Bu da ardı ardına gelen hareketli, dramatik olaylarla sağlanıyor. Dolayısıyla incelikli ve derin analizlerin olduğu bölümler, karakterler göremiyoruz. Bu mantık içinde de siz elinizden geleni en iyi şekilde yaptığınız farklı bir oyunculuk çalışması içinde oluyorsunuz ister istemez.

Alev Alev bir Fransız dizisinden uyarlama. Rolünüze hazırlanırken orijinal yapımı da izlediniz mi?

Evet, bir Fransız dizisinden uyarlama. Güzel ve başarılı bir iş. O da sekiz bölümden ibaret; izledim, güzeldi. Bizimkinin ruhu daha farklı, Alev Alev’i daha çok sevdim diyebilirim.

“Sinemada yönetmene güvenmek çok önemlidir. Çünkü sinema, yönetmenin sanatıdır aslında ve yönetmen ne istediğini tam olarak bilmiyorsa ya da istediğini anlatamıyorsa bir güvensizlik oluşur bende. O zaman hikâyenin de rolün de pek bir önemi kalmaz.”

Birçok önemli filmde de rol aldınız. Daha ilk filminiz İhtiras Fırtınası, size Antalya Film Şenliği’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’nü getirmiş. Ardından Gece Yolculuğu, İki Kadın, İstanbul Kanatlarımın Ardında, Güz Sancısı gibi artık Türk sinemasının klasiği sayılabilecek filmlerde gördük sizi. Oynadığınız tüm filmler arasında size en keyif veren ve kariyerinizi olumlu anlamda en çok etkileyen hangileriydi?

İlk çalıştığım yönetmenlerden biri olan, Türk sinemasının çok önemli yönetmenlerinden Halit Refiğ ve tabii Ömer Kavur benim için çok önemli isimler. Film olarak da en başta Ömer Kavur’un Amansız Yol filmini söyleyebilirim. Teyfik Başar ile çektiğim ve Almanya’da Altın Bant En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü bana getiren Yanlış Cennete Elveda’yı ve bunun gibi daha birçok filmi sayabilirim ama ilk etapta aklıma gelenler bunlar. Oynadığım bütün filmler içinde Amansız Yol’un, Yanlış Cennete Elveda’nın ve bir de İki Kadın’ın bende bıraktığı etki sanıyorum birazcık daha öne çıkıyor ilk bunlar aklıma geldiğine göre.

Kariyeriniz boyunca bir film teklifi aldığınızda ilk neye dikkat ettiniz? Bir başka deyişle ne eksik olursa bir film teklifini reddedersiniz?

Bir film teklifi aldığımda tabii ki senaryo, ardından rol geliyor ama en önemlisi yönetmen. Yönetmenin kim olduğu, hikâyesine ne kadar sahip çıktığı önemli. Ayrıca yönetmenin bu hikâyeyle ne anlattığını bana çok net aktarmasını, derdini kelamını çok iyi anlatmasını isterim. Sinemada yönetmene güvenmek çok önemlidir. Çünkü sinema, yönetmenin sanatıdır aslında ve yönetmen ne istediğini tam olarak bilmiyorsa ya da istediğini anlatamıyorsa bir güvensizlik oluşur bende. O zaman  hikâyenin de rolün de pek bir önemi kalmaz. Dolayısıyla yönetmen, senaryo ve rol diye sıralayabilirim bir senaryo elime geçtiğinde önem verdiğim kriterleri.

Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden bazılarıyla çalıştınız: Ömer Kavur, Tomris Giritlioğlu, Mustafa Altıoklar, Yavuz Özkan… Onlardan neler öğrendiniz ve genç yönetmenlerle kıyasladığınızda çalışma biçimleri açısından nasıl farklar vardı?

Evet, Türk sinemasında birçok önemli yönetmenle çalıştım, birçok önemli şey öğrendim ama benim ilk sinema deneyimim Sönmüş Ocak, Parmak Damgası ve Gecenin Öteki Yüzü. Dediğim gibi, Okan Uysaler benim sinemaya geçmemdeki en önemli isimdir. Bu ilk üç çalışmayla arada Ömer Kavur ile yaptığım sinema filmi ve Halit Refiğ ile yaptığım İhtiras Fırtınası filmleri ve bu yönetmenler benim ilk öğretmenlerimdir. Onun dışında çalıştığınız her yönetmenden farklı şeyler alıyor ve öğreniyorsunuz. Hatta birlikte çalıştığınız rol arkadaşlarınızdan acayip bir şekilde etkileniyorsunuz, öğreniyorsunuz, kendinizi tartıyorsunuz ve deneyimliyorsunuz. Her çalışma farklı bir ruha sahip ve sizde farklı izler bırakıyor.

Yakın zamanda Hayalimdeki Sahneler isimli bir belgesel yayınlandı. Türk sinemasında “kuir temsili”ni konu edinen bu belgesel, İki Kadın’dan da bahsediyor ve bu filmin cesur bir film olup olmadığını tartışıyor. Sizce İki Kadın, ele aldığı konuyu yeterince cesur ele alabilmiş bir film miydi?

İki Kadın filmi o dönem ses getirmişti, evet, işlediği konu nedeniyle cesur bulunmuştu. Bir anlamda öyledir de diyebilirim. Cesur ve enteresan bir filmdi ama üzücü olan kadına şiddet meselesinde bugün geldiğimiz noktada bu film bile çok hafif kalıyor ne yazık ki.

Türk sinema ve özellikle dizi sektörü son dönemde epey büyüdü. Yurtdışında çok izlenen yapımlarımız var. Ancak bunlar çoğunlukla ya melodram ya da dönem dizileri… Türk dizi ve sinema sektöründe hikâye açısından kısırlık olduğunu düşünüyor musunuz?

Yurtdışında festivallere katılan ve önemli ödüller alan filmlerimiz var ama filmlerimizim yurtdışındaki sinemalarda gösterilmesi ve buralarda çok sayıda seyiriciye ulaşması çok önemli. Bu raddeye henüz tam olarak geldiğimizi düşünmüyorum. Dizilere gelince evet, her yerde reklamlarını görüyoruz… 190 ülkede dizilerimiz oynuyor. Bu çok gurur verici ve sevindirici bir şey elbette. Ama hikâye açısından melodram ve dönem dizileri ağırlıkta dediğiniz gibi, bu açıdan bir kısırlık olduğu söylenebilir. Dizi süreleri de önemli. Örneğin BBC’ye baktığınızda 100 bölümlük bir dizi görmüyorsunuz, bir dizi en fazla 20 bölüm sonra bitiyor, hikâye kapanıyor ve bir sonuca erişiyor. Bizde ise diziler çok uzun. Bu kadar uzun süren dizilerde kendi içinde tekrarlar olacaktır. Yani sürelerinin kısalması daha yaratıcı ve etkileyici hikâyeler ortaya koymamızı sağlayabilir.

“Sağlığım, ömrüm yettikçe sahnede, televizyonda olmak istiyorum.”

Tiyatrodan da hiç kopmadınız. Son olarak Maria Goos’un bir oyununu sahneliyordunuz, Aşk Halleri. Bu oyun nasıl bir ilgi gördü ve pandemiden sonra devam edecek mi?

Tiyatroda en son oyunumuz Maria Goos’un Aşk Halleri adlı oyunuydu. Çok güzel ve pandemiden önce devrini tamamlamış bir oyundu. 100 oyun oynadık, çok ilgi gördü ve bu çok sevindirici bir şey. En güzel şekilde oynadık ve seyircimizle buluştuk. İnşallah pandemi bittiğinde yeni oyunlarla tekrar sahnede olmak çok istiyorum.

Tiyatro, sinema ve televizyon… Hangisinden daha çok keyif alıyorsunuz?

Samimiyetle söylüyorum, hepsinden ayrı ayrı keyif alıyorum. Buna sahnede şarkı söylemeyi de eklemek durumundayım. Hepsinin yeri bende ayrı, hiçbirinden vazgeçmek istemiyorum. Sağlığım, ömrüm yettikçe sahnede, televizyonda olmak istiyorum.

Biraz da müzik kariyerinizi konuşalım. Bu yıl Hüsnü Arkan ile “Eyvallah” isminde bir şarkı yayınladınız. Şarkı, Hüsnü Arkan’ın yeni albümü Kanat Sesleri’nde yer alıyor. Bu projeye nasıl dahil oldunuz? Bize “Eyvallah” şarkısından bahseder misiniz biraz?

Hüsnü Arkan benim çok sevdiğim, çok değer verdiğim, olağanüstü iyi bir müzisyen. Çok da iyi bir insan tanıdığım kadarıyla ki bu benim için çok önemlidir. Bu şarkıyı birlikte söylememizi teklif ettiğinde çok sevinerek kabul ettim. Çok da güzel bir kayıt oldu. Şarkıyı çok seviyorum, iyi ki yapmışız.

Son albümünüzün üstünden epey zaman geçti. Yakında yeni bir projeyle karşımıza çıkabilir misiniz?

Pandemi sonrası için bazı planlarımız var ama şu anda televizyon, dizi ve pandemi o kadar yoğun bir şekilde üzerimizde ki bunu düşünmek için biraz daha zaman gerekli. Öncelikle pandemiden kurtulmak lazım, sonrasında yeni bir şeyler olacaktır diye ümit ediyorum.

Son olarak şunu sormak istiyorum: İstediğiniz bir tarihsel kişiliği ya da roman karakterini canlandırma şansınız olsa kimi seçerdiniz?

Canlandırmak istediğim bir tarihsel kişilik ya da roman karakteri şu anda aklıma gelmiyor. Tiyatroda da sinemada da güzel roller oynadım. Benim için rolün iyi yazılmış ve derinlikli olması çok önemli. Onun dışında karakterin tarihsel olması ya da bilinen klasik bir roman karakteri olması çok da önemli değil. İyi yazılmış her karakter benim için oynanmaya değer.

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post